Dilek Türker'den öyküler: Dışarısı bahar
Dilek Türker'in öykü kitabı 'İpekten Örer Zırhını' İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. Yazar kitapta, merakları, bitmeyen umutlarıyla içlerindeki baharı arayan karakterlerin peşine düşüyor.
Buse Özlem Bay
“Yüz binlerce insan avuç içi kadar bir yere toplanıp üst üste yaşadıkları toprak parçasını çirkinleştirmek için var güçleriyle çalışmış olsalar; (...) çevredeki tüm ağaçları kesmiş, tüm hayvanları, kuşları uzaklaştırmış olsalar bile gene de ilkbahar ilkbahardı. Kentte bile güneş pırıl pırıldı gökyüzünde. Çimenler yalnız bulvar yeşilliklerinde değil, koparılıp atılmadıkları her yerde, kaldırım taşlarının arasında bile boy atıyor, yeşeriyordu” der Tolstoy 'Diriliş'in açılış cümlelerinde. Özellikle içinde bulunduğumuz günlerde, yüzyıllar önce yazılmış bu cümlelerle yeniden karşılaşmak bahar günlerinin ve doğanın nasıl da bize yenik düşemediğinin kanıtı oluyor âdeta. Betonların arasından da olsa, yıpransa da, yorulsa da, biz onu camların ardından izlemek zorunda kalsak da yaşam, her halükârda yeşermenin bir yolunu buluyor.
Dilek Türker, İletişim Yayınları tarafından yayımlanan yeni öykü kitabı 'İpekten Örer Zırhını' ile şefkatleri, merakları, huzur arayışları ve bitmeyen umutlarıyla kendi içlerindeki baharı arayan karakterlerin peşine düşüyor. On iki öyküden oluşan eserde okuduğumuz her bir karakter, içinde bulundukları telaş ve endişe dolu dünyanın ortasında güneşi görmek isteyen ağaçlar gibi inatla daha yükseklere uzanmak istiyorlar.
Hep Kitap’tan çıkan ilk öykü kitabı 'Avucumda Çimen İzi'nde olduğu gibi Türker, yaşam içindeki küçük anların peşine düşüyor. 'İpekten Örer Zırhını'nın ilk öyküsü olan “Kendi ıslığında”, bir Didem Madak dizesiyle açılıyor: “Bazen gecenin ortasında yağda yumurta pişiriyorum. / Dünyanın en ıssız cızırtıları bunlar Işıl, / Duyuyor musun?” Madak’ın bu sesini tüm öykülerde duyuyoruz. Dünyanın büyük ihtişamı içinde Türker’in öyküleri ıssız cızırtılar gibi sessizce yerlerini alıyor ama Işıl gibi onları duyanlar elbette var olmaya devam ediyor. Bu tanıdık hikâyelerdeki gündelik dakikalar aslında karakterlerimizin hayatlarındaki küçük “milat” anları. Hepimizin her gün yaşadığı, yaşarken fark etmediği ama bizleri sonsuza kadar değiştiren küçük anlar… Tutunmamızı sağlayan aydınlanma anları…
Türker, öykülerini kaleme alırken büyük başlangıçlar ve kesin sonlar tercih etmiyor. Bu da bizlerde sanki bir öykü okumuyormuşuz da yolda gördüğümüz bir insanın hayatına kaçamak bir bakış atıyormuşuz hissini uyandırıyor. Bu anlatım tercihi zaman zaman Barış Bıçakçı’nın üslubunu anımsamamıza neden olurken Türker’in gözlem gücü ve her karakterin sesine rahatça bürünebilmesi, öykülerinin inandırıcılığını en üst seviyeye ulaştırıyor.
“Ayağının içinde hep sivri bir taş varmış gibi gezenler”, hastanede yalnız başına karşılanan bir yeni yıl gecesi, kendi çocukluğunu unutmayan ve bu yüzden ağlayan bir çocuğa iyi gelebilen yetişkinler, dede ve anneanneyle geçirilen sakin sabahlar, yaz aylarının kokusu, bizi biz yapan hatalar, yalnızlıklar, şehre uzak ormana yakın anlar; bütün bu anlarda ufak bir direniş, ipek zırhlarla savaş alanında mücadele ediş ve her seferinde yeniden doğmanın küçük sevinci var. Sevginin, yaşamın ve umudun ördüğü bu zırhlar her ne kadar “kırılgan” görünse de karakterlerimizi koruyan tam da bu kırılganlık oluyor. Dış dünyanın alışık olduğu kitlesel umarsızlığın tersine, içlerindeki “farklılıklar” onları âdeta efsunluyor. 'İpekten Örer Zırhını', 'dışarısı' baharken içimizdeki baharı dizginlemenin ne kadar da zor olduğunu bizlere yeniden hatırlatıyor.