Dili büken büyücü: 'Emine' Sevgi Özdamar
Gölgelerle sınırlı yerlerde geçmiş, edebiyatın büyüsüyle yeniden şekillenmiş gerçek bir hayat bu: ‘Emine’ Sevgi Özdamar...
Menekşe Toprak
“Sevginin yazdıkları üzerine bir yorumda bulunmam zor, çünkü seviyorum yazdıklarını, sevdiğimiz bir şeyin çözümlemesini yapmaksa budalaca bir harekettir. Elbette bir anlatıcı o; sabaha karşı masal anlatan, karşı konulmaz bir anlatıcı o.”
İngiliz yazar ve eleştirmen John Berger 'Haliçli Köprü' [1] kitabının önsözünde ‘Emine’ Sevgi Özdamar’ı bu satırlarla anlatmaya başlar ki onun meşrebindeki yazarlarla olan ilişkinin anahtar kelimesini de ortaya atmış olur: Sevmek. Çünkü tuhaflık derecesinde büyüleyici ve iştahlı, ama öte yandan dili büküp bozan keyfilikteki bir anlatıma ancak severek yaklaşmak mümkündür. Onun bu edebiyatını kısmen geç keşfetmekle birlikte, metinlerini sevenlerden oldum ben de. İlk kez karşılaşmamız ise onun yazdıklarına fütursuzca el uzatıldığına inandığı bir döneme denk gelir.
Yıl 2006, Feridun Zaimoğlu'nun yeni çıkan 'Leyla' adlı romanının ‘Emine’ Sevgi Özdamar’ın 'Hayat Bir Kervansaray' kitabıyla benzerliği karşılaştırılıyor, intihal suçlamaları dolaşıyordu edebiyat piyasasında. Üstelik aynı yayınevinde basılmış olan bu iki romanın aynı editörlerin elinden geçtiği de söyleniyordu.
Berlin’de Türkçe yayın yapan bir radyo kanalında edebiyat programları hazırlayıp sunan biri olarak ‘Emine’ Sevgi Özdamar’ın evinin kapısını çalıyorum ben de. Kreuzberg semtinde, şehrin kanal sularına bakan bir dairede, iki ayrı romandaki Anadolulu iki kadının ve hikâyenin benzerlikleri ama en çok da Almancadaki tınıları hakkında konuşuyoruz. Alman dili ve edebiyatı uzmanı bir akademisyen tarafından hazırlanmış olan onlarca sayfalık bir listede kanıtlaması adil olmayı gerektiren bir mağduriyetin isyanına tanıklık ediyorum aslında. Haklı bir isyan bu, çünkü taklidi hemen sırıtabilecek özgünlükte, otobiyografik metinlerin yazarıdır her şeyden önce Özdamar. Bir ateşin etrafında oturmuş, gerçek olduğunu düşündüğünüz bir hikâyeyi alevlerin gölgesinde tuhaf ve güzel şekillere sokarak anlatan, sesindeki farklı tınıyla sizi önce şaşırtıp sonra kendine bağlayan bir büyücüdür o. Anadolu’nun sözlü kültürünü ve Türkçeyi Almancanın içine sokarak kendini dinletebilendir.
ANADOLU SÖZLÜ KÜLTÜRÜ YA DA ALMANCADA TÜRKÇE DİL OYUNLARI
‘Emine’ Sevgi Özdamar on sekiz yaşından sonra tanıştığı Almancayla yazmaya başlar ama Türkçe ile Türkiye'nin hikâyeleri ve mekânları metinlerinin en önemli kaynağı olur. Türkçe sözlü kültürle ilişkisinin, kimliğine sonradan eklenen ‘Emine’ ismiyle olan ilişkisi kadar derinlere dayandığı anlaşılıyor. ‘Emine’yi 1970’li yıllarda İstanbul’da aynı evi paylaştığı, yurt dışındaki hastane günlerinde refakatçisi olduğu yakın arkadaşı şair Ece Ayhan’ın kendisine yakıştırdığını 'Kendi Kendinin Terzisi Bir Kambur' [2] adlı anı kitabında anlatır Özdamar.
