'Devlet kapısına düşmüş Vanlılar gibi kederliyim'
Şair arkadaşımız Öztürk Uğraş 2004 yılında ayrıldı bizden ve dünyadan. Şair arkadaşları bütün şiirlerini "Yüzümün Mülkü Senin Olsun" kitabında bir araya getirdi.
Telefonu açtığımda, karşıdaki ses, "sana Mardin'de ölmeyi anlatacağım" dedi. Bu dize, dergide yayımlanan "Aşk ve Gurbet Arasında" şiirimde yer alıyordu. Bu dizeyi okuduktan sonra tanıttı kendisini telefonun öbür ucundaki ve beni, radyo için hazırladığı şiir programına davet etti. Öztürk Uğraş'ın kitaplarını okumuştum ve onun şiir programını da takip etmeye çalışıyordum. Teklife sevinmedim dersem yalan olur. Ama şöyle bir şey vardı: Ben 'ünlü' bir şair değildim. Kitap yayımlamamıştım henüz. Şiirle ilgili yazdıklarım yayımlanmış olsa da radyo programında şiir üzerine ahkam kesecek kadar hazırlıklı değildim (hâlâ değilim). Ama Öztürk bu, allem etti kallem etti ikna etti beni programa katılmaya.
Programa katılacağım gün şiirlerimin yayımlandığı dergileri buldum. Şiirleri okuyup prova bile yaptım. Ben bu telaş içindeyken Öztürk aradı. Radyonun adresini tarif etti ve "70'lik bir votka getirmeyi unutma" dedi. Votka mı? Radyoya mı?
70'lik bir votka ve meyveli bir içecekle radyodaydım. Programdan önce ilk kadehi içerken, "Votkayı İbrahim Şen'e söyleme" diye uyardı Öztürk.
Program bittiğinde votka da bitmişti çoktan. Tahmin edilebileceği gibi en çok Öztürk içmişti, en çok o konuşmuş, o şiir okumuştu. Stüdyodan Yayın Yönetmeni İbrahim Şen'in gözlerinin içine, "Ne var içtiysek" der gibi bakarak.
Öztürk Uğraş'la böyle heyecanlı, alkollü ve sağlam başlamıştı dostluğumuz. Sonra ben gazeteci oldum. Kitabım çıktı. Piya Kitaplığı'nın editörlerinden biri oldum. Burada bir parantez açmam lazım: Bir gün Piya Kolektifi'nin, Kunduz Düşleri ile Ütopiya dergilerinin edebiyat dünyasındaki özgün yeri ile ilgili kapsamlı bir çalışma yapılır umudunu hâlâ taşıyorum.
Beter içerdi Öztürk, bu nedenle hatıralar hep anason kokuyor.
*
Yayınevinde mesai yapmaya başlayınca Öztürk'le daha çok buluşmaya başlamıştık. Özellikle yeni bir şiiri varsa, birine kızmış ve küfür etme ihtiyacını kuvvetle hissetmişse ya da sadece Beyoğlu'nda içmek için gelirdi, Büyükparmakkapı'daki yayınevine.
Bir keresinde Fadıl Öztürk'le kavga etmek için de gelmişti. Gelmeden önce de haber vermişti herkese. Düello falan olmadı elbette, pis pis bakışmakla yetindiler. Sonra yayınevinin alt katındaki Kelaynak kafede sarhoş ve güle oynaya bitmişti gece. Beter belaydı Öztürk, bağırır çağırırdı ancak kimseye vurduğunu hiç duymadım.
*
Öztürk'ün mezarlıkta çalıştığını söylemiş miydim? Evet, arkadaşlarına anlattığı onlarca hatıra biriktirdi mezarlıkta çalışırken. Bunlar, Öztürk'ün muzipliğinden, mecburen çalışıyor olmanın can sıkıntısından, ölüme bu kadar yakın olmanın ürküntüsünden kaynaklanan komik hatıralardı.
Bu komik hatıraların bir kısmı inanılmazdı. Mesela mezarlıkta din görevlisi olarak çalışan birisiyle mezarlıkta nasıl keyifle içki içtiğini anlatırdı. Kim inanır buna? Sonra bir gün adamı Kelaynak'ta içki içerken gördüğümüzde de inanamamıştık. Memurluk kalıplarını tersyüz eden beter bir pejmürde serseriydi Öztürk, kıyafet yasasından da özlük haklarından da bihaberdi.
*
Yayınevinden birlikte çıktık. Çiçek Pasajı'nda mütevazı bir mekana oturduk. Paramız bira patates ikilisine yetiyordu. Masada Öztürk'ün "Hay Benim Boynum Kopsun" şiir dosyası vardı. Öztürk çanta taşımazdı. Bu nedenle rulo yaptığı dosya, üstündeki kıyafetler gibi, iyice buruşuktu.
Dosyadaki şiirler tamamdı ama dosyanın adına içim ısınmamıştı. Bunu ve elbette şiir hakkında konuşuyorduk. Çünkü Öztürk'le sadece şiir konuşulurdu.
Bu arada bitişik masada oturan iki genç, kendi masalarını donatıyorlardı. Mezeler, yemekler, derken masada tabak koyacak yer kalmamıştı.
Öztürk Edip Cansever'den, Turgut Uyar'dan, Türkiyeli sanatçıların yoksulluğundan, hükümetlerin ve elbette halkların duyarsızlığından söz etmeye başladı. Söylediklerine müdahale etmeme fırsat verecek gibi değildi. Kendi haline bıraktım onu.
