YAZARLAR

'Devlet beni araştırsın'

Bugün Mehmet Ağar’ın hakkındaki iddialara karşı 'Devlet beni araştırsın' açıklaması yapabilmesi 'özelleşmiş' hukukun bir göstergesi. 'Aslında arkadaşlar, ne yaptığımı biliyor' demek istiyor.

Türkiye’de 15 Temmuz 2016 darbe girişimi ve hemen ardından ilan edilen olağanüstü hal rejimini anlayacak somut bilgilerden ve doğru sorulardan hala yoksun olduğumuz kanaatindeyim. Böyle olmasına ilişkin nedenlerin bir kısmı çok açık.

Öncelikle, 15 Temmuz darbe girişiminin ortaya çıkış sürecinde iktidar ve darbe girişiminin faili İslami-ticari-siyasi cemaat arasındaki karmaşık çıkar ilişkileri, somut bilgilerin ortaya çıkmasını engelliyor. Bu nedenle örneğin, Fethullahçılarla ilişkilerin bir suç teşkil edip etmediğiyle ilgili kritik tarih olarak AKP'li siyasetçi ve bürokratların yolsuzluk yaptıklarına ilişkin kayıtların ortaya döküldüğü 17-25 Aralık 2103 tarihi ortaya konuyor. Dolayısıyla darbe girişimine ilişkin muhakemede kamu hukukuna ilişkin bir anlayışın yerini bir tür özel hukuk muhakemesi alıyor.

Anayasal düzeni ortadan kaldırmak suçunun faillerinin muhatabı da 2014 tarihi itibarıyla AKP ve Fethullahçılar arasında safını açıkça AKP’den yana olarak belirtmiş kişiler, daraltırsak ise hükümet görevlileri oluyor. Böylece 15 Temmuz darbe girişimine ilişkin belli soruların önü kesilerek, kamu hukukuna ilişkin bir muhakemeyi mümkün kılacak bilgiler iptal ediliyor.

AKP’nin “düşünce kuruluşu” olarak bilinen SETA’nın Fethullahçıların devlete sızmasına ilişkin raporuna bakalım.[1] Rapor boyunca “çok başarılı” bir örgüt stratejisi okuyorsunuz. Ama sadece o. 2012 yılına gelene kadar o kadar görünmez bir biçimde devlete sızmışlar ki… 2010’da yapılan anayasa değişikliği ile HSYK’yi ele geçirme fırsatı bulmuşlar örneğin. Ardından Yargıtay ve Danıştay’da üye sayılarının artırılmasıyla bu kurumları ele geçirmişler. Peki kendi başlarına mı yapmışlar bunları?

12 Eylül 2010 anayasa değişikliği referandumu kampanyası kim tarafından yürütüldü? Değişikliklerin yargı kurumunun Fethullahçılar tarafından ele geçirmeye dönük olduğu ve geri kalanının makyaj olduğu uyarılarına rağmen bu değişiklikleri yazanlar ve halkoyuna sunanlar kimlerdi?

Fethullah Gülen'in, 12 Eylül referandumuna mezardakilerin bile gidip evet oyu kullanması çağrısı kim tarafından nasıl karşılandı? Danıştay ve Yargıtay üye sayılarının artırılması kendiliğinden mi oldu yoksa teşkilat kanunlarında yapılan değişikliklerin hangi gerekçelerle ve hangi partililer tarafından imzalanarak TBMM’ye getirildiğinin bir önemi var mı?

SETA raporunda birçok yerde ÖSYM’nin kritik bir kurum olduğu vurgusu ve soru çalma kanıtları var. Örneğin 2010 KPSS’de alenileşen soru çalma haberlerini gündeme getirenlere, bu sınavlarda hakları yendiği için hak arama yollarına başvuranlara terörist suçlaması yapanlar kimdi?

Ya da 2007 sonrası yürütülen delil uydurma gibi ağır yargısal ihlallerle malul davaların savcısı olarak kendini ilan eden siyasiler, devleti ele geçirme stratejilerine hangi aşamada dahil oldular ve hangi aşamada buna karşı çıktılar?