Özdamar ta ilk kitabı 'Mutterzunge’den itibaren Türkçe sözlü kültürü de yanına alıp bir oyuncu mizacıyla kurar metinlerini. Örneğin Türkçedeki çift anlamlılıkları her kavramın çoğunlukla tek bir anlama geldiği Almancada da benzer bir okumaya tabii tutar. Almancada sadece lisan anlamına gelen Sprache sözcüğünü, uzvumuz anlamındaki “dil” şeklinde kullanır ve böylece Almancada var olmayan bir kavram çıkar ortaya: Mutterzunge: [3]
“Dilin kemiği yoktur, onu nereye döndürürsen oraya döner. Döndürülmüş dilimle bu Berlin şehrinde oturuyordum. Zenci kafesi, Arap müdavimler, yüksek tabureler, sallanan ayaklar. Bayat bir ay çöreği tabakta can çekişiyor, garson mahcup olmasın diye hemen bahşiş veriyorum. Annedilimi ne zaman kaybettiğimi bir bilebilsem. Bir keresinde annemle ben annedilimizde konuşuyorduk. Annem şöyle dedi bana: ‘Biliyor musun, öyle bir konuşuyorsun ki, her şeyi tastamam anlattım sanıyorsun, oysa birdenbire bazı sözleri söylemeden atlıyorsun, sonra gene rahat rahat anlatıyorsun, ben de hoop seninle birlikte atlıyorum, sonra rahat bir nefes alıyorum.’ Sonra da şöyle dedi: ‘Saçlarının yarısını Almanya’da bırakmışsın.’”
GAYRI RESMİ TÜRKİYE TARİHİ
Almancada düşünen için yabancı, hatta yer yer eğreti ve çeviri gibi duran ama seveni için yepyeni bir lezzetteki bu dil, ‘Emine’ Sevgi Özdamar’ın deyim yerindeyse en önemli markası olur. Onun kanımca en güçlü ve en ‘Türkçe düşünülerek’ yazılmış olan metni ise 'Hayat Bir Kervansaray' [4] romanı. 'Ölmeden Önce Okumanız Gereken 1001 Kitap' listesine alınan, Ingeborg Bachmann ödüllü bu roman, bir ceninken anne karnında sesini işitmeye başladığımız bir kız çocuğunun Malatya’dan başlayıp Ankara’da, Bursa’da ve nihayet İstanbul’da devam eden büyüme serüvenine odaklanır.
Metin aynı zamanda bir gayrı resmî Türkiye tarihi gibidir. Özdamar bildiği bir dünyayı yeni bir dilde öyle dolu dizgin anlatır ki, romanın biyografik niteliğini unutturur okura. Korkmadan dille oynayan, canlıyla cansızı neredeyse birbirine eşit kılan bir çocuğun kalbi ve gözüyle dünyaya bakar. Masalları çağrıştıran ama masalı da bozan bir metindir bu. Anadolu’ya özgü bir kadınlık halini ve bilgeliğini eril Almancayla birleştiren oyuncu bir sanatçının metnidir en çok da. Çünkü gerçekte de aynı zamanda bir tiyatro oyuncusudur Özdamar.
ÖTEKİNİN ESTETİĞİ
1946 yılında Malatya’da doğan, çeşitli şehirlerde büyüyen, İstanbul’dan Almanya’ya 60’lı yıllarda tiyatro eğitimi için giden, İstanbul’a geri dönen ama sonra yetmişlerin başında duvarla ikiye bölünmüş Berlin’e yerleşen, Bertold Brecht’in öğrencisi olan Özdamar’ın hemen hemen bütün metinleri az ya da çok otobiyografiktir. Tıpkı ilk göçmenlik yıllarına odaklanan ve Berlin’le İstanbul arasında uzun bir köprü kuran Haliçli Köprü kitabı gibi. Ama onun dille başlayan renkli ve oyunbaz anlatımı öyle güçlüdür ki, diğer metinlerinde olduğu bu metinde de anlattıkları hayat hikâyesi olmaktan çıkıp edebiyata dönüşür.
