Devlet ve piyasalar: Tamamlayıcı mı ikame mi?

İktidarın stratejik politik aklının yetersizlikleri hem devleti hem de piyasayı rasyonel bir şekilde kullanmaya engel oluşturmaktadır. Yani ne devlet ne de piyasa olması gerektiği yerdedir.

Google Haberlere Abone ol

Ensar Yılmaz*

Türkiye’nin yeni bir kalkınma/büyüme modeline ihtiyacı olduğu her geçen gün daha fazla kabul görmeye başlıyor. AKP bize ilk dönem yaptıkları ile makro istikrarının yeterli olmadığını, ikinci dönemi ile de makro istikrarının daha yapısal sorunları çözmek için gerekli olduğunu gösterdi. Yeni bir model inşasının temel noktalardan biri devlet ve piyasaya ne kadar ve nasıl yer vereceğimizle ilgili olacaktır. Bundan sonraki iktidarların izleyeceği politikaların kritik noktası bu olacaktır. Bu bize aynı zamanda liberal politikaların vaat ettiği makro istikrarla yetinip yetinmeyeceğimizi de gösterecektir. Ben de bu yazımda devlet ve piyasanın rollerini tartışarak bu konuya katkıda bulunmak istiyorum.  Bu konu üzerinde iki yazı yazmayı planlıyorum. Bu yazı bu serinin ilkidir.

Mevcut iktidar da aslında yeni bir kalkınma/büyüme modeline sahip olması gerektiğinin farkında. Fakat her şeyden önce uzun dönem bir kalkınma stratejisini mevcut istikrarı ortadan kaldırmadan yapması gerekir. Her iki hedefin de iyi kurgulanması gerekir. Fakat iktidarın sadece kısa dönem istikrarında değil, uzun dönemli tercihlerinde de ciddi sorunlar olduğu çok açık. Şunu söylemek mümkün bence, mevcut iktidar makro istikrar için asgari düzeyde rasyonel politikalar izleseydi, kalkınma gibi uzun dönemli stratejiler olmadan da bir 20 yıl daha iktidarını sürdürebilirdi. Bu da muhtemelen hem refahın düzeyinde hem de paylaşımında ciddi bir iyileşme olmadan geçireceğimiz yeni bir dönem olurdu. Fakat ülkenin yapısal problemleri ile makro istikrar problemi birleşince yeni bir “düşünce kimyası” ortaya çıkmakta ve yeni model tartışmaları alevlenmektedir. Ülke makro istikrar döneminde iken sorulan “neden orta gelir tuzağındayız?” sorusunun da “neden şimdi istikrarsızlık var?” sorusunun da cevabının ortak olduğunu düşünüyorum. Bu da basitçe kamusal politikaların niteliğinde yatar. Yani bence sorunların temelinde daha çok “devlet açığı” problemi var. Yani devlet kapasitesinin istenilen amaçlar doğrultusunda kullanılmaması ile ortaya çıkan bir durum söz konusudur. Bunu açıklamaya çalışacağım.

İktidarın stratejik politik aklının yetersizlikleri hem devleti hem de piyasayı rasyonel bir şekilde kullanmaya engel oluşturmaktadır. Yani ne devlet ne de piyasa olması gerektiği yerdedir. Devlet etkin, adil ve hukuki olmadığı gibi, piyasa da kısa dönem çıkarların yoğunlaştığı bir alana sıkışmış durumdadır. Oysa istenilen sonuçları elde etmek için her ikisi için de uygun stratejiler tanımlanmalıdır. Alman sosyal demokratların bir dönem “mümkün olduğu kadar piyasa, gerektiği kadar devlet” veya benzer şekilde J.M.Keynes’in ifade ettiği gibi, “piyasanın yapamadıklarını devlet yapmalıdır” stratejisi mi? Yoksa Liberteryenlerin dediği gibi devlet sadece “gece bekçisi” mi olmalı? Veya sosyalistlerin ifade ettikleri gibi devlet ekonominin her alanına mı girmelidir? Bu yaklaşım spektrumu bize aynı zamanda sosyal refah ile bireysel refahın birleştiği ve ayrıştığı alanları göstermesi açısından da faydalı olacaktır.

