Devlet ve deprem
Devlet yetkilileri, şu anda çok önemli rol oynayabilecek birçok kuruluşa güvenilemediği için kapasite kaybedildiği gerçeğini görerek güven sağlama adımları atmalıdır. Ayrım gözetilmediğine, gözetilmeyeceğine ve bütün imkânların seferber edildiğine vatandaşı ikna etmelidir. Onlar anlamaz, kabul etmez, ama sivil yardım kapasitesi hayatîdir. Psikolojik etkisi de farklı ve derindir. Yardıma koşanları caydırmamalılar.
Muhterem okurlar, deprem ertesi, yardım faaliyeti ve özellikle sivil yardım faaliyetlerinin karşılaştığı güçlüklere dair tecrübelerimi, önümüzdeki günlerde işe yarar umuduyla, kısaca aktarmak istiyorum.
1999 (Ağustos) büyük depremiyle onu izleyen Düzce (Kasım) depremi aylarında, takriben altı ay kadar, deprem yardımı faaliyetiyle uğraşan geniş gönüllüler organizasyonu Sivil Koordinasyon’da yeraldım. Bu zamanın bir kısmı İstanbul’da, yardım koordinasyonuyla (yani yardıma gönüllü insanla o yardıma ihtiyaç duyan insanlar arasında köprü kurarak), bir kısmı deprem bölgesinde, yardımları yerine ulaştırmaya, gerekirse yerleştirmeye, dağıtmaya vs. yardım ederek geçti.
Devletin insanların yardımına koşmadığını, başka koşacak kimsenin de olmadığını, zaten Gölcük’te bizzat askeriye binalarının büyük yıkıma uğramasının gösterdiği üzre, kimin kime yardım edeceğinin de belli olmadığını canlı yayınlardan izleyen ahali galeyana gelmiş, muazzam bir yardım seferberliği başlamıştı. Bu yüzden, dudak uçuklatacak seviyede yardıma gönüllü insan ve alışılmadık yaygınlıkta, etkinlikte bir dayanışma gayreti vardı. İhtiyaç duyulan malzemeleri bulmakta fazla zorlanmıyor, insanların cömertliğine, fedakârlığına hayran kalıyorduk.
Tek mesele şuydu ki, yardıma gönüllü insanlar birçok resmî kuruluşa güvenmiyor, bu durumda da hangi yardımı kime nasıl ulaştıracaklarını bilemiyor, bulamıyorlardı. İstanbul’da, Susurluk skandalı ertesinde “Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” eylemlerine fikir analığı/babalığı yapmış “yurttaş girişimi”nden bir grup arkadaş tam da bu açığı kapatacak bir öneriyle harekete geçmişlerdi. Sivil Koordinasyon, bizim gibi, onları tanıyarak güvenerek derhal gidip faaliyette yerini alanlar ve “ne yapabiliriz?” diye kapıya dikilen onlarca -kimi zaman yüzlerce- insandan oluştu. Sabit işi olmayanlar tam gün, dokuz-beş çalışanlar işlerinden çıkınca geliyor, telefonların başına oturuyor, gece geç saate kadar bizim büroda mesai yapıyor veya birtakım malzemelerle beraber onları gönderdiğimiz yerlere gidiyor, kriz merkezlerinin civarında, çadırkentlerde çalışıyorlardı.
Ağustos depreminden sonra, acil yardım ihtiyaçları büyük ölçüde giderildiğinde ve sıra artık gönüllü faaliyetleriyle halledilemeyecek çaptaki -deprem konutlarının yapılması vs. gibi- işlere geldiğinde, Düzce depremi oldu. Bir-iki saat içinde yola çıktığımızda, yüzlerce araçla birlikte gidiyorduk ve bunların arasında, ilk büyük depremde başlangıçta ortalıkta gözükmeyen askerî, resmî araçlar da vardı. Üstelik, kriz merkezindeki çadırda zor bela masa sandalye kapıp çalışmaya başladığımızda gördüğümüz üzre, geçen birkaç ay içerisinde memlekette çok ciddî atılımlar yapılmış, eğitimli ve donanımlı, ciddîye alınabilir arama-kurtarma ekipleri oluşturulmuştu. O dönemde AKUT’un “kurtarıcılar” kimliğiyle edindiği haklı şöhret teşvik edici olmuş, resmî-sivil pek çok kuruluş böyle hayırlı girişimlerde bulunmuştu. Düzce depreminde de uzun süre çalıştık. Artık daha tecrübeliydik, daha etkili çalışabildik.
Ne var ki, tecrübeden kastım, asıl olarak, işin esasıyla, deprem yardımıyla ilgili değil. Bütün bu işlerde devletle birlikte bulunmak, çalışmak zorundaydık. Ve inanın, işin en zorlu kısmı buydu. Ve bu tuhaflığın basbayağı köklü, yapısal sebepleri vardı.
