Dilek Mayatürk: Türkiye’de her şey, tek ve koyu bir renge büründü

Belgesel yapımcısı, metin yazarı ve şair Dilek Mayatürk ile belgesel sinemayı konuştuk. Mayatürk, "Türkiye'nin belgesel konusu bol. Konu arayışına girme zahmetine bile girmeye gerek yok" dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - 1986’da İstanbul’da doğan Dilek Mayatürk, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi ve Avusturya’da, Klagenfurt Alpen Adria Üniversitesi’nde sosyoloji eğitimi alır. Düşler Akademi’sinde gönüllü sinema-film eğitmenliği, Eyüp Körler Kütüphanesi’nde gönüllü okuyuculuk yapar. Profesyonel çalışma hayatına Türkiye’nin ilk yerli belgesel kanalı İZ TV’de başlar. Doğa, sanat, klasik müzik, yemek kültürü, psikoloji, edebiyatla ilgili 40’a yakın belgeselin yapımcısı ve metin yazarı olarak çalışır. Ayrıca şiirle de ilgilenen Mayatürk ile bir araya geldik ve belgesel sinema üzerine konuştuk. 

Belgesel sinemayla ile ilgilenmeye ilk olarak ne zaman başladınız?

Türkiye’de zannediyorum belgesele gönül vermiş birçok insan gibi, ben de çocukken Coşkun Aral’ın programlarını ağzının suları akarak izleyenlerdendim. Onun belgeselleri ve National Geographic dergilerindeki fotoğraflar, insan hikâyeleri beni çok heyecanlandırıyordu. Aklıma tam olarak mesleğimin ne olacağı değil ama çalışma hayatımın nasıl olması gerektiği o zamanlar düştü diyeyim: Asla masa başında oturacağım bir işim olmayacaktı.

Dilek Mayatürk

Ben hep kitaplara, güzel fotoğraflara bakmaya ve belgesele ilgi duydum. Yazarak ve belgesel yaparak hayatımı şekillendirmekti tek arzum ve yirmi iki yaşından beri profesyonel işim yazmak ve belgesel/görsel medya oldu. Çalışma hayatına İZ TV’de metin yazarlığı ve yapımcılıkla başladım, kırka yakın belgesel hazırladım orada. İZ TV benim için bir okul gibiydi, özgürce her istediğim konu hakkında çalışabildim. Sait Faik Abasıyanık belgeseli ("Adada Yankılanan Ses") de hazırladım, Mercan Dede ("Derin Nefes") hakkında biyografik bir belgesel de, doğa, yemek kültürü, klasik müzikle ilgili de. Bir yandan da şiir yazardım hep. İlk kitabım 'Cesaret Koleksiyonu' dosya halindeyken Cahit Sıtkı Tarancı mansiyonunu aldı. Dedemin Mektubu adlı şiirle Gürhan Uçkan Şiir Ödülü’nü, bir öykümle Bedri Rahmi Eyüboğlu Yazmaya Teşvik Ödülü’nü aldım.

Kamera önü, spikerlik, seslendirme vb. eğitimlerin ardından bir süre kamera önünde çalıştım, program hazırlayıp sundum. Uluslararası bir haber ajansında koordinatör olarak görev aldım, Türkiye’den ayrılmadan önce BBC Arapça’da Producer olarak çalışıyordum. Bütün iş tecrübelerimin ortak noktasında seyahat etmek, yeni yerler görmek vardı. Benim için edindiğim her tecrübenin, medya alanında aldığım her eğitimin, gördüğüm her coğrafyanın bendeki izdüşümü sonunda üç şeye hizmet ediyor aslında: Şiir, fotoğraf ve belgesel.

Darba girişiminden hemen sonra, açıkçası ülkenin ahvaline son kez bakıp bir film şirketinde iş bulup Münih’e taşındım. Özetle 2018’den beri Türkiye’nin dışında yaşıyorum. Bir süre İtalya’da yaşadım, şimdi Berlin’de şiir, belgesel ve fotoğrafla yuvarlanıp gidiyorum. Geçen yıl burada yeni şiir kitabım 'Brache' ('Nadas') Almanca-Türkçe olarak yayımlandı. Önce bedenen taşındım Türkiye’den, zihnimin taşınması henüz belki de bu yıl tamamlandı diyebilirim.

