Dezenformasyon ve algı II: Algıları ayarlama enstitüsü
İletişim matriksi içinde giderek daha öne çıkan algı aşamasına yapılan müdahaleler, ne İletişim Başkanlığı gibi tek bir merkezden yönetiliyor ne de dezenformasyon, sansür, yasak gibi açık kısıtlamalarla sağlanıyor. İktidarın iletişim stratejisinin eleştirisi, bu matriksin formatı kadar içeriğini de hedefine koyarak bu algı düğümünün nasıl çözüleceği üzerine düşünmeyi gerektiriyor.
İletişim çalışmalarının bir akademik disiplin niteliği kazanması, ‘propaganda modeli’ üzerinden oldu. İletişim, gönderenle hedefi arasında tek yönlü, lineer ve doğrudan somut etkileri olan bir ilişki olarak düşünülüyordu. Bu bakış, 1930’larda ortaya çıkan otoriter rejimlerin kitle iletişim pratiklerinin tahlili üzerinden gelişti. Propaganda modeli, iletişimde gönderenin mesajını esas aldığı ve bütünüyle pasif ve etkiye açık alıcı bireylerin mevcudiyeti varsayımına dayandığı için eleştirildi. Alıcının seçme, yorumlama ve geri bildirimle göndericiyi besleme gibi inisiyatifleri vurgulandı. İletişim, en azından iki boyuta sahip, şemanın her iki ucunu da sürekli etkileyen bir faaliyet olarak düşünülmeliydi. Bu temeller üzerinde daha sonra iletişim şemasına başka boyutlar eklendi ve çok sayıda yeni model geliştirildi. Asıl olarak, toplumsal/kültürel bağlam ve ‘algı’ ya da alıcı psikolojisi üzerinde bir yoğunlaşma olduğu söylenebilir.
Bir iletiyle karşılaşan bireyin amaçlanandan çok farklı ve bazen tamamıyla zıt anlam çıkarması oldukça yaygın bir durumdur. Çok göz önünde cereyan ettiğinde ‘iletişim kazası’ olarak nitelenir. İletişim kazalarından kaçınmak, her şeyden önce doğru kodlama, net ifade, doğru araçları ve uygun medyayı kullanma gibi gönderici tarafın yetkinliğiyle ilgilidir. Ama mesajın niyeti ile algılanışı arasındaki uçurumun kapatılması için, alıcı tarafın kültürel, ideolojik ve psikolojik düzeylerde mesajdan niyetlenilen anlamı çıkarmaya hazır olması da gerekir.
İletişim şemalarında alıcı tarafa ait olan ‘algı’ unsuru, aklı kuşatarak kod çözme, yorum ve anlamlandırma süreçlerine etki eden bir filtre olarak da düşünülebilir. Bu filtre; kültürel değerler, inançlar, ideolojik kabuller, politik görüşler, ekonomik konum ve beklentiler gibi bir dizi sosyal faktörün etkilerine açık olmakla birlikte son tahlilde birey ya da kitle psikolojisi ile ilgili bir olgudur. O halde algı yönetimi de ziyadesiyle psikolojik bir operasyondur.
Bu operasyon, yine erken dönem iletişim teorilerinde yeri olan ‘derialtı iğne’ metaforuna başvurarak açıklanabilir. (Bill Gates’in Covid aşısıyla herkese çip yerleştirdiği ‘gerçeğinin’ toplum nezdinde geniş kabul görmesi, vatandaşın maruz kalmakta olduğu algı operasyonlarının aslında ne kadar farkında olduğunu gösterir.) Şırınga muhtevasının, kan dolaşımı yoluyla vücuda yayılarak beyne bir kez yerleşmesini takiben gelen mesajlar hep o muhtevanın belirlediği şekilde algılanacaktır. Mesajın kendisinden önce yorumlama tarzı hedef kitlenin aklına yerleştirilmiştir. İlk bölümde ele alınan New York Times’ın Kürdistan haritası ve 96 saatte Ankara’yı işgal planı gibi dezenformasyon faaliyetleri şırınga muhtevasında yer almaktadır ve aşılama bir kez gerçekleştikten sonra sürekli dezenformasyon ihtiyacı ortadan kalkacaktır. 15 Temmuz darbesinin New York Times’dan talimat alan ABD yönetiminin otoriteyi zayıflatarak Türkiye’yi bölme girişimi, Yunanistan’daki ABD üslerinin ise Bizans’ı yeniden kurmak amaçlı bir işgal hazırlığı olduğu dışında herhangi bir yorumun, alıcı kitlenin içine sokulduğu ‘yankı odası’ndan duyulması neredeyse imkânsızdır. Olguların doğrudan yansıması, tarafsız haber ya da ‘nötr enformasyon’ diye adlandırabileceğimiz her türden mesajın algısını belirleyen bir ortak kanaat ya da algı filtresi, kolektif ‘sağduyu’ olarak genelleşmiştir artık.
