Devlet ile yurttaş arasındaki ilişki değişmeden değişim mümkün müdür?

Yıllarca devletin içerisinde yöneticilik yapmış olan Kılıçdaroğlu, şunu anlayamadı: Onun güven verici bulduğu kurumsal devlet yapısı halkın çoğunluğu için olması gerektiği gibi güven verici değil.

Google Haberlere Abone ol

Umut Avcı

Türkiye siyasetinde son bir yılın en güçlü ve popüler sözcüklerinden biri “değişim” ve öyle olmaya da devam edecek gibi görünüyor. Muhalefetin 6’lı Masa etrafında birleşmesi (nasıl ve ne düzeyde olduğunu bir kenara bırakarak) büyük bir değişimin hem kendisi, hem işaretiydi. Sürecin ikircikli de olsa yarattığı heyecan ve ivme tüm Türkiye’de büyük bir değişimin eşiği olarak hissedildi. Helalleşme yaklaşımı da dahil olmak üzere Kemal Kılıçdaroğlu’nun (nasıl aday olduğu ve ne kadar doğru aday olduğunu bir kenara bırakarak) seçimin ilk turuna kadar kullandığı söylem ve dil, siyasilerden çok uzun zamandır duyduğumuz şiddet dilinden çok farklıydı (ki ikinci turda bu dilden vazgeçilmesinin farklı kesimlerden seçmen üzerindeki etkisi ayrıca bir başlık olur). Kurumsal devlet yapısını halka yakınlaştıran, halkın hizmetine sunan bir politik aks tarif ediliyordu. Söylemdeki ve yaklaşımdaki bu değişim ve kalplerin uçuştuğu iletişimin yapıcı etkisi güçlü ve harekete geçiriciydi.

Ancak elbette her etki bir tepkiye sebep olur. Değişimi istemeyen ve hatta statükoya kaçınılmaz olarak göbeğinden bağlı iktidar da ufak tefek reformlar düzeyinde değişime vurgu yaptı çünkü halktan yükselen değişim talebi çok belirgindi. Nitekim özellikle ücretlerle ilgili vaatlerini yükseltti, ekonomide değişim için getireceği bir isim verdi, bir ay ücretsiz doğal gaz kullanımı hediye edecek kadar ileri gitti. Ancak esas tepkisi tüm gücüyle muhalefeti hedef almak oldu. Muhalefeti doğrudan ve dolaylı, yasal ve yasal olmayan yöntemlerle, her perdeden ve her mecradan baltalarken; devlet olanaklarını içerisinde bulunduğu ittifak manzaralı AKP iktidarının ve bizzat mevcut cumhurbaşkanının seçilmesi için sonuna kadar kullandı. İktidar için değişim, kaybetme kaygısı oranında cüretinin de büyümesiydi. Çünkü muhalefetin ayak seslerinin işaret ettiği değişim onun için varlık yokluk mücadelesiydi.

28 Mayıs’ta sandıktan mevcut iktidarın yola devam edeceği neticesi çıkınca yükselen değişim arzusu da şartlara uygun bir mecra aradı denebilir. Seçim sonuçlarının açıklanmasından hemen sonra Erdoğan’ın bu üçüncü (kimine göre ikinci) döneminde motivasyonu kendinden menkul bir değişimle politikaları ve söylemlerinde daha yumuşak ve kapsayıcı bir ton kuracağına dair bir miktar atılıp tutuldu (Halbuki seçim sonuçlarını kutlamak için yaptığı ilk balkon konuşmasında ülkenin eşit yurttaşları olan LGBTİ+'lara nefret kusmuştu). Sonra herkes ekonomide olacak değişime gözünü dikti ve halen de gözlerini oradan alabilmiş değil (çünkü gözün gördüğünü zihnin anlayabilmesi için bir parça tabii bilimlere uygunluk gerekir). Ancak değişime dair en büyük kakafoniyi takip ettiğimizde görüyoruz ki esas değişmesi gereken ana muhalefet partisi CHP imiş. Seçimlerden sonra aman iyi ki kazanamamışlar dedirtecek pespayelikte dağılan 6’lı Masa ortaklığının tüm yapılamamışlarının ve seçimin kazanılamamasının faturası Kemal Kılıçdaroğlu ve dolayısıyla da CHP’ye çıktı. Ödev CHP’ye verildi. Değiş!

