YAZARLAR

Diamond’ın Tema’sı

Tarih dediğimiz şey bir gerçeklik alanı olmaktan ziyade, siyasi ve ideolojik fantezilerin inşa ve imal edildiği bir tür kostüm mağazası ya da antikacı dükkanı gibi bir şeydir, nasıl bir sahneye ve nasıl bir öznelliğe ihtiyacınız varsa tarih size bunların hepsini verir.

Kutsal(1), dinden daha eskidir, insanlar dinleri yokken de varlardı ama onları topluluk yapan şey kutsallar ve bu kutsalların dinler aracılığıyla sistematik ve sofistike hale getirilmesi oldu. Kutsal ise en genel anlamda din dışı spesifik olarak da murdar ile karşıtlık sayesinde kurulur. Kutsal ve murdarın sınırları ise çoğunlukla kadın bedenine atfedilen işlevler tarafından belirlenir.

Dünyada yaşanan önemli siyasal gelişmeler, ya da toplumda infial yaratan siyasi olaylar, genelde siyaset sahasının dışında, siyasallaştırılmış kültür katmanlarında, kutsal ve murdar ikiliği etrafında görünür olur. Örneğin, Arap imgesi ve Ortadoğululuğun modern Türkiye tarihinde bir taharet meselesine indirgenmesi, ABD kültürü açısından Meksika’nın çürük dişli çirkin erkeklere indirgenmesi, semavi dinler açısından kadının menstürasyon sürecine indirgenmesi vb… Kısacası bir topluluğu toplum yapmak ya da bir cemiyeti cemaat haline getirmek inşa edilmiş bir ötekinin murdarlığının sınırlarına ‘biz’in kutsallarının tahkimatıyla mümkündür. Bu bağlamda, bir kutsalı inşa etmenin yolu genellikle bir başkasının kutsalını murdar kılmaktan geçer. Dolayısıyla, savaşlarda, iç savaşlarda sıklıkla yaşanan kadınlara karşı toplu tecavüz, ölülere ve mezarlara karşı saygısız tutumlar, ötekinin kutsalını murdarlaştırıp, ötekinin toplumunu askıya almak mümkünse ilga etmekle ilgilidir.

Mesela Fransız Devrimi’nde Marie Antuanette üzerinden yürüyen erken-pornografik neşriyat, Katerina’nın Osmanlı-Rus tarihinde tutmuş olduğu mahut yer, Menderes’in topluma karşı işlemiş olduğu suçlardan ziyade bir yasak aşk meselesinden dolayı itham edilmiş olması, Özallı yılların keza 12 Eylül faşizminin Yüksek Askeri Şura ve parlamento aracılığıyla kurumsallaştırılmasından ziyade, Semra-Zeynep Özal’ın evlilikleri ve “iffetsizlikleri” üzerinden kamuoyunda mahkum edilmiş olması vb… Bir de tabii, siyasi konjonktüre göre, ayranların kabarma vakti “yıkılsın Arabistan (Yunanistan)/ Arabistan(Yunanistan) kızları ne don giyer ne fistan” diye söylenen Türk’üler.

Genç kuşaklar muhtemelen hatırlamayacaklardır ama 28 Şubat ya da post-modern darbe denilen sürecin bütün gündelik siyasi mühimmatı da, Ali Kalkancı, Müslüm Gündüz ve Fadime Şahin arasındaki threesome ilişki üzerinden kurgulanmış ve temin edilmiş, 28 Şubatçı generaller de işte şeriat-işte tarikat diyerek, genel olarak tarikatların özel olarak siyasal İslamcıların abdestini bozup murdar kılmaya çalışmışlardı.

Sonrasında gün olup devran dönünce, bu aktörler bu sefer de bu işi generallerin plan ve koordinasyonuyla yaptıklarını “itiraf” ederek, 28 Şubat sürecinin AKP rejimine dönüşümüne de şimdi gene hatırlanmayan önemli bir katkı sunmuşlardı. Dolayısıyla, Fadime Şahin vakası bizi sosyal bilimlerin en önemli sorularından birisine getirir, aslında orada tam olarak ne oldu ve orada olan şey, bir iktidar tertibatı aracılığıyla hakikat olarak imal edilirken nasıl eğilip, büküldü, hangi öğeler öne çıkarıldı, hangi öğeler geride bırakıldı. Yani belirli kutsalların ve murdarların kerteriz alındığı, gerçeklik nasıl inşa edildi.