'BELGESEL FİKRİNİN OLUŞTURURKEN OLABİLDİĞİNCE SOMUT DÜŞÜNÜYORUM'

Kavramsal olarak bakıldığında belgesel sinema, diğer sanat dallarına nazaran gerçeğe sadık kalmasıyla öne çıkıyor. Zihninizde belirlemeye başlayan bir fikir belgesele varmadan önce, tıpkı bir ağacın dalları gibi kurmacaya, hayali olana uzanıyordur muhakkak. Bu durum bir sanatçıyı kısıtlamaz mı?

Ben ne yapıyorsam yapayım aklım şiire kaçar hep. Bir konuşma metni hazırlarken de, belgesel metni yazarken de bu böyle, fotoğraf çekerken de. Somut düşünebilmek zorlandığım bir konu. En keyif alarak hazırladığım belgesel rüyalarla ilgiliydi mesela ("Aklın Mahzeni: Rüyalar") Bir konu üzerine çalışırken kendimi hep toparlamam gerekiyor ana konuya dönmek için. Net, somut ve keskin olmak iyidir hangi disiplinden söz ediyorsak edelim. Ancak zannediyorum sadece belgesel fikrini oluştururken -konu soyut bile olsa- olabildiğince somut düşünüyorum. Araştırdığım konu ile ilgili bütün materyalleri, toplayabileceğim ne varsa, yazılıp çizilenleri, haberleri, varsa kitapları, filmleri, mitolojideki yerini vs. her şeyi önce önüme yığarım, sonra işime yaramayacak olanları eler ve o konuyu en somut halde anlatabileceğim bir taslak çıkarmaya çalışırım genelde. Üzerinde çalıştığım masa kadar somut olmasını istiyorum başta o fikrin. Ancak ona uygun metin dili, sonrasında çekim dili için serbest düşünmekten yanayım.

Türkiye’de belgesel sinema pek önemsenmez. Festivallerde geri planda kalır, TV satışı yapılmaz, kaynak yaratmada sıkıntı yaşanır. Kendinizi “üvey evlat” gibi hissediyor musunuz?

Bu sadece Türkiye’de geçerli bir durum değil. Değişkenlik göstermekle birlikte bilgi sahibi olduğum diğer ülkelerde de bu böyle. Almanya için konuşabilirim örneğin, burada da rağbet gören ilk tür belgesel değil. Ama şu var, belgesel yapabilmeniz için fon, destek ve izleyiciye ulaşmanız için gösterim ağı gibi kolaylıklara erişiminiz çok daha kolay. Televizyon kanallarında çok iyi belgesel yapımlarına rastlamanız mümkün. Türkiye’den gelmiş biri olarak, olanaklardan gözüm kamaşıyor diyebilirim.

Üvey evlat meselesine gelirsek, açıkçası Türkiye’de şiir ve belgeselden bahsederken sesim ne kadar cılız çıktıysa, şimdi o kadar gür çıkıyor. Çünkü ürününüze boş gözlerle bakılmadığını görüyorsunuz. Belki de belgesele burun kıvıran zihni üvey anne ya da üvey baba olarak nitelemeliyiz, belgeseli üvey evlat olarak değil.

Şunu komik buluyorum ama… Beni hayatta heyecanlandıran iki şey var, belgesel ve şiir. İkisini de çok seviyorum ve ikisi de alanlarında dışlanmış gibi duran türler. Çoğunluğun onayına ihtiyacı yok ama ikisinin de. Varsın dışarıda dursunlar. Benim için böyle güzel.

'FELAKETLERDE YALNIZ DEĞİLİZ'

Bir estetik tercih olarak belgesel için, sinemanın özü, kaynağı diyebiliriz. Zira çekilen ilk filmler belgeseldi. Tarihsel bağlam içinde, belgeselin bugüne ulaşma serüvenini, geçirdiği değişimleri nasıl yorumluyorsunuz? Kendinizi bu gelenek içinde nerede görüyorsunuz?

Bütçe bulmayı, sansürü, baskıyı bir yana bırakarak, takdirle söylüyorum bence çok güzel belgeseller yapılıyor dünyada. Tamam, Türkiye’nin durumu ortada, ancak her felaketin ardından gelen tumturaklı bir cümle var, “Dünyanın başka neresinde böyle bir şey olabilir?’ Cevap veriyorum: Brezilya’da, Çin’de, Suudi Arabistan’da, Arjantin’de de olabilir ve oluyor. Çin’de korkunç bir sosyal kredi sistemi var. Dijital kaydınız var her şekilde, iyi veya kötü bir vatandaş olmanız alışverişinize, yapıp ettiklerinize, görüştüğünüz insanlara göre belirleniyor. Notunuz düşükse uçak bileti vs. alamıyorsunuz, seyahat edemiyorsunuz. Geçen aylarda yine bir belgeselde izlemiştim, artık Çin’de yaşamayan bir gazeteci, kardeşini telefonla arayamıyor. Kardeşinin notu düşmesin diye. Yani felaketlerde yalnız değiliz. Kısaca dünya çok garip bir yer artık. Bu örnekleri vermemin sebebi şu, baskılara rağmen, Suudi Arabistan’dan Hayfa El Mansur var, Brezilya’da Karim Ainouz var.