İktidar tarafından bakacak olursak o günden bugüne halen aynı biçimde ivme kazanarak kendi statükosunu baki kılacak, hesap verebilirliği ortadan kaldıran toplumsal değişimi hayata geçirdiğini görüyoruz: Ülkede ne hukuk ne yargı bırakılmış; yasa, kanun, nizam, yol yordam yerle bir edilmiş, iktidara yakın kişiler kurumlar ve kanunların üzerinde, her şeyi ilişkiler belirliyor; tarikatların güçleri ve uygulamaları tüm değerlendirmelerin ve denetlemelerin ötesinde ve sınırları belirsiz; seçimden bugüne çeşitli sebeplerden siyasi yüzlerce göz altı olmuş; TİP Hatay Milletvekili Can Atalay serbest bırakılmıyor; Merdan Yanardağ geçmişte iktidar kanadından insanların defalarca söylediği suç olmayan aynı sözler yüzünden içerde; ülkenin eğitimli eğitimsiz tüm gençleri yurtdışına gidip sosyal bir devletin kanatları altında yaşam kurmak için bin bir yol ararken çeşitli başarılarıyla eğitim bursu kazanan gençler “geri dönmeme şüpheniz buluyor” denerek vize alamıyor; ülkede her gün bir kadın öldürülüyor, 2 kadının ölümü şüpheli bulunuyor; lezbiyen, biseksüel, gey, trans, interseksler ve cinsiyet kimlikleri ve cinsel yönelimleri makbul bulunmayan herkes nefret söylemine maruz bırakılıyor ve hedef gösteriliyor; ülkenin bir o körfez ülkesine bir bu Arap yarımadasına kapı kapı dolaşıp sıcak para dilenen bir cumhurbaşkanı var; ekonomi çığırından çıkmış, her kafadan bir ses çıkıyor, isimler tek başına güven vermekte yetersiz, tekrar tekrar beyanlara uymayan uygulamalar yapılıyor; kurumların paylaştığı bilgilerin doğru olmadığını herkes biliyor ama yanlış dersen tutuklanabilirsin, birileri Twitter'da seni hashtag yapar, savcıları göreve çağırır, yığın yığın güdümlü yurttaş CİMER'e şikayette bulunur, hop diye alınırsın; İktidarın parçası olan, ya da iktidara yakın kişiler ne nefret suçu, ne de etik dinlemeden, doğrusuna yanlışına, tutarlılığına, saçmalığına bakmadan ağzına geleni söyleyebiliyor çünkü yapmalarının önünde herhangi bir engel yok. Bu paragraftaki her şeyde bir değişim var. Olumsuz yönde ve ivmesi artarak.

Pekala dedik ki ödev CHP’nin, ve CHP değişmeli. Gerçekten de değişmeli. Bu değişim iktidar olmayı amaçlamakla kalmamalı, demokrasiyi iktidar olmadan önce kendi bünyesinde yapısal ve kültürel olarak tesis edebilmeyi de amaçlamalı. Ki kazanmasını sağlayacak olan yegane değişim de budur. Demokrasiyi şekilsel bir vitrin şovu olarak kurgulayarak değil, yaygın, yerleşik ve içselleştirilmiş, insan hakları temelinde yapılaştırarak içine sindirmelidir. Yani önce kendisi demokratikleşmelidir.

“Devlet başkanının kendisi öfke nöbetleriyle oraya buraya saldıran zorba bir çocuk ise ve medya da her hamlesini ağzı açık izliyorsa, dayanışma ağları örebilecek ve adamın stratejik kendini kaybetme hallerinin büyüleyici tesirinden 'kopup' kurtulabilecek olanlarımız için çok önemli bir alan açılmış demektir. Çılgın zorbaya kapılanlar onun hem hukuka yönelik hem de kendi gücüne ve yıkıcılık kapasitesine getirilebilecek sınırlara yönelik kasıtlı itibarsızlığı ile özdeşleştikleri ölçüde, karşı hareket de aksine, özdeşleşmenin terki temeline dayanan bir harekettir.” diyor Şiddetsizliğin Gücü kitabında Judith Butler. Yani diyor ki otoritenin muhalifleri yekpare bir özdeşlik kurmama temelinde buluşmalıdır. Yani billurlaşmamalı, katılaşmamalıdır. Yani kapsayıcı ve katılımcı bir demokrasinin imkanlarını oluşturma çerçevesinde buluşmalıdır. Paragrafın devamında Butler, liderle özdeşleşmek değil yaşamın, gelecek yaşamın yaşanabilirliğini savunmak etrafında özdeşlik kurmak gerekliliğinden bahsediyor.

