YAZARLAR

Devlet ve deprem

AKP döneminde, kentleşme politikası, kent mekânına yönelik neoliberal ilgi ve devletin ilgili kurumlarının neoliberal formatta yeniden yapılanması ile belirlendi. Neoliberal ilgi ile kastedilen, kent mekânından üretilen değerin artık sadece emeğin toplumsal zenginlikten pay almasının aracı olmaktan çıkıp, öncelikle sermaye birikiminin konusu haline gelmesidir. Bu durum kent mekânından üretilen değerin de eskiye kıyasla hayal edilemeyecek ölçülere ulaşmasına sebep olmuştur.

Depremin kentleşme politikalarıyla ilişkisi açık. Normal koşullarda bunlardan ilki, ikincisi için kesin ve istisnasız biçimde gözetilmesi gereken bir risk çerçevesi oluşturuyor olmalı. Oysa Türkiye’de ikincisi, birincisinin yıkıcılığını tarihsel olarak giderek artan biçimde şiddetlendiriyor. Yani yaşadığımız şey basitçe beceriksizlik, basiretsizlik ya da açgözlülük yüzünden yaşanan bir tekerrür döngüsü değil. Kentleşme politikaları açısından yapısal bazı (olumsuz) dinamiklerin -tarihsel süreç içinde- daha da kötüye doğru derinleşmiş olması. Bu yazıda kısaca bunu tartışmak istiyorum: depremin yarattığı yıkıma dair, kentleşme politikalarımıza tarihsel bir perspektifle bakarak neler öğrenebiliriz?

Her şeyden önce şu tespitle -hatırlatmayla demek daha doğru- başlamak gerek: Türkiye’de, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde kentleşme politikası popülist ve otoriteryen nitelik taşıyagelmiştir. Burada genel olarak (kavramsal düzeyde) popülizm ile otoriteryanizm arasındaki ilişki üzerine bir tartışma yapmayacağım, zira bu tartışma hem bu yazının sınırlarını aşar hem de yazıyı kentleşme politikası odağından saptırır. Ancak şunu iddia edeceğim: AKP dönemi kentleşme politikasının ayırıcı unsuru, şimdiye kadar “otoriter-popülist” karakterde olan kentleşme politikasının, bu dönemde giderek “popülist-otoriteryen” bir kimliğe kavuşmuş (ya da evrilmiş) olmasıdır. Ne demek istediğimi açayım.

KAÇAK YAPI-İMAR AFFI

İkinci Dünya Savaşı sonrasının hızlı kentleşme süreci ile örtüşen çok partili dönem, aynı zamanda da bir sınai (ithal ikameci) kalkınma dönemiydi. Bu dönemde emek gücünün maliyetini düşürmenin bir yöntemi olarak benimsenen gecekondu, hızla ekonomik değer üretmenin ve bu değeri toplumsal tabanda yaygın biçimde bölüştürmenin aracı haline geldi. Bu süreç özellikle merkez sağ partiler açısından bir oy devşirme mekanizması olarak görüldüyse de bunu bir devlet politikası olarak düşünmek, devletin emekçi yığınları yedeklemesinin bir enstrümanı olarak görmek daha doğru. Burada devlet, tekelinde bulundurduğu şiddet -gecekondu yıkımı ve bunun daimî olasılığı- ile otoriter niteliğini korumuş, gecekonducular da kente tutunma stratejileri doğrultusunda popülist müzakereleri sürdürmüştür. Bu açıdan, kaçak yapı ve imar affı döngüsü otoriter-popülist kentleşme politikasının başlıca stratejisi olmaya devam etmiştir.

AKP dönemine geldiğimizde ise, aynı kentleşme politikası, kent mekânına yönelik neoliberal ilgi ve devletin ilgili kurumlarının neoliberal formatta yeniden yapılanması ile belirlendi. (Bunlara ek olarak İslamcı kültürel-politik çerçeveden de söz etmek gerekir ancak bu yazının konusu ile doğrudan ilgisi olmadığı için burada tartışmayacağım). Kent mekânına yönelik neoliberal ilgi ile kastedilen, kent mekânından üretilen değerin artık sadece emeğin toplumsal zenginlikten pay almasının aracı olmaktan çıkıp, öncelikle sermaye birikiminin konusu haline gelmesidir. Bu durum kent mekânından üretilen değerin de eskiye kıyasla hayal edilemeyecek ölçülere ulaşmasına sebep olmuştur. Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta şudur: kent mekânından üretilen değer derken sadece ranttan değil, inşaat sektörüne içkin kârdan da bahsediyorum. Devlet kurumlarının neoliberal formatta yapılanması ise, bir yandan bu kurumların düzenleyici rollerini terk etmesi ve denetim faaliyetlerinin piyasalaşması, diğer yandan da kendilerinin birer şirket mantığıyla davranmaya başlamaları anlamına geliyor.