Bu uzun girizgâhtan sonra sözü Diamond Tema fenomenine getirmek istiyorum. Bilindiği üzere, kendisi Hz. Muhammed ile Hz. Ayşe arasındaki nikah meselesinden, hormonları elinde, kapı kapı gezen bir kanziyi yere sermiş oldu.

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, Sahih-i Buhari denilen muhaddis, pek çok başka islam alimi tarafından tahsis edilmiş hatta tekfir edilmiş bir Emevi teorisyeni. Hatta Hz. Muhammed ile Hz. Ayşe arasındaki nikah meselesinin daha az bilinen ama gene dolaşımda ve erişilebilir olan versiyonları var.  Diamond Tema’nın, ısrarla diğerlerine değil de, buraya bakması ve kıymeti kendinden menkul Buhari’yi sahih kabul etmesi, onun bilimsel-teorik bir tartışma yapmaktan ziyade, tartışmayı kutsal-murdar ikiliğine sürüklemeye çalışması tercihinin bir sonucu.

Fakat burada daha da önemli bir şey var, bir şey sırf kayıtlara öyle geçti diye, belirli bir konu hakkında belirli bir ‘tarihsel’ belge var diye, o olay belgeli, objektif ve bilimsel hale gelmez. Sırf bir metin ya da belgeden dolayı, bir olayın tarihsel olarak öyle yaşandığını düşünmek, en azından tarih biliminin uzunca bir süredir reddettiği, yalnızca Doğu Perinçek ya da Yalçın Küçük gibi simyacıların başvurdukları bir yöntem. Karşılaştırmalı tarih okumak, akıllı bıdık kanzilerin belgeperestliği olmadığı gibi “ben bütün kaynakları okudum, hatta hem Kavgam’ı hem de Kapital’i okudum” çiğliğinin de ötesinde bir şey.

Burası, bizi tarih ve tarihsel belgeler ile ilgili harika bir yere getirir; tarih dediğimiz şey bir gerçeklik alanı olmaktan ziyade, siyasi ve ideolojik fantezilerin inşa ve imal edildiği bir tür kostüm mağazası ya da antikacı dükkanı gibi bir şeydir, nasıl bir sahneye ve nasıl bir öznelliğe ihtiyacınız varsa tarih size bunların hepsini verir.

Burası da bizi tarih ile ilgili başka harika bir yere getirir, tarafsız ve objektif tarihçilik neredeyse imkansızdır, bunun yerine, tarihçinin ve sosyal bilimcinin ben kimim ve burada ne arıyorum sorusunu kendisine sorması ve okuyucusunu da bunun yanıtına ortak etmesi beklenir: Bourdieu’nun ruhu şad olsun.

Dolayısıyla, bir belgede bir şeyin yazıyor olması ve o belgenin eli s…nde gezen vehabilerin himayesindeki bir güruh tarafından taltif edilerek basılmış olmasının nedeni ile Edip Yüksel ya da İhsan Eliaçık gibi meseleye tarihsel ya da reformcu yaklaşan alimlerin kitaplarına gene aynı diyanetçi güruh tarafından teveccüh gösterilmemesi aynı sebepten olabilir mi diye düşünmek yerine; 28 Şubat'çılığın oryantalizmden yaptığı bok topağını doksanlara taktıktan sonra, Zafer Partisi ve S.Oğan milliyetçiliği ile esrimiş kanzi tribünlerine doğru koşmak elbette daha kolay daha keyif verici.

Tarihin antikacı dükkanında çok belge var dedik. Belli ki, Diamond Tema da önce belgeye bakıyor belge mi diye sonra yazana bakıyor yazar mı diye, sonuca göre de bazılarını görüyor bazılarını görmüyor. Diamond Tema’nın bu belgelerin bazılarını görmesini, bazılarını görmemesini, bazılarını beğenip bazılarını beğenmemesini sağlayan şey de onun “atam sen kalk ben yatam” dizesinden mülhem kutsallardan yapılma münazaracılık ve püriten WASP ahlakından miras çok bilimsel objektiflik.

Mesela, Diamond Tema bir videosunda Kürt tarihinden bahsedeceğini söyleyip 2-3 saniye “ımmm” dedikten sonra, Kürt tarihi budur çünkü yoktur deyip konuyu kapatıyor. Bir başka videosunda bu konu tekrar gündeme geldiğinde de, mealen “ben Kürt düşmanı değilim ama Kürtler hakkında belge yok, arşiv yok olanlar da milliyetçi ve yanlı” diyor.