Gündemdeki CHP’nin zorunlu değişimi, liderler ve roller üzerinden konuşuladursun, Ekrem İmamoğlu’nun yurttaş önerilerini toplamak için açtığı "İktidar İçin Değişim" adlı site epey medyada epey konu oldu. Pek çok yorumcu bu çıkışı parti başkanını değiştirmek yolunda yapılmış terbiyeli ve çekingen bir hamle olarak niteledi. Ekrem İmamoğlu’nun bu hamlesi son dönemde özellikle sivil toplumda dijital demokrasi olarak sık sık bahsi geçen ve kullanılan, hem katılımı ve angajmanı arttıran, hem de doğrudan yurttaştan veri toplayarak üstüne analiz yapma imkanı sağlayan, İstanbul ile ilgili çeşitli başka konularda da İmamoğlu’nun sık sık başvurduğu çağdaş bir yöntem. Ve "Kemal Kılıçdaroğlu kalsın mı gitsin mi"den de öte, CHP yani ana muhalefet nasıl örgütlensin sorusunu barındırdığı için kıymetli bir adımdır.

MUHALEFETİN DEĞİŞİM VAADİ NEDEN YETERLİ OLMADI?

Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde yürütülen kampanyalar arasındaki hadsiz hudutsuz eşitsizliği mutlaka aklımızın bir kenarında tutarak, gündeme hiç gelmemiş bambaşka bir perspektiften bakalım.

Yıllarca devletin içerisinde yöneticilik yapmış olan Kılıçdaroğlu, şunu anlayamadı: Onun güven verici bulduğu ve kuracağını söylediği kurumsal devlet yapısı bu ülkede yaşayan halkın çoğunluğu için olması gerektiği gibi güven verici değil.

Halkın gözünde devlet, halk dostu değil. Devlet yurttaş için bir yandan adeta bir ataerkil baba figürü gibi onu esirgeyen ve koruyan bir üst otorite ve bununla tutarlı biçimde doğrudan azarlama ve kolluk aracılığıyla sürekli sopasını gösteren bir yapı. Yurttaş taleplerini dillendirdiğinde, açıklama istediğinde, hesap sorduğunda, muhalefet ettiğinde onu azarlama, zarara uğratma, izole etme ve şiddet uygulama gücüne olduğu kadar hakkına (!) da sahip.

Bu anlayış devletin eğitim, sağlık, yargı, kolluk, maliye ve benzeri organlarının uzantısı olan öğretmen, doktor, savcı, polis, memur; halkın mecbur kaldığı için iletişim kurduğu alanlara da sirayet eder. Buralardaki dil ve yaklaşım her ne kadar olumlu yönde gelişim kaydetmiş olsa da hayatın her alanındaki bu kurumlar ve bireyler halkın zihnine devletten aldığı yarım yamalak yetkiyi, üstten tavırlar, azarlamalar eşliğinde kullanan, halkı dinlemekten çok kendisi konuşan, soru ve sorunlarını önemsizleştiren, geçiştiren ve çokça yargılayan, ürkütücü ve uzak devlet arayüzleri olarak kazınmıştır. 

Yurttaş, çocuğu ortaokula başladıktan itibaren öğretmenle veya okul idaresiyle gitgide daha seyrek, o da belki görüşür; zorunda değilse mümkün olduğunca uzak durur. Devlet hastanelerindeki sistem sebebiyle kendisine reva görülen 6 dakikada gördüğü hekim muamelesi kendini değersizleştirilmiş hissettirir, hastalığının hafife alındığını düşündürür. Polise herhangi bir başvuruda bulunmaya kalksa haksız çıkmaktan korkar. Polisin yardımına ancak aşırı durumlarda başvurur. Çözüme eş, dost, akraba, tanıdık ve aracılıklarla gitmeye çalışır ya da boş verir, Allah’a havale eder. İşi devlet dairesine düşmüşse memurların komutlarıyla anlamadığı bürokratik işlemler için bir oraya bir buraya koşturur.

