Dijital demokrasi mi, beton bürokrasi mi?

Halk, "ahşap mı, metal mi?" kararını verirken, çoktan üzerine beton dökülmüş imar paftalarının enkazında dolaşır. Dijital demokrasi Türkiye’de şeffaflık ve katılım gibi iddialı kavramları maskeler.

Fotoğraf: Pixabay
Google Haberlere Abone ol

TEKNO-FEODALİZME KARŞI PLATFORM SOSYALİZMİ

Dijital çağın şafağı, teknoloji romantizminin süslü vaatleriyle doğmuştu; herkesin kulağına fısıldanan masal, bilgiyle donatılmış özgür bireylerin eşit bir dünyada koşacağıydı. İnternet, insanlığın prangalarını kırıp bilgiyi sınırsızca akıtacak bir nehir gibi tasvir ediliyordu. Ancak, nehirden su içmek isteyenler çok geçmeden gerçeklikle yüzleşti: Su yalnızca devasa barajların arkasında birikti ve musluğun başına yerleşen yeni "lordlar," bu suyu istedikleri gibi pay etmeye başladı. Çelikten şatolar yerini serin veri merkezlerine, kılıçlı muhafızlar ise gözetleyen algoritmalara bırakmıştı. Artık Amazon’un devasa sunucuları, Meta’nın hipnotik labirentleri ve Google’ın her boşluğa uzanan veri kolları, modern dünyanın haritasını çiziyor. “Toprak rantı” dediğimiz şey, sessizce yerini datanın altın değerine bıraktı; ancak serflerin kaderi değişmedi. Zincirlerin şakırtısı, şimdi algoritmaların sessiz ama sinsice işleyen tahakkümüne dönüştü.

Karanlık ortaçağda, lordların mülkiyetindeki topraklarda ter döken serfler, hasat mevsiminde yalnızca kendilerine kalan kırıntılarla yetinmek zorundaydı. Bugün de dijital dünyada benzer bir düzen var: Yunan ekonomist Yanis Varoufakis’in Teknofeodalizm: Kapitalizmi Ne Öldürdü adlı kitabında belirttiği gibi, kullanıcılar attıkları her adımla, paylaştıkları her düşünceyle dev platformların raflarını dolduran ürünler yaratıyor. Kimi zaman bir Google araması, kimi zaman Facebook’ta atılan bir beğeni, dev şirketlerin algoritmalarını besleyen dijital tahıllara dönüşüyor. Ancak bu "hasadın" kazancı, yalnızca birkaç devasa mahzene akıyor. Kullanıcılar, dijital serfler hâline gelirken, Amazon’un dağıtım zincirlerinde, Facebook’un reklam algoritmalarında ya da Google’ın veri analizlerinde harcanan her bir saniye, platformların tahıl ambarlarını biraz daha dolduruyor. Eski düzenin serfleri gibi, yeni çağın dijital işçileri de sadece izlemekle yetiniyor: Ellerinde olan tek şey, algoritmaların kendilerine biçtiği görünmez statü.

Bu yeni düzenin en çarpıcı yanlarından biri, kullanıcıların hem tüketici hem de serf olmasıdır. Siz bir Facebook gönderisine yorum yaparken ya da Google’da bir arama yaparken yalnızca bilgiye ulaşmakla kalmaz, aynı zamanda algoritmaların işlenmesi için ham madde sağlarsınız. Her tıklamanız, dijital lordların hanesine yazılan birer kazançtır. Ancak, serfler bu sistemde yalnızca görünmez birer sayıdan ibarettir; her şey algoritmaların çıkarları için şekillenir, kullanıcılar ise yalnızca “üretim araçlarına” dönüşür.

Dijital dünyanın en utanç verici skandallarından biri olan Cambridge Analytica olayı, tekno-feodalizmin insani boyutunu gözler önüne serdi. Facebook, milyonlarca kullanıcısının verilerini, izin bile almadan bu şirketin ellerine bırakmıştı. Bu verilerle ABD seçimleri gibi büyük politik süreçler yönlendirildi, sosyal medyanın “tarafsızlığı” tarihin çöp kutusuna atıldı. Orta Çağ’da kilise, insanları cennete ulaşmak için yol gösterici bir otorite olarak manipüle ederken, şimdilerde Facebook gibi platformlar aynı şeyi veriyle yapıyor.