Liberaller ve Marksistler farklı politik argümanlara sahip olsalar da aslında devlete bakış açıları açısından birbirlerinden çok ayrışmazlar. Her iki görüş de piyasanın ve özel mülkiyetin devlete minimum referansla anlaşılması gerektiğini savunur. Liberaller iktisadi sistemin daha çok “spontane düzen” olduğunu ve devletin ikincil bir role sahip olduğunu ifade ederler. Çoğu Marksist için de, iktisadi sistem sosyal sınıflar arasındaki çatışmacı ekonomik ilişkilere dayanır, toplumun ekonomik yapısı (iktisadi sınıfsal ilişkiler) belirleyicidir. Devlet bu anlamıyla burjuvaziyi temsil eder ve çalışan sınıfı kontrol etmek için vardır. Devlet ve hukuk üst-yapının parçaları olarak görülür ve ekonomik ilişkilerin bir uzantısıdır. Her iki görüş de bu anlamıyla hukukun ve devletin kurucu rolünü önemsemez. Oysa üretim ilişkilerini belirli mülkiyet, hukuk ve kurumlar içeren bir yapıyı referans almadan anlamının zor olduğu açıktır.  Sözleşmeler, kurumlar, normlar ve gelenekler bu yapıya içkin ögelerdir. Hatta hukuk sosyal olanı anlamak için merkezi bir kavramdır. Bu yüzden, devlet, piyasayı sözleşmeler, kurumlar, görev ve hak tanımları üzerinden etkiler.

DEVLET VE PİYASA AYRIŞMASI

Kapitalizm devletten daha yeni bir olgudur. Farklı devlet formlarında farklı iktisadi ilişkileri gözlemek mümkündür. Diğer iktisadi yapılarda olduğu gibi, kapitalizm içinde de devletin rolü farklıdır. Kapitalizm hem politik hem de ekonomik bir olgudur ve politik aktörler iktisadi güçlerini politik kurumlar vasıtayla gösterir. Politik güç de kendini hukukta gösterir. Ekonomi ve hukuk bu anlamda birbirini etkiler ve aralarında bağımsız tek yönlü ilişkiler yoktur. Sınıfsal ilişkilerin yasal/hukuki doğasını ve yönünü görmek önemlidir. İşçi-işveren sözleşmeleri, patent koruma yasaları, mülkiyet hakları veya satıcı-alıcı ilişkileri, bunların hepsi yasal bir içeriğe sahiptir. Yasal olan da büyük oranda politiktir. Hatta Marx da bunun farkındadır ve “çeşitli ülkelerin yasamaları işçi sözleşmelerinin çalışma süresini sabitlemektedir” diyerek yasamanın önemine vurgu yapar. Bu yanıyla, yasal yapılar ve uygulamalar insanların refahını belirler.

Piyasa ilişkilerinin bugünkü yaygınlığı ve baskınlığı, kazanç güdüsünün temel motivasyona dönüşmesi kapitalizme ait bir olgudur. Antik veya feodal dönemde bu hoş karşılanan bir durum değildi. İktisat tarihçisi R. Heilbroner, “kâr motifinin, bize sürekli olarak insanlık kadar eski olduğu söyleniyor, fakat gerçek öyle değil, kâr motifi modern insan kadar yenidir” demektedir. Tarihin her aşamasında tüccarlar olmuştur, fakat bu bir kural değil istisnadır. Toprağın, emeğin ve sermayenin piyasada işlem görmesi yaklaşık 19. yüzyıl olgusudur ve zamanla ortaya çıkmıştır.

