Devlet ve piyasalar: Tamamlayıcı mı ikame mi?-II

Tarihsel olarak özgürlük, sistemin sunduğu bir imkân değildir, politik birimlerin, coğrafyanın, iktisadi başarının ve son 100-200 yıldır da çeşitli sosyal grupların mücadelelerinin bir ürünüdür.

Google Haberlere Abone ol

Ensar Yılmaz*

Bir önceki yazımda Türkiye’nin yeni bir kalkınma/büyüme modeline ihtiyacı olduğunu belirtmiştim. Bu talebi kısmen de olsa son günlerde iktisat programlarını açıklamaya başlayan siyasi partilerde de görüyoruz. Bazıları makro istikrarsızlığın yarattığı olumsuz etkiden dolayı hala istikrar politikalarına ağırlık verse de, AKP’nin ilk istikrar dönemini de eleştirerek ülkenin daha sistematik ve uzun dönemli programlara ihtiyacı olduğunu belirtmek durumunda kaldılar. Uzun süredir “planlama” kavramının siyasette bu kadar yoğun kullanıldığına şahit olmadığımı belirtmeliyim. Örneğin, gördüğüm kadarıyla üç siyasi partide planlama kavramı öne çıkıyor: CHP (stratejik planlama teşkilatı kurulacağı ifade edildi), İyi Parti (ekonomi programlarında planlama ve kalkınma kavramı çok sık kullanılıyor), Deva Partisi (diğerlerine göre planlamaya daha az vurgu yapsa da, parti başkanı planlama teşkilatının kaldırılmasının iyi olmadığını söyledi). Bu yazımda daha çok piyasanın yarattığı sorunlar ve devletin var olma rasyonalitesinin gerekliliği üzerinde durdum. Konu biraz uzun olduğu için devlete tamamen ağırlık veremedim, bu yüzden bir sonraki yazımı sadece devlet konusuna ayırmak istiyorum.

ÖZGÜRLÜK, GELİR EŞİTSİZLİĞİ VE PİYASA

Liberal düşünürlerin özgürlüğe vurgu yapmasını çok değerli buluyorum. Bence de bir politik sistemin temel amacı insanın kendisini gerçekleştirme imkânlarını artırmak olmalıdır. Fakat özgürlük sadece negatif özgürlük değildir, yani insanların sadece zordan azade olma durumu değildir. Özgürlük bunu aşan bir durumdur. Özgürlük insanın kendini gerçekleştirmenin fiili imkânlarına sahip olduğunda ancak ortaya çıkabilir. Bu da pozitif özgürlüktür. Bu yanıyla, özgürlüğün somut ve fiili bir yanı vardır. Adam Smith veya John Rawls’in ifade ettiği gibi, özgürlük bireyin toplumda onurlu bir yaşam sürme imkânı bulmasıdır.

Serbest piyasa kapitalizminin insan özgürlüğünü en fazla geliştiren sosyal bir düzen olduğu sıklıkla ifade edilir. Buna göre, daha fazla devletin daha fazla bürokrasi anlamına geldiği, bunun da daha az özgürlük olduğu iddia edilir. Fakat kapitalizmin fiili özgürlüğe verdiği değer, onun iktisadi gücü temerküz etme düzeyinde aranmalıdır.  İktisadi ilişkilerin her alanında güç vardır, gücün negatif tarafını sadece getirip devlete yıkmanın mantığında büyük oranda negatif özgürlük ve güvenlik kaygısı vardır. Liberallerin, piyasanın yarattığı iktisadi gücü ve uzantısı diğer güçleri (politikayı yönlendirme gücü gibi) devlet gücüne tercih etmesinde ciddi bir çelişki vardır. Oysa kapitalizmde iktisadi güçler arasındaki mesafe fiili özgürlükler mesafesinin farklılaşma kaynağıdır. Bu güç emperyaldir ve hayatın her alanında kendini gösterir. Firma gücünü hem emek üzerinde hem tüketici üzerinde gösterir. Emekle asimetrik bir güç ilişkisi kurarken, tüketiciyi yönlendirme araçlarına sahiptir. Bu yanıyla, emekçilerin ve tüketicilerin refahları büyük oranda firmaların tercihleri tarafından şekillenir.

