Dilsel insan hakları
Günümüzdeki mevcut sistem, insanlara kültürel ve dilsel tekçiliği dayatmaktadır. Tıpkı biyolojik türler alanında geliştiği gibi, kültürel alanda da insanlık tekçi bir yaşama doğru itilmektedir.
Bir insan dil hakları olarak ne ister? Her şeyden önce anadilini hayatın her alanında sınırsız engelsiz kullanabilmek ister. Yine de çocuklarını atalarının dili ve kültürüyle engelsiz bir şekilde yetiştirmek ister. Bir de dilini de günümüz yaşam koşullarına göre yenileyebilmek ve geliştirebilecek imkân, kurum ve araçlara sahip olmak ister. Yukarıda sıraladığımız bu talepler en temel taleplerdir ve dil hakları için en dar çerçeveyi oluşturmaktadır. Her insan doğuştan bu haklara sahip olmalı, bu haklar olmadan bir insan onurlu bir yaşam süremez, bu nedenle hiçbir devlet bu hakları ihlal etmemeli, sınırlamamalıdır.
Bugün dünyadaki dilsel durum nedir? Buna birkaç kelimeyle de cevap verebiliriz. Bugün, dünya çapında yaklaşık 7.000 konuşan dil var. Tahminlere göre, 2100 yılına kadar, yok olma riski altında olmayan ve ebeveynler tarafından yeni nesillere aktarabilme imkanına sahip sadece yaklaşık 300-600 güvenli dil kalacak.
Dünyamızda bazı dillerde konuşanların azalması ve hatta kalmaması ne doğal gelişme ne de kaçınılmaz bir şeydir. Bu durum kolonyalistlerin yürüttüğü işgal ve ırkçı politikaların doğrudan ürünüdür. Sömürgeci devletin yetkilileri, amaçlarını ve taleplerini yerine getirmek için gücün dilini ve dilin gücünü birlikte kullandılar. Dünyadaki çoğu dil, bu dil politikalarının bir sonucu olarak bugünkü durumuna düşmüştür.
Kısacası günümüzdeki mevcut sistem, insanlara kültürel ve dilsel tekçiliği dayatmaktadır. Tıpkı biyolojik türler alanında geliştiği gibi, kültürel alanda da insanlık tekçi bir yaşama doğru itilmektedir.
Birçok bilim insanı, kültürel ve dilsel bütünleşmenin, doğanın ve hayvan türlerinin tekdüzeliği gibi dünya için tehlikeli olduğu konusunda hemfikirdir.
Dilbilimci Tove Skutnabb-Kangas'ın değerlendirmesine göre, dilsel insan haklarının eksikliği, dillerin varlığı için bir tehdit oluşturuyor. Skutnabb-Kangas egemen dilde batırma yöntemiyle verilen tekçi eğitimi soykırım olarak nitelendiriyor. Onun görüşüne göre, bir dili eritme politikaları, bir dil grubunu yok etmek amacıyla yürütülmekte ve bu da o gruba soykırımı uygulanması anlamına gelmektedir. Yukarıda adını andığımız dilbilimci bu görüşünü temellendirmek için "BM Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi'nin ikinci maddesine atıfta bulunmakta, adı geçen madde şu hükümleri içermekte:
a) Bir grubun üyelerini öldürmek;
b) Bir grubun üyelerine zihinsel ve fiziksel olarak zarar vermek;
c) Bir grubun üyelerinin tamamen veya yarı yarıya fiziksel işlevsiz kalmasına neden olan politikalar izlemek;
d) Bir grubun çoğalmasını engellemek için onlara doğum kontrol yöntemleri dayatmak;
e) Bir grubun çocuklarını zorla başka bir gruba nakletmek.
Skutnabb-Kangas’a göre eğitim yoluyla asimilasyon, bu sözleşmenin 2b ve 2e maddelerini ihlal etmek anlamına gelir ve bu nedenle soykırım suçlarına girer.
Saha çalışmalarıyla onlarca kez sınanan ve ispatlanan araştırmacıların bu değerlendirme ve argümanlarına karşı, ezilen gruplara tek dilli politikalar dayatan güçler bazı gerekçeler ileri sürmektedir. Bunlardan bazıları kültürel haklar talebini, çok dilliliğin ve çok kültürlülüğün korunmasını yabancı güçlerin, özellikle de misyonerlerin işi olarak görüyor, bu temelde yürütülen asimilasyon politikalarını meşru göstermek istiyorlar.
Yürütülen tekçi politikalarının bazı destekçileri ve akıl daneleri de dil, kültür ve kimlik arasındaki güçlü ilişkiyi reddetmektedir. Bu kesimler görüşlerini desteklemek için de melez insanların varlığını öne sürüyorlar. Onların görüşüne göre, dil ile kültürel ve etnik kimlik arasında bir ilişki yoktur. Dil kaybolsa bile toplum başka bir dilde kültürünü ve etnik kimliğini devam ettirebilir.
Bu düşünceleri ileri sürenler doğal olarak anadilde eğitime de karşı çıkıyorlar. Onlara göre azınlık dillere mensup ailelerin kendileri de böyle bir şey istemiyor ama bazı dilbilimciler ve düşünürler onlara bu inancı veriyor ve anadili taleplerini dile getirmeleri için onları teşvik ediyor.
Yukarıda sıraladığımız bu sebepleri bugün de birçok Türk siyasetçinin ağzından duyuyoruz. Temel dil haklarına karşı çıktıktan sonra şimdi de çözümden, demokrasiden bahsediyorlar. Onların demokrasisi "Roma demokrasisi" gibi görünüyor; bu demokrasi sadece "Ne Mutlu Türküm" şiarını benimseyenler için var. Seçilmiş belediye başkanlarının yerine valilerin atanması da bu tavrı ispatlar niteliktedir. Birçok Kürt insanın da tutumuna karşı, "Temel haklarımızı içermeyen bu demokrasiden bize ne?” demesi gayet doğal ve haklı bir tepki olur.