Tarihte kapitalizmin dizginsiz ve kuralsız olduğu çok kısa bir dönem vardır. Bu da yaklaşık 50-70 yıl gibi bir süredir, İngiltere ve ABD’de 19.yüzyılın ortasından 20.yüzyılın başına kadarki dönemdir. Bu dönemde devlet müdahalesi minimal düzeydedir. Hem hükümet harcamaları (milli gelirin yaklaşık yüzde 8’i), vergi düzeyi (milli gelirin yaklaşık yüzde 3’ü), para politikası bugünkü anlamda yoktu (hatta ABD’de merkez bankası dahi yoktu). Hiçbir yerde devletin sahip olduğu ve doğrudan yönettiği bir sanayi de yoktu. İngiltere dışında devletler uluslararası ticarete müdahale etse bile piyasaların işleyişine müdahale söz konusu değildi. Anti-tröst yasası ABD’de 1890 yılına kadar yoktur ve İngiltere’de bu tür bir yasa ancak 1948 yılında ortaya çıkmıştır. Fakat bu dizginlenmemiş kapitalizm dönemi kısa sürdü. Dünya savaşları ve Büyük Bunalım ülkeleri daha fazla regüle edilen bir kapitalizme zorladı. 1950-1980 dönemini bu şekilde nitelendirebiliriz. Bu dönemin büyüme rakamları, dizginlenmemiş kapitalizm döneminden daha yüksektir. Bu büyüme rakamlarında tabii ki savaş sonrası yıkımın yarattığı bir baz etkisi vardır, fakat zaman ilerledikçe, yani savaş sonrası altyapı harcamalarının etkisi azaldıkça, büyüme rakamları hala nispeten düşse de bir önceki döneme göre hala daha yüksektir. Hatta bu büyüme rakamları 1980 sonrası neoliberal diye nitelendirilen dönemden dahi daha yüksektir.

1980’li yıllar dünya iktisadi tarihi açısından kritik yıllardır. Piyasaların bu kadar fütursuzca gelişmesi bu dönemde şekillendi. 1980’lerden itibaren devlet müdahalelerinin etkin olmadığı ve bu yüzden de piyasaların önünün tamamen açılması gerektiği düşüncesi yaygınlık kazanmaya başladı. Bunun üç temel sebebi var. Birincisi, bu periyodun Soğuk Savaş dönemine denk gelmesidir. Bu dönemde kapitalizm ve sosyalizm arasında bir çatışma söz konusuydu. Sosyalizm karşıtlığı bu anlamda piyasayı meşrulaştıran bir işlev gördü. Sosyalist ülkelerdeki ekonomik problemler de baş göstermeye başladığında devletten arındırılmış bir piyasa düşüncesi daha çok etkili oldu. Liberal görüşleri ile F. Hayek, M.Friedman ve Ayn Rand gibi “kamusal şahsiyetler” yükselmeye başladı. Liberal fikirler onları finanse eden sermaye ile birlikte 1960-80 boyunca çok sayıda düşünce kuruluşları etrafında örgütlendi. İkincisi, “yönetimli kapitalizm” (managed capitalism) kendi krizlerini üretmeye başladı. 1970’lerin sonunda büyüme rakamlarındaki düşme, sendikaların gücü ve grev kaynaklı iş zaman kayıplarındaki artış kapitalizmi zorladı. Kapitalistler açısından sermaye birikimindeki yavaşlama ciddi sorunlara neden oldu. Bu da sorunun daha fazla piyasa ile çözülebileceğine dönük düşünceleri artırdı. Üçüncüsü, bu görüşlerin politik destek bulması ve bazı ülkelerde iktidara gelmeleri oldu. Özellikle, İngiltere ve ABD’de M. Thatcher ve R. Reagan’ın iktidara gelmeleri ile birlikte liberal süreç daha da hızlandı. Müdahaleci devlete karşı gelişen liberal argümanlar politik destekle (Thatcher ve Reagan’ın iktidara gelmeleri) yeni bir devlet modeline evrildi. Bu, piyasa güçlerine maksimum alan açan sınırlı bir devlet modeliydi. Ülkelerin bu modeli uygulaması uluslararası kuruluşlar (IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü gibi) tarafından sürekli teşvik edildi.