Eşitsizliklere duyulan öfkenin topraklardan dijital ekranlara taşındığı bu çağda, bazıları bu düzeni tersine çevirmek için yeni bir hayal kurdu: Platform sosyalizmi. Bu kavram, Marx’ın “üretim araçlarının kolektif mülkiyeti” idealini alıp dijital dünyanın benzersiz koşullarına uyarlıyor. Amaç basit: Dijital platformları yalnızca birkaç teknoloji devinin çıkarları için değil, toplumun tüm katmanlarının faydasına hizmet edecek bir şekilde yeniden düzenlemek. Platform sosyalizmi, dijital çağda yeniden doğan bir ütopyadır. Barselona Belediyesi’nin vatandaşların karar alma süreçlerine katılmalarını sağlamak için geliştirdiği Decidim projesi, platform sosyalizminin uygulanabilir bir örneği olarak dikkat çeker. Aynı şekilde Berlin’deki Fairbnb girişimi, Airbnb’nin kâr odaklı modeline meydan okuyarak, elde edilen gelirleri yerel toplulukların ihtiyaçlarına ve yoksullar için sosyal konut yapımına yönlendirmeyi hedefler.

James Muldoon’un Platform Sosyalizmi: Büyük Teknolojiden Dijital Geleceğimizi Nasıl Geri Kazanabiliriz adlı kitabı, bu idealin teorik çerçevesini sunar. Muldoon’a göre, dijital platformların yönetimi yalnızca yatırımcıların değil, kullanıcıların, çalışanların ve yerel toplulukların ortak denetiminde olmalıdır. Böylece dijital dünya, eşitlik ve dayanışma üzerine kurulu yeni bir düzene evrilebilir. Ancak, platform sosyalizmi ütopyalarının karşısında acımasız bir gerçeklik vardır: Kapitalizmin devasa çarkları. Fairbnb’nin ölçeklenememesi, Seul’de yerel taksi kooperatiflerinin Uber gibi devlerle rekabet etmekte zorlanması ya da dijital platformlarda demokratik katılımın sınırlı kalması, bu hayalin önündeki engelleri ortaya koyar. Buna rağmen, platform sosyalizminin, teknoloji çağında insanlığı kurtaracak bir alternatif olarak varlığını sürdürdüğü iddia edilir.

TÜRKİYE’DE BELEDİYELERİN DİJİTAL DEMOKRASİ YANILSAMASI

Türkiye’de ise dijital demokrasi girişimlerinin bir tiyatro sahnesine dönüştüğü gerçeği artık kimseyi şaşırtmıyor. Bu sahnede sergilenen oyunlar, trajedinin kasvetiyle komedinin hafifliği arasında salınıyor; halk ise ne başrolde ne de seyirciler arasında, yalnızca bir dekor parçası. Belediyeler, "dijital katılım" adını verdikleri bu gösteride, halkın görüşlerine değer veriyormuş gibi yaparken, perde arkasında tamamen farklı oyunlar oynanıyor. Öyle ki, “halkın sesini dinliyoruz” sloganıyla sunulan anketlerin çoğu, gerçek karar mekanizmalarından uzak, yalnızca estetik tercihlerle sınırlı yanılsamalardan ibaret.

Park banklarının “ahşap mı olsun, metal mi?” tartışmasıyla süslenen bu sahnede, halkın önüne “katılımcı demokrasi” adıyla sunulan dekorun ardında, o parkın köşesine bir otopark ya da AVM yapılacağı gerçeği saklanır. Ya da “sokak lambalarının ışığı sarı mı olsun, beyaz mı?” gibi sorular sorularak halkın görüşleri alınıyor gibi görünür; oysa bu lambaların aydınlatması gereken sokaklar, alt yapı eksikliği nedeniyle çukurla doludur. Halk, böyle "kozmetik kararların" yükünü taşırken, asıl meseleler, müteahhit meclis komisyonlarında sessizce karara bağlanır.