Bu soruların hiçbirinin yanıtı gizli değil, hepsi biliniyor. Fakat bir bilginin muhakeme sürecine dahil edilebilmesi için muhakemenin zemininin buna izin vermesi gerek. 15 Temmuz darbe girişimini Allah’ın bir lütfu olarak görmek nasıl kişi ya da grup çıkarları bakımından bunun kullanıldığının özlü bir ifadesi ise, darbe girişimini AKP-Fethullahçılar arasındaki çıkar savaşına indirgemek de aynı siyasal-hukuksal sorunsalın bir başka görünümü. Kamunun devreden çıkarıldığı özelleşmiş ilişkiler zemini beş yıldır üzerimizde tepinen rejime geniş bir hareket alanı sağlıyor. Bugün Mehmet Ağar’ın hakkındaki iddialara karşı “Devlet beni araştırsın” açıklaması yapabilmesi “özelleşmiş” hukukun bir göstergesi. “Aslında arkadaşlar, ne yaptığımı biliyor” demek istiyor, olan biteni hiç de gizleme gereği duymadan. Örneğin limanın yönetimine getirilmesinin limanı mafyadan korumak için olduğunu söyleyerek –yani devletin görevini özel bir kişi olarak icra ettiğini ima ederek-. Ağar, eskiden bir devlet görevlisi olarak devletin yasal yetkilendirme ilişkileri içinde, suç oluşturduğu için devletin yapamayacaklarını devlet dışı çeteler ile organize ederken – Kutlu Savaş tarafından kaleme alınan mülkiye müfettişleri raporunda delilleriyle ortaya konan bir bilgi bu- bugün özel bir kişi olarak ve devlet gözetiminde bizzat hareket edebiliyor. Limanı mafyadan koruyor, hangi güçle? Devletin elinde olduğunu bildiğimiz şiddet tekeli delege mi edilmiş oluyor? Birbirinin içine geçmiş özel çıkarların kesiştirildiği ve toplandığı bir rejimin siyasal zeminini 15 Temmuz 2016’ya varan gelişmelerle Fethullahçılar ve AKP arasındaki ilişkilerce oluşturdu. 15 Temmuz darbe girişiminin ardından bu ilişki biçiminin mekanizma hiç bozulmadan devralındığını izliyoruz. Devletin son kertede hakim sınıf çıkarlarının temsil edildiği ve korunduğu bir örgüt olduğuna ilişkin bir teorimiz halihazırda var, fakat devletin özel çıkar ilişkilerinin bu denli paralelinde organize edildiği bir somut durumun kuramına da ihtiyacımız var. Onun öncesinde ve onu önceleyecek biçimde 12 Eylül darbesiyle görülemeyen gerçek hesabın 15 Temmuz darbe girişiminin ardından görülmesi gerekiyor. Bu hesap ise AKP’ye ait değil, kamuya ait. Herkes için çeşitli düzeylerde zararlar yaratan uzun bir süreç ile hesaplaşmaktan bahsediyorum. Ağar’ın “devlet beni araştırsın” dediği şeyi, bir hakikat araştırmasına, adalet arayışına çevirmekten... Geçiş süreci adaletinin araçlarını kullanarak hakikatin, adaletin sağlanmasının parçası kılınmasını sağlamaktan bahsediyorum. Artık ancak böyle bir süreç özel ilişki ağlarının arkasına aldığı şiddet ve zoru tekrar kamu hukukunun ve kamuoyunun meselesi haline yeniden getirebilir.

İkinci olarak 20 Temmuz’da ilan edilen ve yarattığı hukuki boşluk içinde milyonlarca yurttaşı bir tür doğa durumuna, gücü yetenin yetmeyeni yok edebileceği bir doğa durumuna getiren olağanüstü hal ile gerçekçi bir hesaplaşmaya ihtiyacımız var. Fakat öncelikle onu da anlayacak doğru soruları sormamız, bu soruların yanıtlarını iptal eden düzeneği deşifre etmek için çabalamamız gerek.