Bu yüzden 2006 yılındaki intihal tartışmalarında büyük bir haksızlığa uğradığını düşünmüş olan Özdamar’ı bugün çok daha iyi anladığımı sanıyorum. Çünkü Anadolu insanını, kadınını yeni bir dilde o dili deforme ederek anlatırken öteki olmanın estetiğini kurar ‘Emine’ Sevgi Özdamar. Şarkiyatçı bir tavırla ötekini Avrupa kültürüne açıklama derdine düşen, basitleştirici hatta sömürücü bir anlatım yerine, anlattıkları yer yer arkaik de olsa, içerden bir bakışla yaklaşır insanlarına.
GÖLGELERLE SINIRLI BİR YER
Sonra uzun bir sessizliğe gömüldü ‘Emine’ Sevgi Özdamar. Ya da aslında onun piyasadaki görünmezliği böyle algılandı. Ama öyle değilmiş. Meğer o Herta Müller’in deyimiyle edebiyat denen örtünün altında konuşmaya devam ediyormuş. Çünkü Seltsame Sterne starren zur Erde[5] adlı son eserinin yayınlanmasından tam on sekiz yıl sonra 800 sayfaya yakın dev bir romanla geri döndü Özdamar. Hem de eski yayınevinden ayrılıp Almanya’nın diğer bir prestijli yayınevi olan Suhrkamp Yayınevi’ne geçerek.
'Ein mit Schatten Begrenzter Raum' (Gölgelerle Sınırlı Bir Yer) adlı bu roman da hemen ilk satırdan itibaren sahibinin imzasını taşıdığını belli ediyor. 1971 darbesi sırasında İstanbul’dan Yunanistan’a kaçan bir kadının tiyatro eğitimi için duvarla ikiye bölünmüş Berlin’in batısına varışını, ardından duvarın arkasındaki Doğu Berlin’e, Paris’in bulvarlarına geçişini anlatır. Ege kıyılarında bir ada atmosferiyle başlayan romanda poyraz, imbat, lodos gibi rüzgarlardan tutun da bitki, deniz hayvan, canlı cansız, pek çok şeyin sesini duyar, metindeki ruhunu yakalarız. Bu kitabıyla Almanca edebiyatın önemli ödüllerinden Georg Büchner Ödülü’ne değer görülen yetmiş altı yaşındaki Özdamar bir yandan da dönüp gençliğe, göçmene, Türkiyeli muhalif sanatçının Almanya'yla olan ilişkisine ama en çok da geçmiş yüzyılın Avrupa’sında ülkelerin sanat ve sanatçılarla birbirine bağlanmış tarihine bakıyor.
Her bölümü bir tiyatro perdesi gibi kurgulanmış olan roman her şeyden önce yazarının hayat hikâyesini barındırıyor. Gölgelerle sınırlı yerlerde geçmiş, edebiyatın büyüsüyle yeniden şekillenmiş gerçek bir hayat bu: ‘Emine’ Sevgi Özdamar.
Dipnotlar:
[1] Haliçli Köprü (Die Brücke vom Goldenen Horn), çeviri: İlknur Özdemir, Turkuvaz Kitap 2008.
[2] Kendi Kendinin Terzisi Bir Kambur, ‘Emine’ Sevgi Özdamar, YKY, 2007
[3] Mutterzunge, Rothbuchverlag ,1990 (Anne Dili, Çeviri: Fikret Doğan, İletişim Yayınları 2013).
[4]Das Leben ist eine Karawanserei - hat zwei Türen - aus einer kam ich rein aus der anderen ging ich raus, Kiwi-Verlag, 1992 (Hayat Bir Kervansaray, Çeviri Ayça Sabuncuoğlu, Varlık Yayınları, 2007, Turkuaz Yayınları 2008 ve İletişim Yayınları 2015).
[5] Seltsame Sterne starren zur Erde, KiWİ, 2003 (Tuhaf Yıldızlar Dünyaya Bakıyorlar Gözlerini Kırpmadan, Çev: Fikret Doğan, İletişim Yayınları, 2012).