Çoğu yoksul AKP seçmen kitlesinin sürekli kötüleşen ekonomik koşullara rağmen tercih değiştirmiyor oluşu muhalefet çevrelerince hayretle karşılanıyor. Bu tavrın izahında başvurulan elitist retoriğin (makarna/kömür yardımları, cehalet ve kör inanç) yirmi yıldır fazla bir şey açıklayamadığı görüldü. RTÜK sansürü, İletişim Başkanlığı eliyle medyaya dayatılan Goebbelsvari dezenformasyon operasyonları, kitle iletişim kuruluşları üzerinde kurulan Saray tekeli ve Aktrollerin yoğun sosyal medya bombardımanı gibi iletişim faaliyetleri de kendi başına durumu açıklamakta yetersiz kalıyor. Bu faaliyetlerin içeriği ele alındığında ise, ne kadar fantastik görünürse görünsün son tahlilde nedensellik ve illiyet bağı ile oluşmuş anlatılar üzerinden kurulan bir hegemonya ile karşı karşıya olunduğu görülür. Ekonomik krizin ABD ve Avrupa ülkelerinde halkı kıtlık ve yoksulluğa sürüklediği; aya ‘sert iniş’ projesi için Türk uzay ajansı tarafından astronot alımı yapılacağı; petrol, gaz ve değerli maden keşifleri; Lozan miti ve benzeri fanteziler; sistematik bir meşruiyet ve rıza imalatı sürecinin omurgasını teşkil eden ‘beka’ anlatısının müştemilatıdır.
SUUDİLERE ANKARA KARŞILAMASI VE KUTSAL SİHALAR
Daha bir yıl öncesine kadar ‘katil’ olarak namlı Muhammed bin Salman’ın geçtiğimiz ay Ankara’da krallar gibi karşılanması, ağırlanması ve uğurlanması üzerine muhalefet cephesinden gelen para uğruna döneklik ve ikiyüzlülük eleştirileri, AKP seçmeni makarna ve kömüre muhtaç olduğundan değil ama bu dönüşün başta ikna olduğu büyük anlatı içinde bulduğu izahat nedeniyle yankı bulmuyor. İktidar hesabına çalışan kanaat önderleri, ‘devlet işinde dargınlık yoktur; milli menfaatler vardır’ mottosunu vurgularken Kaşıkçı cinayetinin aslında ABD’nin de bilgisi ve rızası dahilinde işlendiği imasında bulunuyorlar. Büyük anlatı, ‘üst akıl’ tarafından bu cinayete ‘yol verilmesi’ ya da ‘göz yumulmasını’ göründüğünden daha büyük bir stratejik oyunun parçası olarak algılanmasını mümkün kılıyor. Yalnızca Suudiler katil olmuyor, asıl hedef Türkiye’yi zayıflatmak, iki Müslüman ülkenin arasını açarak Türkiye’nin Ortadoğu’daki nüfuzunu baltalamak vb. oluyor. Bazı siyasal yorumcular, Erdoğan’ın o sırada sert tepki göstermiş olmasını, yine o ‘üst akıl’ın cinayeti Türkiye devleti üzerine yıkma oyununu bozma hamlesi olarak izah edecek kadar ileri gidebiliyorlar. Sonuçta; İsrail, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan ve Mısır gibi yakın geçmişin Ortadoğu hasımlarına yönelik özür ve barışma hamlesi, milli menfaatler açısından kabul edilebilir bir gereklilik olarak algılanmaya müsait oluyor. Erdoğan’ın u dönüşü, ‘devlet adamlığı’ olarak takdir ediliyor.