Doğa durumu olarak anladığım şey devleti ya da medeni toplumu önceleyen bir durum değil. Aksine, Hobbes’un kullandığı gibi devletin çözülmesine ilişkin bir metafor. Dolayısıyla egemenlik ilişkisinin her zaman muhtaç olduğu bir dışarısından söz ediyorum. Bu nedenle de anayasal sınırlara geri dönme çağrısı hiçbir katta karşılık görmüyor. Aksine olağanüstü hal koşullarında egemenlik aygıtını mutlak olarak ele geçirmiş yürütme gücü hem kendi hukuki statüsünü hem de yurttaşların hukuki statüsünü sürekli zorlayacak biçimde kamu hukukunu askıya alıyor. Daha açık söyleyeyim, devletin çözülmesi tehdidine karşı önlem almak üzere ilan edilen olağanüstü hal, devleti çözerek işliyor. Hukuki boşluk, olağanüstü halin süreklileşmesiyle alanını genişletiyor ve yürütme, hukuk alanından çekilirken yurttaşlar da hukuk korumasının dışına itiliyor. Anlattıklarımın Türkiyeli okura teorik geleceğini sanmıyorum. Çünkü karşımızda devletin paralelinde kurulmuş saf çıkar ve güç ilişkileri var artık. İçişleri Bakanı’yla fotoğraf çektirebilen dolandırıcılara, kokaincilere vs. bakınız. Neden oradalar? Kendileri bunu kendi güvenilirliklerini artırmak için olduğunu söylüyor. Muhalefet de hep bu zeminde soruyor: Onların orada ne işi var? Soruyu bir de şuradan sormak gerekmez mi? Devletin içişleri bakanının ya da jandarma komutanının orada ne işi var? İşte 20 Temmuz’un yarattığı hukuki boşluk rejimine ilişkin asıl soruların zemini bu. Birinci zeminde sorulan önemsiz değil. Anayasal sınırlar varsayılmalı ve hatırlatılmalı. Yasa gücünde yürütme işlemleriyle hakları, anayasal düzeni ortadan kaldıranlara, yurttaşların haklarını elinden alanlara karşı anayasal zeminde mücadele edilmeli. Fakat daha önemlisi ve Türkiye’deki istisnai rejimi anlamımızı, onunla hesaplaşabilmemizi sağlayacak olan başlangıç sorusu ikincisi: Hukuk düzeninin çekildiği alanın neyle doldurulduğu. Burada yolumuz yeniden Mehmet Ağar’ın son beyanıyla kesişiyor. Ve yeniden adalet tesisinin artık ancak hakikati tesis edebilecek araçlarla kurulabileceğini argümanına dönüyorum.

Son olarak, bir şeyi hatırlatayım ve bir soru sorayım. OHAL İşlemleri İnceleme Komisyonu yaklaşık dört yıldır yüzlerce barış akademisyeninden biri olarak beni araştırıyor. Araştırmaları sürecinde çalışma hakkı, sağlığa erişim hakkı, seyahat hakkı, damgalanma yasağı, eğitim hakkı, seçilme hakkı başta olmak üzere medeni haklarım askıya alındı. Ne araştırıyor olabilirler?

[1] https://setav.org/assets/uploads/2018/07/118.-Rapor-tamrapor.pdf 


Dinçer Demirkent Kimdir?

1983 İzmir doğumludur. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Anayasa Kürsüsü’nde çalışmakta iken 7 Şubat 2017’de KHK ile ihraç edildi. Doktora derecesini aynı fakülteden, “Türkiye’nin Anayasal Düzeninde Cumhuriyetin İki Kuruluşu ve Dinamik Cumhuriyet Kavramı” başlıklı tezi ile almıştır. Doktora tezinden üretilmiş, Bir Devlet İki Cumhuriyet adlı kitabı Ayrıntı Yayınları’ndan, Murat Sevinç ile birlikte kaleme aldıkları Kuruluşun İhmal Edilmiş İstisnası kitabı İletişim Yayınları’ndan basılmıştır. Anayasa tarihi, cumhuriyetçilik, kurucu iktidar, siyasal temsil konuları üzerine çalışmalarını sürdürmektedir. Ayrıntı Dergi ve Mülkiye Dergisi yayın kurulu üyesidir; 2018-2021 yılları arasında Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı olarak görev yapmıştır. İnsan Hakları Okulu Derneği'nde akademik koordinatörlük görevini sürdürmektedir. Çeşitli dergilerde yazmaya, dersler hazırlamaya devam etmektedir.