YAZARLAR

Devlet organı olarak mafya

Peker’in söyledikleri, savcılardan başka herkesi harekete geçirdi. En ilginci Ağar’ın cevabıydı: “Ben olmasam marinayı mafya alır.” Kim marinadaki “mafya kavgası”nı daha iyi izah edebilirdi?

Devletin makbul ve menfur suçluları çarşı pazarı karıştıracak şekilde birbirine girince, 12 Eylül döneminden bir karikatür geldi aklıma, onu anlatacağım bu yazıda. Be adam her meseleyi 12 Eylül’e bağlamasan olmaz mı diyeceksiniz, hakkınız var ama bu mesele de dönüp dolaşıp bağlanıyor işte, üstelik benden önce Hakkı Özdal ve Ümit Kıvanç, benden güzel anlattı mafya-devlet bağına ilişkin bu tekerrürü, okumayan varsa kaçırmasın bence.

Karikatüre gelelim:

12 Eylül darbesinden sonra bir dönem “mafya operasyonu” yapılmıştı. Generaller, “yeraltı dünyası”nı da emir komutaya bağlama niyetine girmiş, Kürt Ahmet, Dündar Kılıç gibi namlı figürler hapse atılmıştı. O zaman da tıpkı bugünkü gibi mafya diye bir şey olmadığı, varsa da bittiği, bitmediyse de artık biteceği ilan ediliyordu her gün. Karikatürcüler de yalancı çobana kim inanır meselini bildiği için, olan biteni bir çizimde şöyle özetlemişlerdi: İşte, bir yüksek bürokrat, “Bu işi en kısa sürede bitirmek, bunları temizlemek lazım” gibilerinden laflar ediyor. Bürokratımızın masasının önünde elinde tespihi, yumurta topuk ayakkabısı, belinde tabancası ile oturmuş bir zatı naşerif, karşısındaki bürokratın teklifine şöyle cevap veriyordu: “Parasında anlaşırsak niye olmasın?”

GAYRİNİZAMİ GÜÇLERİN BECAYİŞİ

Karikatür, “temizlik” denilen şeyin aslında bir nöbet değişikliği, bir münavebe ya da becayiş olduğu bilgisine yaslanıyor esasen. Mafyayı temizlemek isteyen, makbul mafya-menfur mafya ayrımına bakmaz. Mafyanın temizlenmesi için gerekli ilk şart olan mafyöz ilişkilerin palazlanacağı iklimi temizler her şeyden önce. Elbette bunun için öncelikle temizliği yapacak otoritenin, kendi ilan ettiği hukuka kendi bağlılığı şartı gelir. Yani mafya iklimi, hukuksuzluğu esas almış yönetimin yol açtığı iklimdir birinci olarak; ama ikincisi de var bunun: O sadece bir iklimi üretmekle kalmaz, o iklimde yaşayacak unsurları bizzat örgütler, olmadı üretir. “Gayri nizami” devlet güçleridir en özetle bunlar.

Nitekim generallerin temizliği, kendi hukuksuzluklarına bağlı olmayanları ortadan kaldırıp bağlı olanların önünü açma yöntemine dayanıyordu. O günlerde en ünlü mafyalar Sarı Avni, Oflu Osman, Kürt İdris, Kürt Ahmet, İnci Baba filan gibi isimlerdi ama bir başka “mafya” hızla güçleniyor, sadece güvenlik ve medya profesyonelleri değil, sokaktaki vatandaş da her fırsatta adını anıyordu: Ülkücü Mafya. Alaattin Çakıcı, Nurullah Tevfik Ağansoy, Abdullah Çatlı gibi isimler kağıt üzerinde suçlu ve firari, idari planda ise serbest ve iş başındaydı.

RUTİNİN İÇİ DIŞI

Elbette “Ülkücü mafya” sadece ülkücülerden oluşuyor değildi, mafyatik işlere yönelenlerin “ülkücüleşmesi” de söz konusuydu; mesela Sedat Peker organik olarak “ülkücü” değilse bile ideolojik olarak herhangi bir ülkücüden farklı da değildir. Susurluk denilen şey, generallerin başlattığı “mafya temizliği” işinin aslında bir kadro ve yapılanma değişikliğinden ibaret olduğunun ortaya saçılmasından ibaretti; karikatürde mafya temizleme işini alanlardı onlar yani.