Dijital demokrasi, protokol alışkanlıklarının dijitalleşmiş bir versiyonundan ibarettir. Belediyelerin halka sorduğu her soru, bir "katılım şovu" yaratır. Halkın sokaklarda yükselen sesleri, e-iletişim sayfalarının arayüzlerine ya da belediyelerin mobil uygulamalarındaki dilekçe kutularına aktarılır. Ama sonuç hep aynıdır: “Durum incelenecek. Gereği yapılacak”. Bu “inceleme” süreci ise yalnızca dijital platformlarda bir şikayet girdisi olarak kalır; çözüm yoktur, sonuç yoktur, yalnızca bekleyen bir kitle vardır. Çoğu zaman bu süreç, bir belediye sosyal medya paylaşımında "çözüldü" etiketiyle vitrinde sergilenir, ama sokaklar değişmez.

Son yıllarda bu "katılım tiyatrosu," festival organizasyonları gibi alanlarda adeta bir şölene dönüşmüştür. Belediyeler düzenledikleri anketlerde “festivalde hangi şarkıcıyı getirelim?” gibi sorularla halkı sözde karar mekanizmalarına dahil eder. Halk da parmağını ekranda kaydırarak favori şarkıcısını seçerken, festivalin bütçesini nereye harcadığını, hangi şirketlerin bu ihaleden ne kadar kazandığını sorgulamaz. Tanıdık şirketlerden geçen ihaleler, zincirleme bir modelle asıl işi yapacak "uzman"lara ulaşır ve bu süreçte herkes kendi payını alır. Festival sahnesi ışıklandırıldığında ise yalnızca halkın seçtiği şarkıcı görülür, ama o sahnenin inşasında harcanan kaynaklar görünmez olur. Halk, dijital ankete katılmanın zaferini kutladığını düşünürken, aslında cebinden çıkan paranın nasıl yönetildiğini asla öğrenemez.

Tüm bunların arasında, Türkiye’de dijital demokrasi, halkı yalnızca bir "renk danışmanı" ya da "festival küratörü" pozisyonuna indirgemiştir. Belediyeler, halkın park banklarının malzemesine ya da sokak lambalarının ışık tonuna karar vermesine izin verirken, lambaların hangi sokaklarda kullanılacağına asla halkın karışamayacağı bir düzeni sürdürür. Halk, vapurların mavi mi beyaz mı olacağına dijital ortamda karar verebilir; ama o vapur iskelesinin yanı başında yaratılan ayrıcalıklı imar haklarının kime gittiğini ancak inşaat başladığında öğrenir.

Bu illüzyon, belediyelerin genel yönetim tarzından ayrı düşünülemez. Çalışanların gündelik mesaisi, işlerin nasıl yapılamayacağına dair “ikna edici tablolar” çizmekle geçer. Liyakatin olmadığı bir bürokraside, gerçek sorunların çözümü, dijital şovların arkasında yitip gider. Halkın taleplerini içeren dilekçeler, ya sonsuz imza süreçlerinde kaybolur ya da “kamuoyunu bilgilendirme” adı altında bir tribün şovuna dönüştürülerek süslenir. Çukura düşen bir araç ya da tıkanmış bir sokak için gönderilen bir şikâyet, yalnızca yüksek etkileşimli bir sosyal medya içeriğine dönüştürülür: "Gereken yapılacaktır."

Sonuç mu? Türkiye’de dijital demokrasi, halkın gerçek karar mekanizmalarına hiçbir şekilde dahil edilmediği, yalnızca bir yanılsama perdesiyle süslenen bir tiyatro oyunundan ibarettir. Halk, "ahşap mı, metal mi?" kararını verirken, çoktan üzerine beton dökülmüş imar paftalarının enkazında dolaşır. Bu nedenle dijital demokrasi, bugün Türkiye’de şeffaflık ve katılım gibi iddialı kavramları maskelerken, halkın asıl gücünü gölgeleyen bir yanılsama olarak varlığını sürdürür. Belki bir gün, bu perdenin ardındaki gerçek mekanizmalar mücadeleyle görünür olur; ama bugün, bu tiyatronun yıldızı maalesef halk değil, gölgede kalan betonlardır.

* Dr. Şehir Plancısı