Diktatörlük ve demokrasi arasında bir seçim
Kesin olan Türkiye’nin ekonomik gidişatının potansiyelinin çok daha altında bir düzeyde seyrettiği ve kuruluşundan yüz yıl sonra bile Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik siyaseti sürdürmekte güçlük çektiği. Bundan sonrası seçmenin bu iki sorunla yüzleşme tercihlerine ve egemenlik ve temsil haklarını hangi siyasi aktörle paylaşacağına bağlı. Umutlu olmak yetmiyor, aynı zamanda bilinçli ve kararlı olmak da gerekiyor.
CHP’nin 3 Aralık’ta açıkladığı vizyon belgesinin sunumunda öne çıkan en önemli isim Daron Acemoğlu oldu. Acemoğlu, daha önce de yazdıklarına paralel bir biçimde Türkiye’nin öne çıkan politik ve ekonomik sorunlarını dile getirdi, çözüm için odaklanılması gereken alanları belirledi ve gelecek için umut vaat eden değerlendirmelerde bulundu. Saptamalarının büyük bir çoğunluğu Acemoğlu’nun James Robinson ile yürüttüğü çalışmalarındaki temel argümanlara dayanıyor; ancak Acemoğlu bu vizyon belgesi sunumunda çalışmalarının umut verici kısımlarına değinirken daha ihtiyatlı yaklaşılması gereken, politik ekonominin dikenli yollarından çok söz etmiyor. Belki bu vesileyle Daron Acemoğlu’nun bu toplantıda söylediklerine ve söyle(ye)mediklerine bakarak Türkiye’nin zorlu seçimini, Türk toplumunun karşı karşıya kaldığı büyük ikilemi yine umutla, ama temkinli bir umutla değerlendirmek yerine olacaktır.
ULUSLARIN DÜŞÜŞÜ
Daron Acemoğlu ve James Robinson’un birlikte yazdığı üç kitaptan ikincisi olan Ulusların Düşüşü geniş kitlelere hitap eden bir tonda yazılması nedeniyle en fazla ilgi çeken kitap oldu. Yazarlar bu kitapta neden bazı uluslar kalkınmaya devam ederken diğerleri geri kalır sorusunun cevabını ararken kendilerinden önce bu soruya cevap veren temel argümanları eleştirir ve onlara cevap olarak kurumsalcı bir yaklaşım ortaya koyarlar. Eleştirdikleri temel argümanlardan birincisi coğrafya tezidir, yazarlar coğrafyanın kader olduğu ve toplumların geri kalmasına neden olduğu tezini reddeder, aynı coğrafyada yer aldıkları halde biri kalkınırken diğeri geri kalan ülkelerden örnekler verirler. İkinci yanlış tez kültür tezidir, bazı toplumların kültürel kısıtları ve kültürü muhafaza etme kaygıları nedeniyle geri kaldıkları tartışılır, oysa kültür homojen değildir, değişkendir. Geri kalmışlığın üçüncü gerekçesi ise liderlerin yanlış kararlarıdır, oysa liderlerin başarılı olması ve doğru kararlar alması her zaman sistemin doğru işleyeceği anlamına gelmez. Buna karşılık Acemoğlu ve Robinson kurumsal yaklaşımı ortaya koyar ve kapsayıcı kurumlarla sömürücü kurumlar arasında bir ayrıma giderler. Ulusların düşüşünün asıl sebebi toplumun tamamını kapsayacak, verimliliği artıracak, mülkiyet ilişkilerini düzenleyecek ve demokratik yönetime dayalı kapsayıcı bir kalkınmanın kurumlarını inşa edememeleri, bunun yerine yolsuzluk, yandaşlık, kayırmacılığa dayalı bir işleyiş inşa etmeleri, mülkiyet ilişkilerini toplumun tamamı için güvence altına alamamaları, seçkinlerin çıkarlarını kitlelerin kolektif hedeflerinin üstünde tutmaları ve kuralsızlığın hâkim olduğu bir ortam yaratmalarıdır. Acemoğlu ve Robinson kurumların önemine vurgu yaparken özellikle eğitim, piyasa, devlet piyasa ilişkileri ile devletin kurumsal işlevlerini yerine getirmesinin, altyapı hizmetlerinin, ekonomik fırsatlarının kitlelere ulaşmasının altını çizer.