Herkesin tuttuğu kendine ama, insan bir köşeyi bir kere tuttuktan sonra, orayı dünyanın merkezi sanıyor ve elbette karşısındaki ona yanlı gelmeye başlıyor (Diamond gelmeden önce buralar hep Descartes’lıktı). Neyse ki, Diamond Tema’nın Kürt meselesinde arşivlere gidip püriten ruhunu kirletecek belgeler aramasına gerek yok, tıpkı onun çok sevdiği yöntemle olduğu gibi (yani ben bir şey demiyorum, sizin sahih kaynaklarınıza dayanarak konuşuyorum yöntemiyle) İsmail Beşikçi adında bir Çorumlu onlarca kitap yazdı. Bu kitapların neredeyse tamamı, Birinci Meclisten itibaren erken cumhuriyete ait meclis tutanakları, mahkeme zabıtları, araştırma komisyonu layihaları vb… Bunlarda Kürdistan diye bir yerden söz ediliyor. Gene başka başka yazarların Diamond Tema’yı zahmetten kurtarmak için Osmanlı belgeleri ve arşivlerinde yapmış oldukları çalışmalara göre, Yavuz Sultan Selim, Mela İdris Bitlisi diye birisini Kürdistan adında bir bölgeye derebeyi olarak atadığını ve bu nizamın 2. Mahmut’a kadar mükemmelen yürüdüğünü yazdılar.

Tabii belge ve kitap deyince, Diamond Tema’nın referans olarak kullandığı çevreler, Mustafa Kemal’i ve Kemalist hareketi siyasal olarak eleştirmekten ziyade, murdarlaştırılması gereken bir kutsal olarak ele aldılar (nasıldı o, sen uçuruma uzun süre bakarsan, uçurum da sana bakar), bunlardan en meşhuru Türkiye’nin ilk Milli Eğitim Bakanı olan Rıza Nur’un hatıratıdır.

Ne var ki, sosyal bilimler, hakikat, belge, kutsal, etik meselelerinde epey yol aldı ve biz burada artık üçüncü sayfa haberciliği, tele-vole magazinciliği, Uğur Dündar belgeperestliği ve Savaş Ay sansayonelliği ile mesafeyi bayaa açtık.


NOTLAR:

(1) Bu konuda bakınız, Mustafa Tekin, Kutsal Sekülerizm: Açılım Yayınları.


Osman Özarslan Kimdir?

1977 yılında, Burdur’un Çavdır ilçesinde doğdu. 2005 yılında, Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü’nü kazanıncaya kadar öğrencilikten başka pek çok iş ile iştigal etti. 2010 yılında aynı okulun Sosyoloji Bölümü’nde yüksek lisansa başladı. Nisan 2015’te, Masculinities at Night in the Provinces başlıklı tezini savunarak, yüksek lisansını tamamladı. Bu tez, Hovarda Alemi, Taşrada Eğlence ve Erkeklik ismiyle 2016 yılında yayınlandı. 2015 yılında Pamukkale Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde doktoraya başladı ve 2019 yılında Organ Bağışı ve Kaçakçılığı, Yeni Tıbbi İmkanlar, Yeni Sosyolojik Meseleler adlı tezini savunarak doktorasını hak etti. Değişik dönemlerde, gazete-dergilerde, fanzinlerde, bloglarda ve internet sitelerinde, ideoloji, politika, kültür yapıları, ve filmler üzerine yayınlanmış pek çok inceleme, deneme ve eleştiri yazısı vardır. Bundan başka, üç bireysel (Kemalizm Sovyetler Sosyalizm; Dekalog-Kemalist İlahiyat İçin Bir İlmihal; Hovarda Alemi-Taşrada Eğlence ve Erkeklik) kitabı yayınlanmış, dört de editörlü (Resmi İdeoloji ve Kemalizm; Öncesi ve Sonrası ile 1915 İnkar ve Yüzleşme; Emile Durkheim'ı Yeniden Okumak; Sıkıntı Var-Sıkıntı Kavramı Üzerine Denemeler) kitaba katkı sunmuştur. Halen, merkezin dışında kalmış taşra coğrafyalar ve toplumsal normlar tarafından içerilemeyen berduşlar, piizciler, defineciler, kumarbazlar, muskacılar, gibi değişik gruplar arasında, çalışmalarını sürdürmektedir. Osmanlıca ve İngilizce bilir.