İktisat literatüründe birey kendi faydasını tanımlamak konusunda oldukça bilgi sahibi olarak tanımlanır. Bu birçok alanda doğru olsa da her zaman doğru değildir. İnsanların iktisadi imkânları çoğu zaman hem bilgi düzeyini hem de zaman ufkunu belirler. Bu da bizi iktisatta çok sıklıkla kullandığımız “erdem malları” (merit goods) kavramının alanına yönlendirir. Bu mallar tüketim anında faydasını takdir edemediğimiz mallardır. Genelde kısa dönem faydası uzun dönem faydasından daha küçüktür, fakat uzun dönem faydası dikkate alınmaz. Örneğin, eğitim konusunda bu çok net olarak görülür. Yoksul insanlar için bugün çalışmak okula gitmekten daha avantajlı gibi görülür çünkü bugün çalışmanın getirisi ve eğitimin finansman maliyeti yarının eğitim getirisinden daha fazla görülür. Bu durumda insanlar kısa dönemli düşünmeye zorlanırlar ve bu çoğu zaman özgür bir seçim değildir. Fakat devlet buna dâhil olur ve eğitimi belli bir yaş düzeyine kadar zorunlu hale getirir. Sağlık da böyledir. Örneğin zorunlu aşılama olmasa veya temel hizmetler devlet tarafından ucuz verilmese, birçok insan bugün aldığı sağlık hizmetinin altında hizmet alır. Çok sayıda insan zorunlu sosyal sigortanın olmaması durumunda emekliliğini düşünerek bugün tasarruf yapmayacaktır. Bu tür erdem mallarından faydalanmak aynı zamanda toplumsal faydayı da artırır. Eğitimli ve sağlıklı insanların birçok açıdan pozitif dışsallığı yüksektir. Diğer yandan, insanlar yaşamları boyunca birçok şeye rızaları dışında dâhil olurlar. Örneğin, böbreklerini satmak durumunda kalan veya tefeci faizinden borçlanma durumunda kalan insanlar vardır. Her iki durum da onları buna zorlayan biri yoksa da bu özgür bir tercih değildir, zoraki ilişkilerdir. Bunların devletçe yasaklanmış olması piyasaya bırakılmasından çok daha iyi bir durumdur. Veya rüşvet yasaklanmamış olsa bazı insanların kamu hizmetlerden daha fazla yararlanacağı açıktır. Engelli insanlara dışarıda dolaşabileceklerini söylemek onları özgür kılmaz, bunun maliyetini üstlenmek gerekir, o da yolların buna göre devlet tarafından planlanmasıdır.

Birçok insan istatistiksel yöntemlerle özgürlük ve büyüme/refah arasında pozitif bir ilişki olduğunu göstermeye çalışır. Buna göre, ülkelerin zengin olmasının sebebinin bireyi özgür kılan piyasa ve politik kurumların varlığı olduğu belirtilir. Fakat bu iddia birçok açıdan sorunludur: (i) her şeyden önce süreç ile sonuç aynı şeylermiş gibi sunulur. Günümüzde özellikle Batılı ülkelerde insanların daha özgür olmaları karmaşık tarihsel bir sürecin sonucunda varılan bir dengedir ve bu çatışmalı güç ilişkileri ile tesis edilmiştir. Tarihsel olarak özgürlük, sistemin sunduğu bir imkân değildir, politik birimlerin, coğrafyanın, iktisadi başarının ve son 100-200 yıldır da çeşitli sosyal grupların (emekçiler, kadınlar, azınlıkların) mücadelelerinin bir ürünüdür. Bu yüzden, insanlar özgür oldukları için müreffeh demek oldukça sığ bir argümandır, süreci ihmal eder. Dünya genelinde Büyük Bunalım’ın ve daha sonra Soğuk Savaş dönemi rekabetinin neden olduğu refah devleti uygulamaları, insanların refahını ciddi anlamda iyileştirmiştir. Bu da çoğu zaman devlet uygulamaları yoluyla gelmiş bir refahtır. Zamanla toplum da güçlenmiştir. Bu da devlete karşı belli bir sivili alanın ortaya çıkmasına neden olmuştur. (ii) aşağıda ifade edeceğim gibi, yüksek düzeyde eşitsizlik altında insanlar iddia edildiği kadar da özgür değildir. Yaratılan refahın paylaşımındaki adaletsizlik insanları sosyal ve iktisadi olarak ayrıştırmaktadır. Bu, zengin Batılı ülkeler için de geçerlidir. Ülke refah düzeyi ile onun paylaşımı çoğu zaman birbirine karıştırılmaktadır. (iii) gelişmekte olan ülkeler, gelişmiş ülkelerin özgürleşme sürecinde katlandıkları bedelleri ödemek zorunda değildir. İnsanlar, nesiller boyu sürecek “nasiplenme” (trickle down) sürecinde, terli sırtlarına düşecek bir damla suyla ferahlamayı beklemek zorunda değiller. Bu süreç, planlama, kamusal katılım, mülkiyet çeşitlendirmesi, sosyal dayanışma yoluyla ilerleyebilir ve bu imkânlar insanları gerçek anlamda daha özgür kılabilir. (iv) özgürlükten refaha giden yaklaşım, Doğu Asya ülkelerinde olan biteni açıklayamaz. Orada yavaş da olsa ilerleyen özgürlüğün nedeni refahtır, özgürlük değildir.