Geçtiğimiz ay içinde CHP’nin önemli figürlerinden Sezgin Tanrıkulu, sosyal medyada kendisi hakkında yazılan bir iletiye cevaben “Bu korku size yeter troller. Ama emin olun adil olacağız” cümlelerini paylaştı. Bu yanıt iktidar yanlısı medya aparatları tarafından “Skandal paylaşım: Bunlar bu ülkeye düşman”; “Hadsizlik” ve “Tanrıkulu kimin adına konuşuyor: CHP mi CIA mı?” gibi başlıklarla manşete taşındı. Karşı çıkarak cevapladığı iletinin içeriğinden hareketle Tanrıkulu ve CHP; SİHA üretimini durdurmayı ve Cumhurbaşkanının damadını yargılayarak hapse atmayı planlamakla suçlanıyor. Yalnızca ‘makarna ve cehalet içinde yüzen’ kitleler değil, AKP’li hakim ve savcıların da dikkate alabileceği suçlamalar…
ALGILARI AYARLAMA ENSTİTÜSÜ
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ünlü romanı Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün en çarpıcı ve baştan çıkarıcı karakteri olan Halit Ayarcı, Heraklitus’tan Heidegger’e felsefenin temel soruları arasında yer alan zamanın döngüsel mi yoksa çizgi şeklinde mi olduğu problemine, saat, mekân ve insan mefhumlarıyla birlikte düşünerek pragmatik bir çözüm getirir: “Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı ise insandır.” O halde aslolan insan yani ‘ayar’dır. Bu şiarla kurduğu Saatleri Ayarlama Enstitüsü tarafından ortaya atılan saatlerin ayarında standartlaşma zarureti, kısa sürede bütün devlet ve toplum tarafından benimsenir. Enstitü adeta milli iradenin sembolü haline gelerek yükselir.
Tanpınar’dan ödünç alarak iletişim biliminin terminolojisine aktarırsak, toplumun kendisi mekân, hareketi iletişim, ayarlanması gereken kısmı ise algıdır. Algı bir kez ayarlanıp kuruldu mu toplum, Hayri İrdal’ın romanda şikâyet ettiği kıvama gelmiş demektir: “Ne garipti, hepimiz Halit Ayarcı’nın elinde bir kukla gibiydik. O bizi istediği noktaya getiriyor ve orada bırakıyordu. Ve biz o zaman, sanki evvelden rolümüzü ezberlemiş gibi oynuyorduk. İçimizde ona karşı hiddet, kin, isyan ve hayranlık birbirine karışıyordu.”
Ayarları kurulmuş topluma, NATO zirvesini Mohaç Meydan Muharebesi kıvamında bir Türk-İslam zaferi olarak sunmak mümkün oluyor. Buna karşı yükselen her ses ise Noam Chomsky’nin ‘flak’ (uçaksavar ateşi) teriminde ifadesini bulan ‘vatana ihanet’, ‘Erdoğan’ı sevmemek’ gibi mühimmatla yürütülen yoğun bir karşı saldırı ile geri püskürtülüyor. Dahası, Erdoğan’ın zirveye uçağında götürdüğü bir ‘gazeteci’, Madrid sokaklarında dolaşırken hiç çocuğa rastlamadığından bahisle, bütün bunların LGBTİ haklarının bir sonucu olduğunu, ‘üst akıl’ın eşcinsel münasebeti yaygınlaştırmak suretiyle nüfus artışını durdurmak üzere bu ‘ahlaksızlıkları’ empoze ettiğini vuruluyor. Programın konuğu olan ‘profesör’ ise, kadın haklarının da aile yapısını bozmak için dayatıldığını ispatlayan deliller getiriyor. O esnada İstanbul polisi var gücüyle onur yürüyüşçülerini dövmektedir; aynı polis gücü 8 Mart kadın yürüyüşüne karşı da her yıl olduğu üzere şiddet kullanmıştı.
İletişim matriksi içinde giderek daha öne çıkan algı aşamasına yapılan müdahaleler, ne İletişim Başkanlığı gibi tek bir merkezden yönetiliyor ne de dezenformasyon, sansür, yasak gibi açık kısıtlamalarla sağlanıyor. İktidarın iletişim stratejisinin eleştirisi, bu matriksin formatı kadar içeriğini de hedefine koyarak bu algı düğümünün nasıl çözüleceği üzerine düşünmeyi gerektiriyor. Ama böylesi bir eleştirel çaba içinde öncelikle milli irade sembollerinin ya da milli güvenlikçi ‘beka’ matriksinin dışına bir adım atma gereği ortaya çıkacaktır ki bu da muhalefetin öncelikle kendini sorgulama ihtiyacına işaret eder.