Devlet ve piyasa ilişkisi iç içe giren ilişkilerdir. Birbirinden ayırmak mümkün değildir. Devlet ile piyasayı ayırmak, devlet ile kiliseyi (dini) ayırmak gibi değildir.  Devleti kiliseden ayırmak için hukuku seküler yapmak yeterlidir. Fakat insan refahı hem piyasa ilişkileri hem de yasal kamusal format olan devlet üzerinden şekillenir. Bu yanıyla içe içedirler. Piyasanın kendini düzenlediği, K.Polanyi'nin ifade ettiği gibi, bir mitten ibarettir, tarihsel kökenleri de yoktur.  Devletin alanı veya piyasanın alanı yasal düzenlemelerle daraltılabilir veya genişletilebilir. Bu da yasal ve politik bir tercihtir. “Ekonomiye müdahale” kavramı bile bu anlamıyla piyasanın ayrıklığına ve otonomluğunu öne çıkarmaya çalışır. Bu durum iktisatçıların krizleri, endojen değil de dışsal şoklar olarak görme eğilimine benzer. Piyasalar kendi hallerine bırakıldığında düzgün çalışırlar ancak öngörülmeyen dışsal şoklar buna zarar verir denmektedir. Tehdit içerden değil dışardandır.

Devlete güvensizlik 1980'lerde “kamu seçim teorisi” ile başlar. Bu perspektifte amaç devleti mümkün mertebe piyasa ile uyumlu halde tutmaktır. 1980'lerden itibaren refah devletini ortadan kaldırmanın temelinde bu anlayış vardır. Bu, kamu kurumlarına karşı güvensizliği beslemiş olduğu gibi, kamusal alanı da daraltmıştır. Devlete saldırmanın dayanılmaz kolaycılığı onu her yerde hantal, bürokratik ve özgürlük düşmanı bir yapı/aktör olarak resmetti. Böylece, özelleştirme ve kamusal fonksiyonların taşeronlara (outsourcing) devrinin zihinsel arka planı kolayca oluşmakta ve meşruiyet kazanmaktadır. Örneğin, ABD’de son 20 yılda kamu şirketleri sayısında yüzde 50’nin üstünde bir düşme söz konusudur.

Ana akım iktisat/Neoklasik iktisada göre sadece rekabetçi piyasalar kaynakların en etkin şekilde dağılmasına imkân verir. Bu anlamda devlete karşı savaş açılmış durumdadır. Devlet müdahalesinin zararlarını kamu yöneticilerin de diğer insanlar gibi kendi çıkarları peşinde koşmaları ile açıklamaya çalışırlar. Rasyonalite herkes için ve her zaman evrensel bir ilke olarak sunulur ve politikacılar da bundan muaf değildir. Fakat bu evrensellik iddiası hem zayıf bulgular içerir hem de kendi çıkarını savunmayı bir tür totolojiye indirger. İnsan niyet ve amaçlarını daraltarak ve indirgemeci bir tavırla ele alır. İnsanların farklı toplumsal bağlamlarda farklı davrandığını biliyoruz, örneğin insanların aileleri dışında daha az şahsi ve daha rasyonel bir alana girdikleri bir ölçüye kadar kabul etmek gerekir. Fakat insanların daha yüksek amaçlar için de birlikte hareket ettiklerini biliyoruz. Oy verirken, sivil hakları savunurken, gönüllü gruplara ve gösterilere katılırken, çevreye duyarlı olurken veya toplumsal hizmetler için politikaya atılırken, bunları daha geniş anlamda belirli bir prensip/ilke bağlamında kendilerini gerçekleştirmek için yaparlar.

PİYASANIN SINIRLARI

Serbest piyasa sisteminin dayandığı temel iki güçlü argüman vardır: rekabet etkinliği ve kişisel özgürlüktür. Genel olarak devletin bu her iki durumu da sınırlandırdığı ifade edilir. Burada rekabetin piyasayı nasıl şekillendirdiği üzerinde durmak istiyorum. Özgürlük konusuna bir sonraki yazımda değineceğim.

Serbest piyasada firmalar arası rekabetin fiyatları düşürerek tüketici refahını artırdığı ve aynı zamanda dinamik etkinliği artırarak (teknolojik ilerleme) uzun dönem sosyal refahı yukarı taşıdığı dile getirilir. Ben de rekabetin belli bir ölçüye kadar bu tür refah iyileştirmelerine imkân sağladığını düşünüyorum. Fakat rekabetin sınırlarını, sosyal anlamda yarattığı sorunları ve gerçekte olup olmadığını tartışmak gerekir.