Dünyayı, iyisiyle kötüsüyle bilmek iyi bir şey. İyisini bilmek ufku açmak için, kötüsünü bilmek, kendini hep en kötüde varsaymamak için. Başka bir açıdan, belgelemeyi kolaylaştıracak alet edevatın çeşitliliği, giderek küçülüp hafiflemesi ve bir yandan da görüntü kalitesinin giderek iyileşmesi gibi etkenler belki de en çok belgesele yaradı diye düşünüyorum. Kameralar devasa ve ağırken, dağda bayırda ağır ekipman ve aksesuarlarını taşımak, kabul edelim, yorucuydu ve henüz işe koyulmadan enerji tüketmeye sebep oluyordu. Belgesel ekiplerinin genelde sahada az kişiden oluştuğunu da göz önünde bulundurursak... Bu yine tamam, taşınır, bence asıl mesele, bazen protagonistlerin kameranın varlığından rahatsız olarak doğal hallerinden kopmaları oluyor. Belgeseli yapan kişinin izini belgeselde hiç görmediğim ve çekimler esnasında kameranın varlığını unutturabilen belgesellere daha eğilimliyim ben izleyici olarak. Kameranın varlığı bazen en doğal anlarda bir yabancılaşmaya sebep olabiliyor. İstediğiniz sonuçtan uzaklaştırabiliyor. Kayıtta değiliz diyerek, protagonistle röportaj yaptığımız olmuştur herhalde hepimizin, bunu demek istiyorum. Bu bağlamda yakın bir tarihten örnekle, "Honigland" çok çok iyi bir belgeseldi. Zoraki hiçbir şey barındırmıyordu belgesel. "American Factory" aldı o yıl Oscar’ı ama olsun. Konu ve çekimler sırasındaki özgürlükleri beni çok düşündürmüştü o belgeselde de.

Bu yıl biraz üzgünüm ama sonuca, "My Octopus Teacher" iyi güzeldi ama, "Time" ya da "Crip Camp" konu olarak çok çok daha kuvvetlilerdi.

'BELGESEL, BİLGİYİ AKTARABİLMEK İÇİN BİLGİYİ VE ESTETİĞİ TALEP EDEN BİR TÜR'

Özellikle sosyal medyada, hazır bilgi veren birtakım Youtube içerikleri belgesel olarak tanımlana geliyor. Bu noktadan yola çıkarak iki ayrı soru soracağız. İlki, belgesel bilgi taşıma aracı mıdır? İkincisi, bu içerikleri estetik olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?

Zannediyorum kastettiğiniz ürünlerin izleyicisi değilim. Yorum yapmam doğru olmaz.

Belgesel, bilmekle, özümseyip anlatmakla eş benim için. Sonunda bence evet, verdiğiniz bilgidir. Suha Arın’ın dediği gibi 'bilgiyle sanatın, estetik anlatımın alaşımı belgesel'. WWF, UNDP ortaklığında "9 Sıcak Nokta" belgesel kuşağını hazırlamıştık Uluslararası orman yılında. Değerli Uğur Polat, Erkan Can, Şevval Sam, Mehmet Aslantuğ, Güven Kıraç gibi sanatçılar anlatımını üstlenmişlerdi, gönüllülükle. Var olsunlar. WWF’in dünyada seçtiği tehdit altında bulunan ve acil olarak korunması gereken ormanlık bölgelerle ilgiliydi. O kuşağı hazırlarken, metnini yazarken biyoloji öğrencisi gibiydim. Doğru soruları sormak, tam istediğiniz bilgi ve cevapları uzmanlarından almak için önce sizin biliyor olmanız gerekir. Endemik bitkileri, hayvanları, doğanın şekillendirdiği hayatı iyice bilip özümsemeden, tam anlamıyla “çalışmadan” aktarmaya çalışmak eksik kalırdı. Keza Rüya ve Şizofreni belgesellerini hazırlarken, o zaman da psikoloji öğrencisi gibiydim. Sait Faik Abasıyanık belgeselini hazırlarken edebiyat öğrencisi… Bu böyle değişir, belgesel, hazırlığı sırasında insanı öğrenci yapıyor. Ben bunu çok seviyorum.