Bugün de bilindiği gibi Süleyman Demirel, “Devlet bazen rutin dışına çıkar” derken, devletin “mafya ihtiyacı”nı anlatıyordu; aynı geleneğin bir başka ifadesini Susurluk günlerinde oluşan kamuoyu baskısına dayanamayarak İçişleri Bakanlığı gibi bir görevden istifa eden Mehmet Ağar, “Bin operasyon yaptık” sözleriyle dile getirdi. Demirel nitelik tercihini, Ağar nicelik boyutunu anlatıyordu herkese. “Rutin dışı” demek, kendi ilan ettiği hukukla baş edemeyeceği işleri görmek ya da gördürmek demekti, yani hukuk dışının meşru görüldüğünün kabul ve ilanı. “Bin operasyon” da niceliğin büyüklüğünü anlatıyordu, bin demek sayısız demekti tabii ki yoksa 12 Eylül’den başlayarak binlerce göz altında kayıp, yüzlerce faili meçhul dahildi bu “bin”e. Olan bitenin bir başka resmi kabulü, Mehmet Ağar’ı İçişleri Bakanı olarak görmekten pek mutlu olan Tansu Çiller tarafından Susurluk tartışmalarında dile getirilmişti: “Devlet için kurşun atan da şereflidir, kurşun yiyen de şereflidir.”

MAFYATİK KOALİSYON

Susurluk’un ifşa günlerinin ölü ya da diri baş aktörleri Abdullah Çatlı, Hüseyin Kocadağ, İbrahim Şahin, Korkut Eken, Mehmet Eymür, Yeşil ve itirafçılar filan hep bu “şerefli” heyettendi, kendi aralarında kavgalar, statü farkları, değer ayrımları olsa bile. Demirel, Çiller ve Ağar’ın sözleri, Kürt meselesi ekseninde birbirine bağlanıyordu esasen, çünkü bu gayrinizami savaş güçleri, Kürtlerin talep ettiği hukuka karşı cepheye sürülmüş hukuksuzluğun askerleriydi, üçü de bunu iyi biliyordu.

Susurluk’tan beri şu fotoğraf iyi biliniyor: Mafya denilen şey, başta güvenlik bürokrasisinin üç kurumu (yani MİT-asker-polis) olmak üzere, siyaset ve kriminal alanda yaşayan figürlerin dahil olduğu bir koalisyondur. Hukuken yapılamayan işleri yapmak üzere şekillenir ve çalışır. Bu çalışmanın mümkün olmasını sağlayan hukuksuzluk iklimi, elbette sadece makbul olanları değil, olmayanları da besler; siyasi otorite ve idari otoritelerdeki değişiklikler makbul ile makbul olmayanların mücadelesinde kimin öne çıkacağını belirler.

TEMİZLİK DERKEN

Şimdiki iktidar partisinin büyük ortağı, iktidarının ilk yıllarında “mafya temizliği” yapmakla da övünüyordu, birçok sorunu düzelttiği ya da düzelteceği propagandasını yaparken, gelin görün ki onun yaptığı da bir “heyet değişikliği”nden pek uzak değildi. Sedat Peker, bir ara “makbul mafya” statüsüne, ülkeyi yönetenlerle samimi pozlar verecek kadar yükseldiyse bu nedenledir. Mafya-siyaset ilişkisi sadece bir siyasi anlayışın mafyadan yararlanması şeklinde gelişmez, aynı zamanda siyasal birtakım işlerin mafya eliyle görülmesini de içerir. Susurluk ile Kürt iş insanları, gazeteciler ve siyasetçilere yönelik 90’lardaki suikastlar arasında bağ olduğu gibi, 2010’larda Kürt partilerine (HDP ve öncellerine) yönelik “sivil” görünümlü saldırılar Peker ve benzeri isimlerin organizasyon becerilerine yaslanır esasen. Tabii siyaseten istenmeyenin hukuk dışı yollarla tasfiyesi kadar, Susurluk’ta gördüğümüz gibi “sermaye transferi” için de lazım gelir mafyalar. İktidarın kendi küçük gölgesi büyük ortağı MHP’nin, liderinin daha önce açıkça reddettiği Alaattin Çakıcı’ya birdenbire hasretlenmesi ve hapisten çıkmasını sağlaması gayri nizami siyasi rekabet ve sermaye transferi işlerinde yeni bir kadro düzenlemesinin alametleriydi esasen.

AĞAR NE DEDİ?