AKP dönemi kentleşme rejimi popüler kullanımda “kentsel dönüşüm” kavramıyla bilinmekte. Burada kentsel dönüşüm mekanizmasının çoğu zaman -özellikle de yoksul ve dezavantajlı grupların yaşam alanlarında- açık biçimde zora dayanması (devlet eliyle mutenalaştırma) kentleşme politikasının popülist ve otoriter nitelikleri arasındaki dengeyi ikincisi lehine bozmaya başladı. Popülist müzakere olanakları giderek daralırken devletin zor aygıtları çeşitli aktörler üzerinde AKP hegemonyasının dayatılması için kullanıldı. Dahası, özellikle 2016 darbe girişiminin ardından AKP’nin giderek devletleşmesi, kentleşme politikalarının karakterinin artık “otoriter popülizm” olarak değil “popülist otoriteryanizm” olarak tarif edilmesini gerektiriyor.

DEPREM VE YENİDEN İNŞA

Devletin deprem sonrası performansına baktığımızda yukarıda biraz kitabî biçimde anlattıklarımın somut örneklerini görmek hiç zor değil. Mesela TV kanallarında ortak yayınla sahneye koyulan “Türkiye Tek Yürek” bağış kampanyasını düşünelim. İktidara yakın sermayenin kendini temize çekmeye çalıştığı kampanyanın daha ilginç boyutu kamu kurumlarının bağışta bulunmasıydı. Vatandaş olarak bizlerin vergileri, görevi halka hizmet olan kamu kurumlarınca, kendilerine ait kaynaklarmış gibi kullanıldıklarını örnekler biçimde bağış konusu yapıldı. Bu anlayışın daha vahim örneği ise Kızılay’ın bir STK olan Ahbap’a çadır ve yiyecek sattığının ortaya çıkmasıydı. Teknik olarak bir devlet kurumu olmasa da Kızılay’ın bir şirket gibi davranışı, kurumların neoliberal yapılanmasının çarpıcı bir sonucu.

Popülist-otoriteryen kentleşme politikasının en somut örneği ise deprem sonrası yeniden inşanın çerçevesini kuran, 24 Şubat 2023 tarihli Cumhurbaşkanlığı kararnamesi. Bu kararname (deprem bölgesinde OHAL koşullarının geçerli olduğunu da hatırlarsak) mevzuatın gerektirdiği plan ve imar süreçlerini beklemeksizin uygulama yapılacağını ilan ederken, yapı üretim sürecini tanımlayan İmar Kanunu ve ilgili yönetmelikleri tamamen devre dışı bırakıyor, bölge halkının kanundan gelen katılım ve itiraz haklarını ortadan kaldırıyor. Hızı önceleyen ve otoriter karakterini gizlemeye gerek bile duymayan bu kararname, AKP dönemi kentleşme politikasını ekstrem koşullarda ve kristalize halde yeniden üretiyor; yeniden inşa -ve hatta kim bilir yine rant bölüşümü- umudunu “satabildiği” ölçüde popülist niteliğini de barındıran bir metin bu. Kimsenin açıkça söylemeyeceğini ancak bu strateji başarılı olursa depremin de “tanrısal bir lütuf” olarak görüleceğini kestirebiliriz.

KAMU VE DENETİM

Son olarak, devletin asli görevlerinden biri olan kamusal denetim meselesine kentleşme ve yapı üretim süreci çerçevesinde bakalım. 1999 Depremi sonrasında yapı üretimine ilişkin yasal çerçeve ciddi bir dönüşüm geçirdi. Yeni yönetmelik, kullanılacak inşaat malzemesinden statik projelerinin depreme dayanıklılık şartlarına bir dizi boyutu düzenlerken, bir de yapı denetim mekanizması tanımlandı. Ciddi zaafları olan bu mekanizmanın en önemli boyutu denetim işlevini piyasaya bırakmasıydı. Özel firmalar eliyle sürdürülen yapı denetiminin başarı/ başarısızlık performansı, bugün yıkılan binaların ne kadar eski/ yeni olduğuna (başka bir ifadeyle yıkılan binaların ne kadarının yakın dönemde inşa edilmiş olduğuna) dair spekülasyonlarla gizlenmeye çalışılıyor. Hükümet yetkilileri yıkılan binaların hemen tamamının 2000 öncesi inşa edilmiş yapılar olduğunu ileri sürerken, sahadaki tanıklıklar (benim kişisel gözlemlerim de dahil olmak üzere) bu iddianın aksi yönünde.