Tüm bu etkileşim alanlarında yurttaş konuşturulmaz. Dinlenilmez. Mecburen sorulması gereken en az sayıda soru sorulur ona. Kendini ifade etsin diye değil, eldeki çözüm olasılıklarıyla eşleşebilecek hangi mesele ile geldiğini tespit etmeyi sağlayacak kilit ifadeleri yakalayabilmek için. Yurttaşın beyanına pek güven duyulmaz, devletin eli bildiğini işler. Normatif sınırlar içerisinde kategorize eder, yaftalar, yapılması gerekenleri sıraya koyar ve gönderir. Çünkü devlet çok yoğundur, başı kalabalıktır, halka ayıracak zamanı yoktur. O koca koca kurumların hep daha mühim işleri vardır da işi düşen yurttaş onu bu büyük işlerden alıkoyuyormuş gibi davranır. Koskoca devlettir, otoriterdir, itaat edilmesi gerekir. 

Devlet ulaşılamaz, nüfuz edilemez ve kavranamaz kocaman bir bütün olarak Demokles'in kılıcı gibi durur halkın kafasının üzerinde.

Halkın çoğunluğu, kurumsallaşmış, yazılı çizili kurallarına sıkı sıkıya bağlı işleyen bir devletten, o devlet asla benim yanımda olmaz, ben ona asla erişemem ve o beni her fırsatta yıkıp geçer diye düşündüğü için çok korkuyor. Hatta öyle ki yurttaş kendini anayasada yazılı haliyle açıktan ifade ettiğinde, devletin jopuyla ya da yargısı yoluyla misillemeyle karşılaşmayacağı bir dünyayı tahayyül edemeyecek hale gelmiş durumda.

Kemal Kılıçdaroğlu’nu şu veya bu şekilde dinleyen kafası karışık, arada kalmış ya da artık bir değişim gerektiğini düşünmeye başlamış seçmene Kılıçdaroğlu’nun çizdiği yapıları ve kuralları işleten devlet resmi, nihayetinde korkutucu gelir. Kılıçdaroğlu Babala TV’ye çıktığında, sorulara verdiği cevaplar içerisinde bilgisi ve deneyimi gereği devlet yapısı ve işleyişine dair pek çok ders vardı. Ancak devletin ta kendisinden halkın ödünün koptuğu bilgisine sahip değildi. Halbuki bilmesi gerekir ki Türkiye’de devlet hiç bir zaman yurttaş dostu olmadı. Yüzü her zaman asık ve ciddi, işleyişi cezalandırıcıydı.

Şunu kabul etmemiz gerekiyor, halkın yarısından fazlası tek adam rejimini (üstelik devlet ile hükümetin sınırlarının birbirinin içerisine geçtiği tam da bu haliyle) daha az korkutucu buluyor. Çünkü karşısında devlet değil bir insan görüyor. Nüfuz edebileceği, sesini duyurma imkanı olan biri, birileri. İşkur’dan iş bulabilmek için varsın AKP’ye üye olmak lazım gelsin. Varsın çekelenerek AKP etkinliklerine, açılışlara, mitinglere götürülsün. Zorbaca bir örgütlenme biçiminde olsa da karşısında e-devlet arayüzü, ofiste masa arkasında bir devlet memuru, devlet resmiyeti değil partili sivil kişiler bulunuyor ve kişiler tüm kaprislerine ve ödenmesi gereken olası bedellere rağmen ulaşılabilir, nüfuz edilebilir. Neleri yaptığında ya da yapmadığında nereden nasıl bir zarar görebileceğini kestirebilir ve hareketlerini ona göre ayarlayabilir. Aynı kitlenin devlet olarak algıladığı o neredeyse ilahi yapının ise sağı solu belli olmaz. O devlet, yurttaşının açığını bulacak biçimde tasarlanmıştır. Öyle olmasa da öyle olduğu bilgisi halkın iliklerine işlemiştir. Devlet asla yanılmaz. Yanılsa da yanılmaz. Devlet kendini teslim edeceğin değil, sorgusuz sualsiz kendini teslim etmiş görüneceğin ancak esasında sakınacağın bir mekanizmadır. Halk pek çok ülkeye oranla inanılmaz düzeyde devletin kontrolünde olsa bile devlete işinin düşmesinden mümkün olduğunca kaçınır. Taleplerini, ihtiyaçlarını, yoksunluklarını, hakkını aramayı şahıslar üzerinden çözmeye alışmıştır. Her sınıftan herkesin bir yerlerde bir tanıdığı vardır. Ya ona danışır, ya onu aracı yapar ya işini ona takip ettirir.