Gençlerden biri, kibarca, "Şair misiniz?" diye sordu. O vakit anladım Öztürk'ün benimle konuşmadığını, gençlere mesaj verdiğini. Almanya'dan İstanbul'a eğlenmek için gelmiş gençlerle masalar birleştirildi. Gece o kadar belalıydı ki hiç bitmeyecek gibi gelmişti bana. Sabaha karşı, artık ayakta duramayan gençleri Tarlabaşı'ndaki otellerine götürdüm, yataklarına yatırdım. Bu arada her fırsatta Öztürk'e, "Bir daha görüşmeyelim kardeşim" diyordum. Fena halde dost canlısıydı Öztürk. Ertesi gün boynuma sarılmıştı ve gecenin gerilimi bir tatlı hatıra olarak hafızamda yerini almıştı bile.
*
"ey açık renkli ses/ey hayatımın büyük yemini şiir/imkanlar sokağına düşen cinnetim, lütfen kavga!" Hayatla hep didişen, hep itiraz eden Öztürk'ün kavgaya davet eden çokça dizesi vardır. Öte yandan "kaçak yapılar gibi tedirginim" diye haber verir.
Aşk şiirleri de yazdı Öztürk. Şiirlerine bakın, Banu, Sibel, Lamia gibi kadın isimleri karşılar sizi. Ama öyle sulusepken değildir sevgisi de tutkusu da. "polislerin üç gözleri vardı birinin adı g-3'tü/ve hayatımın gülkanı arkadaşlarım ölüyordu/gün bitiyor şairler öpüyordu/kerime nadir gibi ağlayan kadınları".
Şiirde, günlük hayatında olduğu gibi, bıçkındır sesi Öztürk'ün. Şiirindeki erotizm de sokağın sesiyle girer şiire. Ancak bütün bu hırçınlık, kaba saba çıkışlar, hep Öztürk'ü içten içe yiyip bitiren hüznü perdelemek içinmiş gibi geliyor bana. Çünkü sonunda vardığı yer hiçlik duygusu oluyor: "tek mülk hiçliktir/ve çöl sahidir".
Fena hüzünlü bir şairdir Öztürk, ağzının bozukluğu hep bu nedenledir.
*
Kim aradı, hatırlamıyorum. "Öztürk öldü" dedi.
Halbuki biz ondan yeni şiirler bekliyorduk çünkü emekli olmuş ve hayatının geriye kalanını şiire adamak üzere Çanakkale'ye yerleşmişti.
"Öztürk öldü" cümlesi Öztürk'ün sonradan gülümseyerek anacağımız münasebetsiz bir oyununa benziyordu. Ama gerçekti. Öztürk ölmüştü.
Şöyle demişti: "korkmuyorum/belayı kapıda karşılarım ama/bu emektarda şase sağlam değil artık/arkadaşlar, mektup yazın millet arkam var sansın".
O belirsiz millet arkası var sansın diye değil, sahici bir kederle onu yıllarca gittiği mezarlığa son defa götürdük. Defnettik. Mezarı başında dururken şaşkındık. Kahkahayla gülebilirdik bir hatırasını paylaşarak ya da burnumuzu çeke çeke ağlayabilirdik, Öztürk artık bir daha uyanamayacak diyerek.
Öztürk beter bir adamdı, insanı hep öyle sarsıcı bir ikilemde bırakırdı.
*
Bir defteri vardı Öztürk'ün, benim hiç görmediğim. Bu deftere şiir notlarının yanı sıra kimi şiir ve şairlerle ilgili düşündüklerini de yazdığını söylerdi. Neredeyse her gün görüştüğü arkadaşları hakkında yazmayı da ihmal etmemişti elbette. Ve öyle bir söylerdi ki bunu, bizim bilmediğimiz bütün sıralarımız faş olacaktı sanki.
Ancak Öztürk şiirle ve şairlerle ilgili düşündüklerini bir defterde saklı tutacak insan değildi. Aldığı notlar bir şekilde şiirine sızmıştır mutlaka. Meraklısı bulsun, bu dizelerde çokça görüştüğü, çokça kavga ettiği şair arkadaşları vardır mesela:
“uzağın içindekileri almaktan geliyordum/ balverenli o temiz çocuk kör topal ve dul/ topluca telli baba’ya gidip dediler ki:/ biz kekemece’den lincimizi isteyeceğiz”.
O defter var mıydı, bilmiyorum. Çünkü hiç görmedim. Ayrıca doğru mudur bilmem, defterin İbrahim Şen'de olduğu rivayet ediliyor. Buradan sesleneyim bari, nicedir kayıp olan İbrahim'e: Defteri bütün arkadaşlarının görmeye hakkı var kardeşim. Sendeyse defter, bir şekilde biz de görelim lütfen.
Öte yandan o defteri gördüm diyenleri Öztürk'ün yanılttığını da düşünüyorum. Çünkü Öztürk gittikten sonra o defter bulunamadı ve çünkü Öztürk, fena yanıltırdı insanı.
*
Öztürk, 6 Ağustos 2004'te ayrılıp gitti bizden, dünyadan. O kadar zaman geçmiş, hâlâ sevgiyle, özlemle hatıralarındadır arkadaşlarının. Fena aykırıydı Öztürk ve kendisini böyle sevdirdi arkadaşlarına.
Bu nedenledir şair arkadaşları Salih Aydemir, Binali Duman, Nesimi Aday, Özgün Enver Bulut, Keziban Karaaslan, Altay Ömer Erdoğan'ın kolektif katkısıyla dört kitabı "Yüzümün Mülkü Senin Olsun" adı altında bir araya getirildi ve Pikaresk Yayınları'ndan çıktı. Kim arar bulur kitabı, bilemem. Ama bu kitap, Öztürk'ün arkasında duran arkadaşlarının başucunda duracak. Kederle, sevgiyle, artık tertemiz hatıralarla...
Ve bir soruyla: Öztürk, emekli olup Çanakkale'ye yerleştikten sonra hiç mi şiir yazmadı?