Sebeplere, daha doğrusu kadim ve aslî sebebe gelmeden, tezahürler -pratik zorluklar- üstünde durmalıyım; neydi bunlar? Yetkililer doğrudan doğruya, sivil yardım faaliyetlerine engel olmaya, sivilleri -deyim yerindeyse- yaklaştırmamaya çalışıyorlardı. Çadırkentin kapısına kadar getirilmiş malzemeye elkoymaya kalkana bile rastladık. Sivil yardım getiren kamyonu alıp merkezî depoya götürmesinler, böylece belirli bir yerdeki ihtiyaca yönelik olarak gönderilen malzeme belirsiz süreyle öylece bekletileceği depoya atılmasın ya da alâkasız bir başka yere gitmesin diye kamyonlara “güvenli” güzergâhlar bulmak, kabul edersiniz ki, her saniyeyi değerlendirmek gereken acil deprem yardımı zamanında fazlasıyla sinir bozucu, fuzulî işti. Basitçe halledilebilecek işler için kırk yerden izinler, imzalar almanın gerekmesi, insanların haline acıyan yetkililerin bile, acil durum ruhuna uygun olarak formalite çiğneyerek davrandıklarında başlarına iş açılması gibi saçmalıklar, gördüğümüz bir dizi garip muamelenin yanında sözü bile edilmeyecek minik aksilikler sayılırdı.
Devletin önümüze çıkardığı engelleri aşmada en büyük yardımcılarımız, neyin ne olduğunu gören ve meselenin devletin şusu busu değil bir an önce insanlara yardım etmek olduğunu idrak etmiş cesur devlet görevlileri oldu. Çadırkentlerin başına koydukları genç subayları -evet, genç ve subaydılar ve onlar da bizim kadar rahatsızdılar!- özellikle anmalıyım. Onlarla birlikte resmî engelleri aşmanın pek çok yolunu bulmuştuk. Enkazların civarından haber alarak kurtarma ekiplerini sahiden gereken yere yönlendirebilmemiz -o sırada böyle bir işi yapan başka kimse yoktu!- için önümüze bir telefon koymayan hâlihazırdaki kaymakam yerine Düzce’ye atanan kriz masası ekibini de saygıyla zikretmeliyim. Onlarla birlikte dinamizmi ve etkinliği yüksek bir faaliyet yapabilmiştik. (Bu ekibin başındaki insan hakkında da, depremzedelerin azıcık havası değişsin, morali yükselsin diye onlar için şehir dışına -bizim megafonla ‘yolcu’ topladığımız günlük geziler tertiplerken ihale usûllerini çiğnedi diye soruşturma açmışlardı.) Oysa Gölcük Kaymakamı kimliğiyle piyesimizde kötü adam rolüne çıkmış bir şahıs, herhangi bir resmî görevimiz olmadığı halde bizim “işimize son vermiş”ti. “Bundan sonraki çalışmalarınızda başarılar dilerim”li resmî yazıyla! Devletin ödü patlıyordu, sivil inisiyatifin ne olduğu herkesçe anlaşılacak diye. Çünkü devlet, vatandaşı kuyruğa sokup aşağılaya aşağılaya yirmişer lira dağıtmayı, o parayla, insanların bütün gün perişan olduğu kriz merkezi meydanına seyyar tuvalet yapmaya tercih ediyordu. Koskoca devlet vatandaşın münasebetsiz şekilde doluveren sidik torbasıyla uğraşacak değildi; yönetici ekipteki bir başka kaymakamın dediği üzre, “Orada o parayı dağıtmazsa devlet yok”tu.
Yardımdan şundan bundan önce, mührün kimde olduğunu hatırlatmak elzem hale gelmişti, zira devletin en büyük açığının yakalandığı hadise yaşanmaktaydı: Devlet, vatandaşa hizmet için örgütlenmemişti! Hem yolsuzlukçu siyaset kültürü “millî güvenlik” bakımından tehlike sayılmadığından -çünkü bu aşağılık kültür yüzünden devlet değil alt tarafı binalar yıkılıyordu-, rüşvetçi âmir-memurla dalaveracı alçak müteahhit, fırsatçı ahalinin de çanak tutmasıyla, kendi oyunlarını oynamışlar, bu kimse için sorun oluşturmamıştı hem de deprem gibi, oluşumu insan eylemine -kusuruna veya özenine- bağlı olmayan afet durumlarında memleket ahalisinin nasıl savunulacağı, korunacağı maalesef bizim “konseptimizde” yeralmamıştı. Devlet, tank, top, dosya dolapları ve bayraktan ibaretti. Yeni dönemde bunlara, ilâhî sos katılmış “oturun yerinizde” buyruğu yerine geçen selâlar, eli kılıçlı Şeyhülislâm ve SİHA’lar eklendi.