Her şeyden önce, etrafımıza baktığımızda milyonlarca şirket olduğunu, buna karşın az sayıda piyasanın var olduğunu görürüz. Yani piyasadan daha fazla şirket vardır. Bu da çok sayıda kararın piyasa dışında gerçekleştiği anlamına gelir. Bu aslında diğer iş yapma veya ilişki biçimlerinin de devrede olduğunu ima eder. Yani insanlar sadece rekabet içinde değil, aynı zamanda işbirlikleri içinde hareket ederler. Fakat rekabet her alana sızmakta ve işbirliklerin yayılmasını önleyecek şekilde yaygınlaşmaktadır. Sadece firmaların kendi aralarında değil, performanslarını artırmak için firma içinde çalışanlar arasında dahi rekabet teşvik edilmektedir.  Böylece, başka insanlarla çalışmanın ortak/içsel mutluluk alanı dahi içsel bir gerginlik alanına çevrilmektedir. Bu da bireysel olanla ve kolektif olan arasındaki mesafeyi genişletmektedir.

Diğer yandan, piyasa rekabetinin fiyatları ve karları makul düzeyde tuttuğu görüşü de sorgulanmalıdır. Her şeyden önce, bilindiği gibi, rekabetin oluşmasını önleyen çok sayıda piyasa giriş engelinden bahsedebiliriz (yasal ve maliyet engelleri veya hâkim güç avantajları gibi). Bunlar mevcut firmaların hâkim konumlarını güçlendirmekte ve rekabetin pozitif etkilerini azaltmaktadır. Çok sayıda ülkede piyasanın önemli bir kısmı (yüzde 50 - yüzde 80 arası) 3-4 büyük firma tarafından kontrol edilmektedir. Dünya genelinde piyasalara yeni firmaların girişinde azalma ve piyasa dinamizminde ciddi düşüşler söz konusudur. Firmalar yeni girişleri engelledikleri gibi, yenilik yapma yerine piyasadaki paylarını artırma stratejisi izlemektedirler. Böylece hem az sayıda firma piyasayı kontrol etmekte hem de daha büyük ve daha yaşlı firmalar ortaya çıkmaktadır. Dahası, firmaların kendi raporlarında “rekabet (competition)” kelimesinin kullanımında ciddi bir azalma olduğu görülüyor. Bunun da piyasada artan yoğunlaşma ile ilgili olduğu açık. Rekabetin düştüğünü gösteren diğer gösterge de, ABD’de son 20 yılda sektörlerin yaklaşık yüzde 75’inde artan konstrasyon eğilimidir (Grullon, Larkin, and Michaely, 2019).  Bugün benzer bir durum teknoloji/platform şirketleri için de söz konusudur. Mevcut bilinen teknoloji şirketleri yeni firmaları henüz “startup” aşamasında iken alarak bir tür “boğma taktiği” izlemektedirler. Son 10 yıl içinde Google, Amazon, Apple, Facebook, and Microsoft 500’den fazla yeni şirket satın aldı.

Sürekli artan firma gücündeki bu eğilim “korporatizm” diye nitelendirilir. Kazananın her şeyi aldığı ve sürekli büyüdüğü bir yapıdan bahsediyoruz. Bu anlamıyla, rekabetin kendisi aslında rekabeti ortadan kaldırmak için yapılmaktadır. Dolaysısıyla, devletin buna müdahil olması kaçınılmaz hale gelir. Fakat liberaller bugün gelinen noktada tekellere karşı seslerini pek yükseltmezler çünkü devlet müdahalelerine duydukları abartılı kaygı onları bu tür sorunlara rıza göstermeye zorlar.