Acemoğlu’nun CHP toplantısında Türkiye’nin içinde bulunduğu durum için yaptığı değerlendirmelerde daha çok bu çerçeveden ilerleyerek verimlilik sorununa, insan kaynağının verimliliğini, üretkenliğini destekleyecek eğitim standartlarının eksikliğine, gelir dağılımındaki sorunlara vurgu dikkat çekiyordu. Devlet ve piyasa arasındaki ilişkiye değinirken de düşük kaliteli bir büyüme ortamı, krediye ve inşaat sektörüne dayalı büyüme anlayışının ekonominin teknolojik yayılım yaratacak ve katma değer geliştirecek diğer alanlarının geri kalmasına yol açtığını verilerle açıkladı. Kurumların düzeyindeki gerilemeyi Freedom House göstergelerine de değinerek bir demokratik çöküş olarak tanımladı, siyasi haklardaki gerileme, yargı bağımsızlığı ve kurumsal denetimin işlememesi, medya ve sivil toplumun ifade özgürlüğünü kullanamaması gibi sadece ekonomik bileşenlerde değil aynı zamanda politik alanda demokratik bileşenlerin gerilemesinde de görülen bir çöküş haline işaret etti. Acemoğlu’nun umut bulduğu çözümler ise kitaptaki kurumsal anlatıma paralel bir biçimde ekonomide yeniden yapılanma, teknoloji vurgusu ve kurumlar ve demokrasinin güçlendirilmesine odaklandı.
DİKTATÖRLÜK VE DEMOKRASİNİN EKONOMİK KÖKENLERİ
Buraya kadar anlatılanlar Acemoğlu ve Robinson üçlemesinin ikinci kitabı olan Ulusların Düşüşü’nde öne çıkan kurumsal perspektife dayalıydı. Oysa bu üçleme içinde ilk kitap olan Diktatörlük ve Demokrasinin Ekonomik Kökenleri gerek teorik tartışmaların derinliği gerekse tarihsel analizin diğer iki kitaba kıyasla daha güçlü olması nedeniyle, ama hepsinden önemlisi demokrasi ve diktatörlük spektrumundaki siyasi gelişim hattının ekonomik gerekçelerine odaklanması nedeniyle daha zengin bir anlatı sunuyor. Bu noktada kitabın adına da referans olan bir başka kitabı, Barrington Moore Jr. Tarafından yazılan Diktatörlük ve Demokrasinin Toplumsal Kökenleri’ni de hatırlamakta fayda var. Barrington Moore toplumların modernleşme süreçlerinde inşa ettikleri siyasi sistemlerin kökenini tarımsal üretim ve örgütlenmede, toplumsal yapıda, özellikle sınıflar ve sınıflar arasındaki işbirliklerinde ararken Acemoğlu ve Robinson siyasi sistemlerin ortaya çıkışındaki kökeni daha mikro ölçekte, bireyin ekonomik tercihleri ile ilişkilendirir. Barrington Moore için sınıfsal temellerin siyasi çıktısı demokrasi, faşizm ve komünist devrim olasılıklarına yönelirken, Acemoğlu ve Robinson mikro ölçekli ekonomik faktörlerin iki olasılığa yöneldiğini savunur: Diktatörlük ve demokrasi. Kitaptaki tarihsel örnekler de toplumsal çatışmanın sınıfla sınırlı olmadığını, farklı tarihsel süreçlerin ve gruplar arası işbirliklerinin siyasi örgütlenmede belirleyici olduğunu gösterir. Seçkinler ve kitleler arasındaki çatışmadan bahsederken seçkinlerin kimlerden oluştuğu –askerler, bürokrasi, toprak ağaları veya aristokrasi- ve kitlelerin sosyal kompozisyonu –köylüler, işçiler, farklı etnik gruplar ya da ırk grupları- bu iki kesim arasındaki çatışma ve işbirliği olasılıklarında belirleyici olur. Sonuç olarak, Acemoğlu ve Robinson, toplumların diktatörlükten demokrasiye yönelmesinde ve hangi koşullar altında demokrasinin yerleşeceğine bakarken seçkinler ve kitleler arasındaki siyasi çekişmeye odaklanır.