Peker’in şimdi yaptığı “makbul olmayan mafya” statüsüne sürülmesine karşı “makbul olduğu” günlerdeki bilgilerini kullanarak pazarlıkla karışık bir mücadele yürütmekten ibaret. Mehmet Ağar’a yönelik suçlamalarına Ağar’ın verdiği cevap da karikatürdeki figürü andırıyor: Ben gidersem buraya mafya girer. Bu cevap, Peker’i yalanlamak şöyle dursun tamamen doğruluyor, en azından marina meselesinin mafya mücadelesinin meselesi olduğunu ilan ediyor Ağar. 90’lı yıllardaki mafyalaşma ve mafya-siyaset bağı, dönemin parçalı siyasal yapısı ve güvenlik bürokrasisinin denetimsizliği bahane gösteriliyordu; oysa ülkeyi 19 yıldır tek parti yönetiyor ve fakat 90’lardan farksız bir ilişkiler ağının ifşasına tanıklık ediyoruz. Bu da gösteriyor ki mesele otorite boşluğu olmaktan çok otorite doluluğu, daha başka bir ifadeyle mesele bunun bir yöntem oluşu, devlet etme yöntemi. Son yıllarda siyasal sahnenin orta yerinde Topal Osman’ın hortlaması boşuna değil; hem iktidarın hem muhalefetin aşkla anma yarışına girdiği Topal Osman, bu hukuksuzlukla yönetim modelinin tarihsel köklerinden biriydi.

Devam edeceğim. Çünkü Ağar’ın söyledikleri öyle bir kısa yorumla ve geleneksel hukuk-hukuk ihlali-hukuksuzluk öyküleriyle geçilecek gibi değil; anti-hukuk dediğim şeyin akıl yürütme biçiminin de az bulunur bir örneği.

NOTLAR

1) 12 Eylül günlerinde “Kürt” demek yasaktı. Medyanın “Kürt” kelimesini kullanması zinhar yasaktı. Bunun iki istisnası vardı: Biri Kürt diye bir şey olmadığını anlatan siyasi ya da sözümona bilimsel makaleler, diğeri “mafya”lardan bahsederken. “Kürt diye bir şey yok” tezine dört elle sarılan Hürriyet gibi gazeteler dahil, “Kürt Ahmet” ya da “Kürt İdris” ya da “Zaza Zeki” isimlerini rahat rahat kullanabiliyordu. Yani sadece ya Kürtlerin yokluğu ya da Kötülüğünü anlatırken serbestti “Kürt” demek.
2) Ağar, Susurluk günlerinde parlamentoda konuşurken, bugün söylediklerinden farklı bir şey söylemiyordu. Onun için mesele mafya meselesi değil, hukuksuzluk meselesi bile değil, mafyanın tercih edilen bir yapılanma ve yöntem oluşuna inanç meselesi. İşin bu inanç boyutu, geçenlerde bir televizyonda karşılaştığım bir gazetecinin ifadesinde de vardı. İsmi lazım olmayan gazeteci, mafya konularındaki bilgisini konuştururken, Alaattin Çakıcı’nın babasının 12 Eylül’den önce “sol örgütler tarafından şehit edildiği”ni söyledi. İstanbul’un bir semtinde işlettiği kahvesinin önünde vurulmuştu, polis ya da asker ya da (en azından resmiyette) MİT mensubu filan değildi; fakat “mafyaya karşı tarafsız gazeteci” pozundaki biri için bile “şehit”ti. Şimdilerde Sedat Peker’den esirgenen bu saygı gösterisi, sadece mafyatik karakterlerin silahlı külahlı tehdit gücüne yaslanmıyor, esasen onların devlet organı olduğu bilgisine de yaslanıyor.
3) Ağar Susurluk patladıktan sonra İçişleri Bakanlığı’ndan istifa etti. Demek o günlerde bir “kamuoyu” söz konusuydu ki göreve devam edemeyeceğini hissetmişti. Bugün ise böyle şeyler yok artık. “Kamu”nun yerini doğrudan-nizami veya dolaylı-gayrınizami devlet gücü almış durumda, “oy” da iktidarcı gazete ve televizyonlardaki yorumcuların cin fikirleri.
4) Doğrudan devlet gücü malum kurumlarken dolaylı devlet gücü de işte mafya da denilen koalisyon. Sadece sokaklarda gazetecilerin kıstırılıp dövülmesi değil, iktidar arzuladığı zaman bayraklarla sokakları dolduran “siviller”in sevk ve idaresi yine bu gayrinizami teşkilatlanmalar sayesinde yürütülüyor esasen.