Kuznets eğrisi bize kapitalizmde eşitsizliğin önce artacağına, fakat sonra zamanla daha yüksek gelir düzeylerinde düşeceğine dair bir projeksiyon sunar. Bu da kapitalizmin işleyiş mekanizmasına dönük doğal bir eğilim olarak tanımlanır. Bu eğride ifade edilen iyimserlik çoğu iktisatçı ve politikacının kılavuzu oldu ve nasiplenme (trickle down) kavramının da temelini oluşturur. Yani kapitalizmin içinde barındırdığı düzeltici mekanizmalarla eşitsizliğin azalacağı ifade edildi. Fakat analizin içerdiği kısa dönem (1913-1948) zenginlerin servetinin ciddi anlamda savaşlar, krizler ve yüksek vergilerle azaldığı bir dönemdir. S. Kuznets’in kendisi de bu eğilime ve dataya şüphesini belirtir. T. Piketty de bu zaman diliminde gelir eşitsizliğindeki düzelmenin bir istisna olduğunu ve kapitalizmin doğası gereği eşitsizlik yarattığını belirtir. Nitekim 1980’lerden sonraki liberal politikalarla birlikte, daha önceki dönemleri de aşan bir eşitsizlikle karşı karşıyayız. Oxfam datası bu can sıkıcı resmi göstermektedir. Sadece 2018’de 1990 milyarderin özel serveti yaklaşık 900 milyar artarken, dünya nüfusunun yarısının serveti (yaklaşık 4 milyar insan) yüzde 11 oranında düşmüştür. Dünyanın 26 en zengin insanının serveti dünya nüfusunun yarısının toplam servetine eşittir. Bu sayı 2017’de 43 kişiydi. 

Piyasa dengesinde insanlar pekâlâ hiçbir geliri olmadan açlıktan ölebilirler. Piyasanın bunu ahlak-dışı görme niteliği yoktur, bu tür sonuçlara karşı nötrdür.  Fakat çoğu insan böyle bir dengeyi ahlaken kabul etmez. Bu aslında, piyasanın ahlaki olanla gerginliğini göstermesi açısından önemlidir. Pastadan her seferinde daha fazla pay alan kapitalistler, kapitalist sistemin düşmanına dönüşürler. Kapitalizmi kapitalistlerden kurtarmak için piyasa dışında “yeniden dağıtımcı” bir kuruma, yani devlete, ihtiyaç vardır. Bu da etkin ve adil bir vergilendirme sistemi gerektirir. Fakat burada karşımıza, vergilerin sermaye birikim sürecini sekteye uğratma potansiyeli taşıdığı itirazı çıkar. Yüksek vergilerin insanların çalışma isteklerini kıracağı, yatırımları azaltacağı ve büyümeyi negatif etkileyeceği ve hatta bunun da daha az vergi toplanması ile sonuçlanacağı ifade edilir.