Bu seçimde iyice kutuplaşmış olan iki kesim için devlet tarifinin farkının büyüklüğü pek kimse tarafından görülemedi, anlaşılamadı ve dolayısıyla mevzubahis de edilemiyor. Bu korkuyu açığa çıkarmak, bu kaygıyı duyacak soruları sormak ve sonra bu kaygıyı gidermek inanılmaz zor ve bambaşka bir çalışma biçimi gerektiriyor. Sokak röportajlarında iktidarı destekleyen seçmen, iktidarın -elindeki orantısız ve hatta yasadışı medya kullanımı gücüyle- ağzına yerleştirdiği terör, TOGG, İHA-SİGA, LGBT, yol yaptılar, dış güçler, fırsatçılar, vb. gibi şeyleri hızlıca sıralayıveriyor olsa da kimse onun asıl kaygısını duyamıyor çünkü bunu sormuyor ve sorabilecek araçları ve olanakları geliştirmiyor. Oluşturulan atmosferde bu kaygının ortaya dökülebileceği iletişim imkanları çok sınırlı ve bu aynı kaygı yurttaşın kendi kendini dinlemesini, içindekileri fark etmesini ve kendi zihni ve ağzıyla ifade etmesini çok zorlaştırıyor.

Muhalefet ne yapıp edip yurttaşın gönlündekileri ve zihnindekileri kendi sözleriyle ortaya dökebilmesinin bir yolunu, imkanını bulmalı, yaratmalı ve onların kaygılarına, düşüncelerine kıymet verip örgütlenmesinde ve politikalarında bunlara cevaplar aramalı; bunu da katılımcı ve kapsayıcı bir yaklaşım zemininde yapacağının taahhüdünü vermelidir. Muhalefet doğru soruları, uygun koşulları yaratarak, uygun biçimde sormayı öğrenmeli ve bunu, soruları cevaplamak ya da muhalefetin durduğu yeri açıklamak için bir fırsat olarak kullanmak amacıyla değil bireyleri eşit ve insan hakları teslim edilmiş yurttaşlar olarak tanıdıkları için, yurttaşların söyleyeceklerinin muhalefetin yol haritasında önemli bir yeri olacağı için yapmalı. 

Değişim talebi ağırlıklı olarak ana muhalefete yönelmiş durumda ve eğer muhalefet gelecekte iktidar olmak istiyorsa ve iktidar olmayı demokrasiyi tekrar tesis etmek için istiyorsa, ilk başta sorunları işaret edecek doğru soruları bulması gerekiyor: Halka onu dinleme ve olduğu gibi tüm çeşitliliği ve kimlikleriyle haklar çerçevesinde tanımayı taahhüt eden yöntemlerle bu soruları sorarak, yurttaşların gerçek kaygılarını duymak ve demokrasinin bu kaygılara nasıl cevap olabileceğini kavrayabilmeleri için olanaklar oluşturmak. Bunu yapabilmenin yegane yolu ise muhalefetin kendi örgütlenmesi içerisinde buna koşut yapıyı ve kültürü yerleştirmesi, yani amaçlarına uygun araçları bulup kullanmasından geçiyor.

Toparlamak gerekirse muhalefetin (görünen o ki CHP’nin) hem iktidar olabilmek hem de koşar adım otoriterleşen ülkenin yönünü demokrasiye doğru çevirebilmek için yapması gereken: halkla olabildiğince yatay düzlemde iletişim kurabileceği ve ondan kendi gerçekliğini duyabileceği zemini oluşturacak, bu zeminden aldığı veriyi insan hakları temelinde duyup karşılayabileceği politikaları üretebilecek ve aynı veriyi kendi içerisinde de karşılayabilecek bir örgütlenme biçimini oturtarak ileride iktidar olduğu takdirde yurttaşa hizmet edecek bir devleti nasıl yapılandıracağına dair canlı bir model oluşturacak değişimi gerçekleştirmektir.