2000’li yıllarda kamu (hem genel olarak, hem de yapı üretimi sürecinde) denetim yetkilerini piyasaya terk eder ve kendi kapasitesini de daraltırken, kamusal denetim konusunda öne çıkan aktörler meslek örgütleri oldu. Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği şemsiyesi altında yer alan odalar 1954’te kamu kurumu niteliğinde anayasal kuruluşlar olarak kuruldular. Bu örgütlerin kuruluş felsefesi otoriteryen ve popülist devlet kurgusuna uygun biçimde korporatist nitelikteydi; yani devletin meslek alanları içindeki bağımlı uzantıları olarak kurgulanmışlardı. Ancak süreç böyle gelişmedi. Kamu kurumu ile sivil toplum örgütü arasında salınan özgün yapılanmalarıyla bu örgütler, 60’ların sonlarından başlayarak Türkiye’de demokrasi mücadelesinin önemli bileşenleri oldular. Meslek odaları, bir yandan faaliyet alanları içinde yasalarla tanımlanan denetim yetkilerini kullanırken, bir yandan da merkezi ve yerel idarelerin işlemlerini yargı yoluyla denetlemeyi sürdürdüler.

Özelikle İnşaat Mühendisleri Odası ve Mimarlar Odası, 1999 Depremi sonrasında etkinliklerini daha da artırdılar. Gerek yeni tanımlanan yapı denetimi mekanizması, gerekse odaların sürdürdüğü mesleki denetim ve belediyelerce sürdürülen denetimler, odaların hem kurumsal etkinliğini hem de gelirlerini artırdı. Genişleyen olanaklar AKP iktidarına karşı yürütülen hukuk mücadelesinin finansmanı için imkân sağladı. Bu durum iktidarın da gözünden kaçmadı elbette. Tam bir hınç politikasıyla odaların yetki ve denetim kapasiteleri ısrarla tırpanlandı; yöneticileri kovuşturmalara uğradı. Denetimsiz bir yürütme, sınırsız bir iktidar hayaliyle kentleşme politikasını sürdürmeyi arzulayan AKP iktidarının gazabını Gezi davasında çıkan cezalarla görmüştük. Bu açıdan bakıldığında, tam da Cumhurbaşkanlığı kararnamesinin yayınlandığı gün Mimarlar Odası Ankara Şubesi yöneticilerine de hapis cezaları yağdırılması şaşırtıcı değil. İronik olan ise, meslek örgütlerinin deprem sonrasında bölgede hem yardım örgütlemek hem de teknik hizmet sunmak (hasar tespiti ve bilirkişilik) konusunda en etkili kamu kuruluşları olmaları. Popülist-otoriteryen devletin kendi bünyesine aykırı bir ur gibi görüp koparmaya gayret ettiği odalar, kamucu, demokratik ve katılımcı bir devlet yapısının nasıl işleyebileceğini örneklemeye devam ediyor.


Bülent Batuman Kimdir?

Adana’da doğdu, Ankara’da yaşıyor. ODTÜ Mimarlık Bölümü’nden lisans ve yüksek lisans derecelerini aldı, doktorasını New York Eyalet Üniversitesi-Binghamton’da tamamladı. Bir süre Mersin Üniversitesi’nde görev yaptı; halen Bilkent Üniversitesi’nde Kentsel Tasarım ve Peyzaj Mimarlığı ile Mimarlık Bölümlerinde öğretim üyesi. Kentsel tasarım ve modern şehirciliğin kültürel politikaları üstüne dersler veriyor. Araştırma konuları arasında yapılı çevrenin toplumsal üretimi, modern mimarlık ve şehircilik kuram ve tarihi, kentsel siyaset bulunuyor. Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nde ve Avrupa Mimarlar Konseyi’nde yönetim kurulu üyeliği yaptı. Journal of Urban History ve Praksis dergilerinin yayın kurulu üyesi. Yayınlanmış kitapları şunlar: The Politics of Public Space (2009), Mimarlığın ABC’si (2012), New Islamist Architecture and Urbanism (2018; Milletin Mimarisi başlığı ile Türkçeleştirildi, 2019), Kentin Suretleri (2019), Cities and Islamisms (derleme, 2021).