Kısaca bence, bilgiyi aktarabilmek için yine bilgiyi ve estetiği talep eden bir tür belgesel.

'TÜRKİYE'DE KONU ARAYIŞINA GİRME ZAHMETİNE BİLE GİRMEYE GEREK YOK'

Belgesel sinema, gerçekle olan doğrudan ilişkisinden dolayı sık sık egemenlerin hışmına uğruyor. İdeolojik bağlamda bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye’de egemenlerin hışmına ve sansürüne uğramayan ne kaldı? Ülkede her şey, sanat bile tek ve koyu bir renge büründü. Ben elbette özgür olması gereken yazarların, sinemacıların bile bazen var olabilmek için kendilerine farkında olmadan veya olarak otosansür uyguladıklarını düşünüyorum. Bu tablo çok acıklı, hele şu anda yaşadığım yerden, farkında olmadan içselleştirdiğim baskıları, tek tek söküp atmaya çalıştığım Berlin’den bakıp değerlendirdikçe halimizi o kadar asosyal buluyorum ki. Egemenin topluma uyguladığı baskının bir uzantısı da, bireyin diğer bireye gösterdiği hor görü olarak tezahür ediyor sanki. Tek bir kelimeden ibadet benim için şu anda Türkiye, o da hor görü.

Sadece egemen, belgesel sinemaya veya üreticisine değil, bazen izleyici filme, yönetmenine; okur kitaba, yazarına o kadar vahşi ki. Bir kitaptan, bir filmden bahsediyor, eleştiriyor gibi değil de (ki zaten yan mesleği eleştirmen olmayan kaç kişi kaldı), öldürdükleri geyiği elleriyle parçalayan insanlar kadar vahşiler. "Bakur" belgeseli yüzünden Çayan Demirel’e yapılanlar... (Ve Ayşe Çetinbaş sen ne muazzam bir kadınsın!) En son Orhan Pamuk’un kitabı üzerinden kopan fırtınalar... Yayınevinin zırva açıklaması... Şair İlhan Çomak, 27 yıldır hapis, bunun utancını taşıyan var mı? İfade özgürlüğü diye bir şey var. Türkiye’de yok sayılıyor olabilir, ama var. Ve bu çok temel, sarsılmaz, yok sayılması mümkün olmayan bir hak.

Çatışması kendiliğinden bu ülkenin belgesel konusu bol. Konu arayışına girme zahmetine bile girmeye gerek yok. Bu yüksek tansiyon bir yandan da üretimi besleyen bir şey. Şu var ama, gel de bunu özgürce çek, ifade et.

Son günlerde, filmler/diziler yayımlayan çeşitli internet mecralarının daha aktif kullanılıyor olması hasebiyle, birkaç sermayedarın “piyasaya” gireceği konuşuluyor. Bu durum sadece dizi sektörü için değil, sinema sektörü için de heyecan yarattı. Peki, belgesel sinemacılar bunun neresinde? İnternet mecralarından destek alarak iş üretebilmek, geçmişteki üretim koşullarına nazaran sizi özgürleştirir mi? Ne düşüyorsunuz?

Her türlü destek ve teşvikin, yönetmenini hızlı üretmeye ve dolayısıyla kaliteden ödün vermeye zorlamaması ve malum politik iklimde, içeriğe müdahale etmemesi şartıyla olumlu olacağını ummak istiyorum. Belki safça.

Hazırladığınız yeni bir proje var mı? Günleriniz nasıl geçiyor?

Okumak, yazmak ve izlemekle geçiyor açıkçası. İtalyanca öğreniyorum. Diller beni meşgul ediyor bu aralar. Şiir kitabım 'Brache'nin iki dilli seslendirmesi üzerinde çalışıyoruz bir yandan. Yazmak açık ara ön planda şuanda hayatımda. Ancak yazıyı zaten her fikrin ilk aşaması olarak görüyorum. Şiir olur o, roman olur, belgesel olur. Yeter ki önce kâğıda dökülsün. Hem belgesel hem de kitap olarak hayata geçirmek istediğim bir proje var ne zamandır. Onun araştırması ve pre-production'ı içindeyim bu senenin başından beri. Gerçekleştirmeyi çok arzu ettiğim bir fotoğraf projesi var. Onu yazıya döküyorum bir yandan. Ve elbette şiir. Yeni şiir kitabım üzerinde çalışıyorum.