Fakat bunun çok doğru olmadığını hem ülke örneklerinden hem insan hayatının temel motivasyonlarından hareketle gösterebiliriz. Örneğin, Nordik ülkelerinde ve hatta kıta Avrupası ülkelerinde eşitlikçi yeniden dağıtıma imkân veren yüksek vergilerin daha sağlıklı büyümeye destek verdiği görülmektedir. Çoğumuz bugünkü halleri ile Nordik ülkelerin hep adil toplumlar olduğunu düşünür. Oysa 1930’lara kadar Avrupa’nın en eşitsiz toplumlarından biriydiler. Bu ülkelerin günümüzde daha eşitlikçi bir yapı kazanmalarının kaynağında, büyük oranda refah devleti uygulamaları vardır ve bunu da yaklaşık 1930’ların ortasından 2007’de kadar iktidarda kalan sosyal demokrat parti uygulamalarına borçludur.  Yani ciddi anlamda devletin müdahaleleri ile bugüne gelindi. Diğer bir örnek, Batı ülkelerinde 1950-1980 dönemi, ortalama marjinal vergi oranı yüzde 70’in üstünde olmasına rağmen en fazla büyümenin sağlandığı dönem olmuştur.

Diğer yandan, yüksek gelir/servet vergilerinin insanların çalışma veya yatırım isteklerini azaltacağını gösteren ciddi bulgular da yoktur. Laffer eğrisinde ifade edildiği gibi yüksek vergilerin toplanan vergileri azalttığı düşüncesi gerçeği yanlış sunmaktadır. Normal gelirli insanların vergilerinin artırılması elbette üretme motivasyonlarını olumsuz etkiler. Fakat burada söylenmek istenen yüksek gelirli insanların daha yüksek vergilendirilmesidir. Bu anlamda Laffer eğrisi, aynen Kuznets eğrisinde olduğu gibi, gerçeği eksik göstermekte ve zenginlerin vergilerini düşürmenin bir gerekçesi olarak kullanılmaktadır. Yüksek mevkide bulunan ve 10 milyon dolar kazanan bir yöneticinin, 1 milyon dolar kazanan bir yöneticiden yüksek vergilendirilmeden dolayı daha az çalışması için bir neden yoktur. Bu gelir düzeyinde, insanlar için içsel motivasyon (yönetme gücü veya statü gibi) dışsal motivasyondan (para, maddi getiri) daha fazla rol oynar. Bu tür yüksek kazançlı insanlardan alınacak yüksek vergiler bu motivasyonu kırmaz. Aynı durum, örneğin, futbolcular için de geçerlidir. Gelirleri milyonlarca dolar olan futbolculara daha yüksek bir vergi koyduğunuzda daha az istekle mi oynarlar? Avrupa ülkelerinde futbolculara daha yüksek vergi uygulanıyor, bizimkilerden daha kötü mü koşuyorlar? Tam tersine bu durum performanslarını etkilemediği gibi, futbolun tüm bileşenlerinin de katkısı ile (seyirci, kurallar, hakemler) daha iyi oynandığını da görüyoruz. Dahası, çok yüksek gelirli insanların zamanla benlik krizleri yaşadıklarına ve daha fazla harcama eğilimine girdiklerini görüyoruz. Jeff Bezos’un süper lüks yatını ve uzaya gitmesini veya futbolcuların bitmek bilmeyen partilerini bu anlamda görmek gerekir. Bu yüzden, daha zengin insanlardan vergi yoluyla transfer yapmak piyasa sistemini daha sağlıklı kılacağı gibi, toplumsal dayanışma duygusunu da artıracaktır.

Şirketler sürekli olarak vergilerden kaçınma/kaçırma eğilimi gösterirler. Bunu da daha çok muhasebe hileleri, istisnalar veya vergi cennetleri uygulamaları ile yaparlar. Bu durum, kamu bütçe problemlerinin de kaynağıdır ve kamu hizmetinin düzeyini ve niteliğini belirler. Yapılan bir çalışmaya göre, ABD’de en zengin 400 kişi diğer tüm kategori vergi mükelleflerinden oransal olarak daha az vergi vermektedir. 1950’de en zenginlerin gelir vergisi oranının yüzde 70 olduğunu, 1980’de bunun yüzde 47’ye düştüğünü ve bugünlerde yaklaşık yüzde 25’lere indiğini görebiliriz. Oysa nüfusun en fakir yüzde 20'si,  gelirlerinin yüzde 24’ini vergi olarak vermektedir. Oxfam’a göre Brezilya’da nüfusun en zengin yüzde 10’u gelirlerinin yüzde 21’ini vergi olarak verirken, en fakir yüzde 10 gelirlerinin yüzde 32’sini vermektedirler. İngiltere’de bu oran yüzde 34’e yüzde 49’dur. Milyarder W. Buffet, oransal olarak sekreterinden daha az vergi vermesini saçma olarak nitelemişti. Maalesef, siyasetin iç dinamikleri vergi artırımı gibi konuları kriz olmadan çözememektedir. Örneğin, 1930’larda vergilerin artırılması veya sosyal hizmetlerin artması ancak Büyük Bunalım ile birlikte mümkün olmuştu.