Firmalar birer organizasyondur ve eylemleri ile hem emek hem mal piyasalarını şekillendirirler. Yani piyasaya sadece edilgen bir şekilde tepki vermezler; güç, kontrol, pazarlama ve reklam faaliyetleri ile emeği ve mal talebini yönetirler. Büyük firma olunca bunu yapmak daha da kolaylaşır. Firma ile işçi arasında simetrik bir güç ilişkisi olmadığı gibi, firma ile tüketici arasında da bir simetrik güç ilişkisi yoktur. Her ikisinde de güç firma lehinedir. Bu yüzden, kaynak tahsis etkinliği diye ifade edilen tüketici-üretici etkinliğinin gerçekleşmesi gerçeklerle çelişir. Daha fazla piyasa daha fazla “dev firma” anlamına gelir, bu da emeğin daha fazla baskılanması ve tüketici tercihlerinin daha fazla yönlendirilmesi, manipüle edilmesi demektir. Emek piyasalarındaki “monopson (tek alıcı)” güçlerini de acımasız kullanmaktadırlar. Bu yüzden, tartışmayı piyasa ve devlet arasındaki tercih olmaktan çıkarıp, büyük firmalara daha fazla odaklanmak gerektiğini düşünüyorum.

Firma satın alma ve birleşmelerinin firmaların “ahtapotlaşma” eğilimini daha da azdırdığı çok açık. Bu firma alma/birleşmelerin etkinliği iyileştirdiğine dair genel bir yaklaşım söz konusudur. Eğer öyle olmasaydı firmalar neden bu tür bir eğilim göstersinler tarzında bir açıklama sunulur. Fakat yapılan çalışmalar bu birleşmelerin çoğu zaman etkinliğe neden olmadığını göstermektedir. Normalde birleşmelerin firmalara daha iyi dağıtım, reklam, ağ dışsallıkları, üretim kolaylıkları daha fazla imkân vereceği beklenir. Bu durum bazı alanlarda mümkündür fakat alma/birleşme yoluyla büyümenin hem tedarikçiler hem emekçiler üzerinde daha fazla baskı kurulmasına neden olmaktadır. Bu da bir tür maliyet avantajı sunmaktadır. Bu anlamda, firmalar bileşenlerinden daha çok (hissedarlar, çalışanlar, tüketiciler tahvil tutanlar ve yerel/ulusal refah bileşenleri) sadece hissedarlarının refahını dikkate alırlar. Bu liberal firma modeli zamanla artan globalleşme ile birlikte yabancı piyasalarla iş yapmanın sunduğu kolaylık ve artan işlevsellikten dolayı yaygınlık kazandı. Anglo-Amerika dünyasında şirket büyük oranda bir aktiften/hisse senedinden ibarettir. Örneğin, böyle bir şirketin Bangladeş’te çocuk işçi çalıştırmasının hissedar için bir ahlaki yükümlülüğü yoktur veya hissedarlarına yeterli getiriyi sağlamayan bir firmanın bir müddet sonra işçi çıkarmaya başlaması normaldir. Oysa bileşenlerinin refahını daha fazla dikkate alan firma modeli sosyal anlamda daha faydalı modellerdir (Japonya ve Almanya firma modellerinde olduğu gibi).

Liberal yaklaşım piyasanın aktörlere yerel piyasa bilgilerini kullanma imkân verdiği için de tahsis ekinliğini artırdığın belirtir. Buna göre, bilgi sisteme dağılmış haldedir, bunu merkezileştirmek mümkün değildir. Piyasalar ve aktörler bu bilgiyi fiyatlara yansıtırlar, fiyatlar “bilgi sinyali” işlevi görürler. Bu tür bir bilginin merkezileşmesi zordur. Bu yüzden, devlet sahada olanların özel bilgisine sahip olamaz. Dahası, bu bilgiye sahip olsa bile ekonomiyi koordine edecek imkânlara ve sürekli değişen koşulların değişen bilgisine ve durumlarına hâkim olamaz. Fakat fiyatların bilgi taşıdığı ve kaynakların etkin tahsis edildiği düşüncesi eksiktir çünkü bu ancak belli bir ölçüye kadar sağlanabilir. Çünkü biliyoruz ki firmalar büyük oranda fiyatları kontrol eder ve bunu karlarını yüksek tutmak için kullanırlar. Fiyatlar bu anlamıyla bir piyasaya dair etkinlik bilgisi veya sinyali değildir, bir kontrol aracıdır. Eğer ekonomide denge varsa (dengeden kastım fiyatların değişmeme hali), bu piyasa dengesi (arz-talep eşitliği) olmak zorunda değildir, pekâlâ firmaların fiyat yapıcı olduğu bir denge de söz konusu olabilir. Diğer yandan, bilginin merkezi olmaması piyasadaki genel eğilimleri görmeyi de zorlaştırabilir. Bilgi yerel/kişisel kaldıkça merkezi çözüm işlevi azalır. Bu yüzden, bilginin merkezileşmesi özellikle ortak çözüme ihtiyaç duyduğumuz alanlar için ciddi bir imkândır. Ayrı ayrı bilgi parçacıkları yerine bütünü görmemize imkân veren ve merkezi olarak toplanan bilgiler birçok makro sorunu çözmeyi kolaylaştırır.