Maalesef, karşılığı alınabilir sadaka hüviyeti taşımadığı sürece yurttaşa yardım devletin fıtratında yoktu. Yurttaş, yurttaşlık haklarından sıyrıldığı ölçüde, “devletin ülkesi ve…”nin ardında kendine mütevazı bir yer bulabiliyordu. Nerede kaldı devletin esasen yurttaşın işlerini görme vaadiyle meşruiyet edinmiş olması!
Şunu hepimiz gayet iyi biliyoruz: Şatafata, paranoyakça korunma mekanizmalarına, destekçi çemberini sağlam ve afiyette tutmaya harcanan parayla, Türkiye’nin bütün şehirlerinde, asgarî acil yardım ağları kurulabilir, sürdürülebilir. Nasıl Ağustos depreminden hemen sonra, bir anda, Sivil Savunma’sından bilmemnesine her tarafta gayet becerikli kurtarma ekipleri kurulduysa, Van depreminde, televizyondan izlerken bile derhal teşhis edebildiğimiz üzre, ne yapacağını pek iyi bilen, ilk müdahale uzmanı sağlık ekipleri yetiştirilebildiyse, bunların sayısı ve imkânları bol bol artırılabilir.
Daha mühimi, böyle büyük afet zamanlarında onsuz asla bir çizgiden öteye adım atılamayacak Kızılay’a toplumun güveni yeniden tesis edilsin diye birtakım girişimlerde bulunulur, gayret gösterilir. Yardımdan faydalanma konusunda yurttaşların ayrımcılığa uğrayacaklarını -haklı olarak- hissetmelerinin önüne geçmek için özel çaba harcanır (“İstediğimize yardım ederiz, istemediğimize etmeyiz” izlenimi yaratan dangalakça demeçlerle düşmanlık ve umutsuzluk yaratmak yerine).
Deprem bölgelerindeki en büyük zorluklar listesinde üst sıraları hiç terk etmeyen başka bir mevzumuz daha var: yönetici-siyasetçi şovu. Bakanlar şunlar bunlar, ezcümle mühimadam-mühimkadın, “sahada” görünmek için oralara gelir. Ve toz toprak çamur içerisinde, enkaz arasında koşuşturan insanlar birden, bütün resmî görevlilerin oralardan çekildiğini, gelen devlet büyüklerini ağırlamak, saygıda kusur etmemek için sıraya girdiğini görür. Gerçekten, o büyükinsan çekip gidene kadar canınıza okunur. Taşı yerinden oynatamazsınız, çünkü orayı jandarma tutmuştur, öbür tarafa geçemezsiniz, polis bırakmaz, yetkiliyi bulamazsınız, çünkü teşrifattadır. Düpedüz zarar verirler, sahnede görünmek için gelen “büyükler”. Bu yüzden, çakarlı arabayla, korumalarla dolaşanların şu anda yapabileceği yegâne faydalı iş, deprem yardım çalışmalarının yapıldığı yerlerden uzak durmak ve önce arama-kurtarmayı, sonra başka faaliyetleri baltalamamaktır. Gitmesinler, zaten anlamadıkları hiçbir işe karışmasınlar. Umurlarındaymışız gibi yapmalarının sinir bozuculuğu bir yana, sahiden her şeyi aksatıyorlar.
Oysa oturdukları yerden, ellerindeki yetkileri faydalı şekilde kullanabilirler pekâlâ. Eğer siyasî hesap, çıkar hesapları, faydacılık, ayrımcılık yapmazlarsa. İşleri sahiden uzmanına, bilenine havale ederek, onları yetkiyle donatarak.
Devlet yetkilileri, şu anda çok önemli rol oynayabilecek birçok kuruluşa güvenilemediği için kapasite kaybedildiği gerçeğini görerek güven sağlama adımları atmalıdır. Ayrım gözetilmediğine, gözetilmeyeceğine ve bütün imkânların seferber edildiğine vatandaşı ikna etmelidir. Onlar anlamaz, kabul etmez, ama sivil yardım kapasitesi hayatîdir. Psikolojik etkisi de farklı ve derindir. Yardıma koşanları caydırmamalılar.
Devlet imkânları olmadan bu çapta felaketlerin üstesinden gelinemez. Bunların efektif kullanımı, organizasyon, akıllı planlama -devletin yurttaş için değil devlet için varolması konsepti nedeniyle- en zayıf olunan konular. Sivillerin, uzmanların desteğinden kaçınılmamalı.
Doğrudan deprem yardım faaliyetleriyle uğraşmış, aktif faaliyetin ardından konuyla bir süre daha ilgilenmiş, yaşını başını almış bir yurttaş olarak, başta da söylediğim gibi, belki işe yarar umuduyla tecrübemi paylaşayım dedim. Becerebilirsem, ilk felaket günlerini atlattıktan hemen sonrasına dair tecrübelerimizden çıkarabildiklerimizi de toparlamaya çalışacağım. Bu yazının başlığındaki imâyı sürdürerek, ona da “Ne yapmalı?” başlığını koymalıyım herhalde.