Ülkelerin çoğunda harcamalar oransal olarak değişmese bile kamusal hizmetlerin niteliğinde ciddi bir düşme söz konusudur. Birçok ülkede kamu memurlarının sayısı azaldığı gibi, daha yaşlı bir kesim haline gelmekteler. Buradan hareketle, kamu hizmetlerinin iyi olmamasını kamu memurlarının beceriksizliğine ve bürokrasinin hantallığına bağlamak haksızlıktır. ABD ve birçok Batılı ülkede kamuya ait lise, hastane, köprü ve taşıma araçlarının hali perişandır.  Bu gelişmelerin temelinde, devletin kamu yatırımlarından geri çekilmesi ve neredeyse her şeyin piyasaya havale edilmesi yatar. Sorun burada, hizmetlerin özel sektör tarafından verilmesi değil, kamunun birçok açıdan daha iyi verebileceği hizmetlerden çekilmesi veya bunları daha kötü sunmak zorunda kalmasıdır. ABD Başkanı J. Biden’ın büyük inşa programı yıllarca ihmal edilen kamu hizmetlerinin iyileştirilmesi için oldukça önemlidir. Burada şunu da belirtmek isterim; Türkiye’de, şimdilerde oldukça değişse de, 2000’li yıllardan itibaren sınavla memur alımlarının kamusal hizmet kalitesini çok hızlı bir şekilde yükselttiğine şahit olduk. Bu da bize bürokrasi etkinliğinin, onu nasıl kurduğumuzla çok ilişkili olduğunu göstermektedir. Weberyen anlamda rasyonel, etkin bir bürokrasi, çoğu hizmetin hem daha ucuz hem daha nitelikli olmasına imkân verebilir.

Emek piyasaları hem eşitsizliğin hem de mutsuzluğun ortaya çıktığı en önemli sahalardan biridir. Bu yüzden, emek piyasalarındaki eğilimleri iyi gözlemek gerekir. Buralarda merkezi olmayan süreç ve kararların olumsuz yaygın sonuçları söz konusudur. Dünya genelinde emek piyasalarında gözlemlenen önemli bir takım eğilimleri şöyle sıralamak mümkündür: (i) artık daha az istihdam yaratılıyor (ii) ücretler durağanlaşıyor ve bu 1980’lerden bu yana emeğin üretimden aldığı payın azalmasında da görülüyor (ii) işsizlikten geri dönüşler çok daha fazla vakit alıyor, yani işsiz kalma süreleri artıyor (iv) işgücüne katılım oranı düşüyor (v) meslek polarizasyonu artıyor, yani orta kademe işlerde ciddi azalma var (vi) emek ve sermaye ayrışması daha da derinleşiyor ve (vii) güvenceli iş sözleşmeleri yerini yarı zamanlı, gönülsüz ve iş güvenliği olmayan sözleşmelere bırakıyor. Avrupa Komisyonuna göre, Kuzey Avrupa’da yarı-zamanlı işlerin yaklaşık yüzde 15-20’si gönülsüz, Güney Avrupa’da bu oran yaklaşık yüzde 50 düzeyindedir

Tüm bu gelişmeler, çalışanları önümüzdeki dönemlerde çok daha zor koşullar beklediğini göstermektedir. Özellikle otomasyonun/robotların önümüzdeki dönemlerde emeği daha fazla tehdit edeceği açıktır. Emeği tehdit şey aslında tüm iktisadi sistemi tehdit eder. İşçilerin sanayi üretiminde örgütlenmeleri daha kolayken, şimdiki üretim biçimlerinde örgütlenmeleri daha zordur. Örgütlenme ve ilişkiyi sürdürme mekânı da daralmaktadır. Tüm bu merkezi olmayan eğilimlere merkezi müdahale etmek gerektiği çok açıktır. Müdahale araç seti devletin elindedir ve bunun imkânları tartışılmalıdır.