Şirketlerin uzun süreden beri nüfuz ettikleri diğer bir alan da siyasi alandır. Bu, büyük oranda lobi/rant kollama faaliyetlerinden kaynaklanır. Bu şekilde, kendi çıkarları doğrultusunda yasama sürecini etkilemeyi amaçlarlar. Bu yanıyla, çoğu zaman politik otoritenin özgürlükçü veya demokrat olmasıyla da çok ilgilenmezler. Diğer birçok ülkede olduğu gibi, Türkiye’de de iktidar dışında pozisyon alan ve ona entegre olmayan bir sermaye grubu yok gibidir; tüm geçici ve utangaç itirazlarına rağmen bu böyledir. Şirketler bu anlamıyla örgütlü ve güçlü çıkar gruplarıdır. Firmaların lobi faaliyetleri de genelde liberallerin görmek istemedikleri durumlardan bir diğeridir.

Liberal yaklaşım bize gelir dağılımının, tekelci yapıların, finansal tahribatın, kamu malı yetersizliğinin, kirliliğin ve çevresel tahribatın firmanın yarattığı problemler olmadığına ikna etmeye çalışır. Firmaların amacı hissedarların karını maksimize etmekten ibarettir ve bu sorunların direkt nedeni olmadıkları ifade edilir. Eğer bu sorunlara karşı tavır almak istersek, siyasete başvurmak gerekir. Fakat siyaset kapısına dayandığımızda liberallerin siyasete başvurmamaları gerektiği konusunda bizi uyardıklarını görürüz. Devlet müdahalesinin durumu daha da kötüleştireceğini, fakat eğer bir şeyler yapılması gerekiyorsa bunu yasama yoluyla yapılması gerektiği belirtilir. Fakat bunu da hukuk ile devleti birbirinden ayırarak yapmamızı isterler. Aktörle yapıyı birbirinden tamamen farklı şeyler gibi düşünme eğilimi gösterirler. Daha önce de belirttiğim gibi, bunlar iç içe unsurlardır. Dahası, yasama sürecinin firma etkisinden azade olduğu varsayılır. Oysa büyük şirketler kendilerini hükümete lobi yapmamaları konusunda bir kuralla bağlayıcı görmezler. ABD firmaları 1970'lerde Alman ve Japon otomobil ithalatına karşı kendilerini korumalarını hükümetten talep etme konusunda da bir sakınca görmediler. Firmalar devlete ihtiyaç duyduklarını bilirler ve bu yüzden “politik koruma” satın almak için çok yüksek düzeyde kaynak ayırırlar. IMF baş ekonomisti Simon Johnson 2007 global kriz öncesi finansal sektörün hükümeti esir aldığını belirtiyordu. Burada sormamız gereken soru, özel ve kamu gücü arasında bir seçim mi yapacağız yoksa özel sektörün gücünü dizginleyecek bir mekanizma mı düzenleyeceğiz? Veya özel firma gücünü tolere mi edeceğiz? Liberaller genelde sonundakini kabul ederler. Fakat aslında bunu yaparak kamu gücünün daha da güçlenmesine neden olurlar. Çünkü büyük firmalara alan açıldıkça neden oldukları sosyal ve ekonomik sorunlar artmakta, bu da devletin daha güçlü geri dönmesine neden olur. Bu tür sorulara verdiğim cevapları, piyasaların yarattığı diğer sorunları ve devletin ekonomideki rolü ve bunun gerekliliği üzerinde ikinci yazımda daha fazla durmayı düşünüyorum.

 *Yıldız Teknik Üniversitesi İktisat Bölümü