Acemoğlu’nun hafta sonu sunumunda söylemedikleri daha çok bu kitapta vurgulanan çatışmalar ve bu çatışmaların demokratik bir uzlaşıyla sonuçlanmadığı durumlarda ortaya çıkan diktatörlük rejimlerinin tehlikeleridir. Demokrasi yalnızca ekonomik kaynakların bölüşümünü güvenceye almaz, aynı zamanda siyasi gücün paylaşımını da garanti altına alır. Siyasi gücün bugün ve gelecekte kitleler tarafından paylaşılması, klasik ifadesiyle demokrasinin konsolide olması aynı zamanda siyasi istikrarın sağlanması anlamına da gelir, çünkü demokrasinin yokluğunda kitleler tepkilerini oy vermek ya da formel mekanizmalara katılmak yerine sokağa çıkmak ve daha sert eylem türlerine katılmakla gösterir. Demokrasinin, dolayısıyla siyasi istikrarın kalıcı hale gelmesi ancak ve ancak güçlü kurumlarla ifade özgürlüğünü kullanabilen bağımsız medya ve sivil toplumla, siyasi katılıma imkân tanıyan devlet ve siyasi kurumlarla, denetim ve yaptırım işlevlerini özerk bir biçimde yürüten yargı sistemiyle ve genel olarak piyasaya, ekonomik kaynaklara ulaşabilen ve refahtan pay alabilen, sosyal güvenlik mekanizmalarından faydalanan kitlelerle mümkün olabilir. Bunların yokluğu diktatoryal bir otoritenin toplumun küçük ve imtiyazlı bir zümresiyle yürüttüğü bir baskı rejimine yol açar. Asıl mesele budur, ekonominin kötüye gitmesi, bölüşümdeki aksamalar, eğitim sisteminin nitelikli işgücü ile refah inşasına yol açmaması önemlidir, ama bütün bunların kökenindeki mesele yanlış yaptığında hesap vermeyen bir siyasi iradenin sıfır denetim ve sınırsız yetkiyle iktidarını devam ettirmesidir.
TÜRKİYE’NİN DAR KORİDORU
Üçlemenin son kitabı olan Dar Koridor’da Acemoğlu ve Robinson, devlet ve toplum arasındaki ilişkinin gelişimine, devletin gücüyle toplumun gücü arasındaki kapsayıcı ve uzlaşmaya dönük bir dengeye odaklanır. Bu yaklaşım devlet-toplum ilişkisine dair tek bir evrensel reçete sunmaz, tüm toplumların benzer devlet yapılarıyla ya da kurumsal anlayışla idare edileceği sonucuna varmaz. Bunun yerine ortaya çıkan yeni toplumsal talepleri karşılamanın önemini, çatışmayı önleyici kapsayıcı politika alanlarının inşasını, yeni koalisyonların önemini ve toplumsal uzlaşının gerekliliğini vurgular. Acemoğlu ve Robinson, kitap boyunca farklı ülkelerin siyasi ve ekonomik evrimini mercek altına alırken, Türkiye’nin de 2007’den itibaren kurumlardaki kadrolaşma, demokratik hakların bu tarihten itibaren hızlı bir biçimde gerilemesi ve toplumsal uzlaşı zemininin ortadan kalkmasına da değinir, Türkiye’nin 2007’den itibaren geçirdiği politik ve ekonomik gelişmelerle devletin gücü ve toplumsal taleplerin karşılaştığı koridora girme şansını kaybettiğini dile getirir.
Kuruluşunun yüzüncü yılında Türkiye Cumhuriyeti bir seçimle karşı karşıya ve bir yol ayrımında, kimilerine göre bu seçimi diğer seçimlerden önemli kılan çok şey var, kimilerine göre ise hiçbir şey yok. Bu farklı algıların ötesinde kesin olan ise Türkiye’nin ekonomik gidişatının potansiyelinin çok daha altında bir düzeyde seyrettiği ve kuruluşundan yüz yıl sonra bile Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik siyaseti sürdürmekte güçlük çektiği. Bundan sonrası seçmenin bu iki sorunla yüzleşme tercihlerine ve egemenlik ve temsil haklarını hangi siyasi aktörle paylaşacağına bağlı. Umutlu olmak yetmiyor, aynı zamanda bilinçli ve kararlı olmak da gerekiyor.