Tüm bu gelişmeler dünya genelinde insan refahının aleyhine seyretmektedir. 1970-80’lerde başlayan ve Amerika modeline göre bile daha radikal olan Şili modeli, 2019’daki ciddi politik ayaklanmalarla tıkandı. Bu zaman zarfında her şey özelleştirildi: su, elektrik, ulaştırma, sağlık, üniversiteler, okullar ve ormanlar. Sonuçta, yaşama maliyeti insanlar için çekilmez oldu. İnsanlar yıllarca açlık düzeyinde yaşadılar. Buna rağmen, Şili ekonomisinin sağlıklı büyüdüğü algısı yaratıldı. Fakat büyüyen sadece zengin bir azınlığın geliriydi, halk ciddi anlamda fakirleşti. En zengin yüzde 10 toplam servetin yüzde 60’ını almaktadır. Süreç, 2021 yılında daha radikal bir sol partinin iktidara gelmesi ile sonuçlandı. Şili örneği şu gerçeği bir kez daha teyit etti: Bir ülkede piyasa alanının sürekli genişlemesi ve her alana sızması, kendisini daha da küçültme tehlikesi ile karşı karşıya bırakır. Yani piyasa, sosyal olanı tehdit etme sınırlarına yaklaştığında, bu devletin müdahalesini kaçınılmaz kılar ve devlet daha güçlü döner.

Kapitalist sistemde oluşan tüm bu gelir ve güç eşitsizliklerine insanların bu kadar tolerans göstermelerinin temelinde, herkesin bir gün zengin olabileceği düşüncesi ve bu umudun canlı tutulması yatar. Fakat bu düşüncenin gerçekleşme olasılığı her geçen gün çok daha zorlaşmaktadır. Çok sayıda akademik çalışma nesiller arası mobilitenin (hem kendi ebeveynlerinden daha zengin olma veya alt gelir grubundakilerin yüksek gelir gruplarına yükselmesi anlamında) her zamankinden daha fazla zorlaştığını göstermektedir. Gelir eşitsizliğinin bu kadar yapısal ve hiyerarşik bir özellik göstermesi bunun artık eğitim üzerinden de hafiflemesini güçleştirmektedir. Çünkü eğitimin kendisi de artık zenginlerin kontrolü altındadır. Daha önce de bir yazımda ifade ettiğim gibi meritokrasi, artık zenginlerin elit eğitim üzerinde kurdukları bir kast alanına dönüşmektedir 

FİNANS

Finansal sektörün büyüklüğü ve aktör/ürün çeşitliliği de her geçen gün artmaktadır. 1960'larda finansal aktiviteler milli gelire dahi dâhil edilmezlerken, bugün milli gelirin önemli sektörlerinden birine dönüşmüş durumdadır. ABD’de sanayinin milli gelirdeki payı yüzde 10'un altında iken, finansal sektörün payı yüzde 13 düzeyindedir. 

Finansı daha kritik yapan, sunduğu avantajlardan (yatırımın finansmanı ve risk dağıtımı gibi) ziyade yarattığı sorunlardır. Finansın yarattığı sorunlar daha net görüldüğü için, devlet müdahalesini liberallerin önemli bir kısmı da savunmak durumunda kalırlar. Finansı problemli kılan çeşitli faktörler vardır. Bunlar kısaca: (i) güvene bağlı olmasından kaynaklanan kırılganlık (ii) finansal refah kaybının ve kazancının kolay olması (iii) finansal işlemlerin çok hızlı gerçekleşmesi (iv) aşırı borçlanmaya imkân vermesi (yüksek kaldıraç) (v) yarattığı hızlı zenginleşme duygusunun aç gözlülüğü tahrik etmesi (vi) finansın ekonomik döngüleri hızlandıran ve büyüten bir etkisinin olması (finansal hızlandırıcı) ve (vii) finansal aktivitelerin önemli bir kısmı üretken olmaktan çok dağıtımcıdır, yani sıfır toplamlı oyundur, yani birinin kazancı diğerinin kaybı şeklindedir.

Köprüler, yollar, makinalar, fabrikalar varlık olarak değişmezlerken, onlara atfettiğimiz ekonomik değerler, yani servet değerleri, bir insan “yapımı”dır; bireylerin davranışlarına ve etkileşimine bağlı olarak değişim gösterirler. Varlık fiyatları ciddi bir dalgalanma içindedir. Bu da büyük oranda değişen beklentilerin bir sonucudur. Beklentiler değiştiğinde, milyarlarca değerde olan varlıklar birden buharlaşır ve kimsenin bilmediği bir yere gider.  

Diğer yandan, ekonomik-finansal sistem, tahrikleri ile bizi zengin olabileceğimize ikna etmeye çalışır. Kendi sınırlı gelirleri ile zengin olma ihtimali düşük olan sayısız insanın zengin olma hayali harekete geçirilir, bu hayalin canlı tutulması aynı zamanda kapitalizmi ayakta tutan en önemli unsurdur. Finans bu anlamıyla, insanların ailelerinden miras aldıkları yoksulluktan çıkmanın bir yemi gibidir. Gençler arasında veya gelişmekte olan ülkelerde kripto paraların bu kadar rağbet görmesinin temelinde bu vardır. Aynı zamanda kaldıraçlı ürünler veya borçla gayrimenkul alımı teşvik edilir. Finansal kurumların kendileri de ciddi bir borçlanma içindedir. Tüm bu yüksek borçlanma düzeyleri çok sayıda krizin de kaynağını oluşturur. Bu kriz dönemlerinde, devlet halkı finansçılardan, finansçıları da kendilerinden zor kurtarır. Finans bu yolla, tüm sistemi, üst katında az sayıda insanın kumar oynadığı alt katta borçlu insan yığınların üst üstte yattığı bir ev gibidir.

Son dönemlere kadar, ortodoks/ana akım diye nitelendirilen ekonomistlerin önemli bir kısmı “köpükler”e inanmıyorlardı. Ünlü iktisatçılar R. Lucas da E.Fama da 2007-2008 global krizini hala geçici bir dalgalanma (turbulence) olarak görüyorlar. Krizleri geçici ve daha çok ekonomi tarihi kitaplarının bir anlatısı şeklinde yorumlama eğilimi gösteriyorlar. Bunun en önemli sebebi, kısaca “homo economicus”a atfedilen “rasyonel iyimserlik” durumudur. Yani rasyonel olan bireyler kendi çıkarlarını en iyi şekilde değerlendirir ve aldıkları riskleri öngörebilme potansiyeline sahip olarak görülür. Yani riskler fiyatlara yansımış olduğundan aldıkları riskleri bilirler. Bu durum, her şeyin rasyonalite içinde çalıştığına inanan FED eski başkanı Alan Greenspan’ın şaşkınlığında ve global kriz öncesi oluşan “taşkınlığı” (exuberance) hala anlamadığını ifade etmesinde çok açık görülür.  Fakat gerçek uzun süredir bunun tersini gösteriyordu, iktisadi krizlerin oldukça endemik olduğunu biliyoruz. Finansın sorunlarını diğer bir yazımda daha detaylı ifade etmiştim 

Finansın yaratabileceği bu sorunları düşündüğümüzde dahi, devletin kontrolünün ve regülasyonların ne kadar önemli olduğu ortadadır. Fakat bu sadece regülasyonla sınırlı olmamalıdır, finansmanın kaynağında da devlet çok daha fazla yer almalıdır. Çünkü bu aynı zamanda yatırımın niteliğini de yönlendirmek anlamına gelir.  Sonuç olarak, yukarıda saydığım birçok alanda, devletin daha fazla inisiyatif aldığı durumun daha sosyal, adil ve etkin olacağını düşünüyorum. Fakat devleti potansiyelleri ve kısıtları ile birlikte daha fazla tartışmak gerekir. Umarım bunu bir sonraki yazımda ifade etme imkanı bulurum.

*Yıldız Teknik Üniversitesi İktisat Bölümü