YAZARLAR

Dış politika: Viraj ve şarampol

10-11 Aralık’taki AB Konseyi topu yeni ABD yönetimine atıp, Biden da ABD başkanlığına 20 Ocak’ta oturunca, biz de temiz sayfa açmak, “reset” diye bir türkü tutturmuştuk ki, adeta bir büyük boşlukta bozuldu büyü. Erdoğan, neredeyse eşanlı olarak hem Macron’a hem Mitsotakis’e patladı.

Kendince dil düşkünü ve bugün biraz dili kullanmayı meslek edindiysem o evrimde en büyük katkısı olan merhum peder “alafortanfoni” filan gibi uydurma sözcüklerin kökenlerine takılırdı. Örnekse, Fransızca tınlayan ama Fransızcada olmayan “şarampol” de, Nişanyan’a göre “Macarca sorompó ‘kazıklardan oluşan çit, parmaklık’ sözcüğünden, Macarca sözcük (ise) Orta Aşağı Almanca schrancpaum ‘çit kazığı’ sözcüğünden alıntı” imiş. Demek ki “şarampole yuvarlanmak” uydurma, “şarampol” aslında karayolu kenarında kaza anında çarpma şiddetini emen, çarpıp durulan demir/çelik bariyer, yeni terimle “otorkorkuluk”. “Şose” de var böyle ama artık yok, kalmadı: Toprak yolun iyisi, asfaltlanmış karayolunun kötüsü. Onun adı da eskiden düz “asfalt” değil miydi, “Londra Asfaltı” gibi hani? Her neyse biz dilimize “şarampole yuvarlanmak” teriminde kaldığı gibi kullanalım, peder bu defalık mazur görsün.

Hem belki bu çelik korkuluk ile hendek farkından dış politika ekmeği de yeriz. Hangisi daha etkin önlem olabilir dış politika yapar ve uygularken diye düşünerek: Kenara konulan bariyerler mi, yoksa hendekler mi? Sonuçta her ikisi de kaza anının etkisini azaltmaya yönelik ve yol yapımının içkin parçası olan, insan yapımı mühendislik ürünleri. Daha şüpheci olanlar, “pekiyi dış politikada yol var mı, yoksa ilerledikçe yolu da devletler mi yapar, her devletin yol yapacak gücü var mıdır?” diye de soracaktır. Malûm Hanibal buyurmuş ya Kartaca’dan (bugünün Tunus’u) MÖ 218’de kalkıp İspanya, oradan Alpler üzerinden Roma’ya fillerle birlikte yürürken “ya bir yol bulacağız, ya bir yol yapacağız” diye. Ondan yaklaşık 35 sene sonra da bizim buralarda muhtemelen Gebze dolaylarında ölmüş.

Hanibal’den 1600 küsur yıl sonra ecdad FSM de Otranto’ya amfibik yıldırım harekâtı tasarlayıp, doğudakinden sonra batıdaki Roma’yı da fethetmeyi tasarlayıp, uygulamaya geçirmiş. Demek ki Tunus’tan kısa deniz yolundan Sicilya’ya oradan Roma’ya doğru uzanmak varken Hanibal (o dönemin tankları sayılacak) fillerle İber Yarımadası’ndan gidip kulağını tersten göstermeyi yeğlemiş. Üstelik Hanibal’in “gazabının” nedeni, I. Pön Savaşı’nda Sicilya ve Sardinya’yı Roma’ya yitirmesi. Yani denizcilik bilmediğini varsayamayız ama topu rakibe bırakan takım gibi, denizi Roma’ya bırakıp karadan yürümüş. Emperyal güç Roma’nın stratejik önceliğini “Kartaca yıkılmalı” olarak ortaya koymasını da belki, biraz zorlarsak, Soğuk Savaş’ın, küresel güç mücadelesinin sonunda Reagan’ın “SSCB/Demir Perde yıkılmalı” biçiminde* ortaya koyduğu stratejik hedefle karşılaştırabiliriz.   

Konu o zaman da Doğu Akdeniz’e egemen olmak aslında. Strateji belirlemek de Galatasaray tüzüğünde yazıya dökülen “maksadımız Türk olmayan takımları yenmek” misyonunun (“maksat” işte) 95 yıl sonra UEFA kupasıyla gerçekleşmesi gibi: Uzun erimli, hayalperest değil ama vizyon sahibi, yani stratejik. Şimdi Hanibal’in ha’sından Hafız’ın (Esat) ha’sına geçelim: Laz fıkrasında vardır ya, telefonda cızırtıdan ses duyulmayınca “kodlayacağum oni” deyip “Ankara’nin A’si” der Temel, İdris de “hanki A’si?” diye sorar, öyle. Kırk yaşında yaptığı darbeden, yetmiş yaşında ölümüne dek otuz yıl Suriye’yi yöneten Hafız Esat’ın, bir örümcek ağının ortasında oturur gibi durağan ve gizlilikçi bir tarzı vardı. İçeride birbirlerini izlettiği muhaberatçı düzeni geçelim, komşularının başına örmediği çorap kalmadı. Lübnan’ın işgalinden, Hizbullah’ın kurdurulmasına; Öcalan’ı konuk etmekten, Talabani’ye verdiği ele dek her topu banttan gören istihbaratçı kafasıyla her sapa yolu denedi.

Hafız Esat’ın temellerini attığı “devlet” zihniyetiyle Suriye’nin bugün geldiği yeri aşağıdaki haritadan görebilirsiniz. Oğlu Beşar Esat’ın kazandığı enkaz, işe yarar Suriye demek olan Halep, Hama, Humus, Şam kentlerini ve Akdeniz kıyısını (Tartus ve Lazkiye) kapsıyor. Buna karşılık, ne hava sahasına ne sınır kapılarına egemen. Ülke nüfusunun 12 milyonu rejim denetimindeki alanda, beş milyonu alanın, yedi milyonu da ülkenin dışında, yani yarı yarıya. “Yüzde elliyi zor tutuyor kendi bölgesinde” mi demeli? Hafız’ın yenilgisi de, Hanibal’inkiyle bir değil kuşkusuz. Ancak ne birinin ne diğerinin iddiasından bize, bugünün Türkiye Cumhuriyeti’ne strateji veya vizyon çıkacağını da teslim etmeli sanırım. Gel gelelim, dış politika deyince topuklarını şaklatarak esas duruşa geçmeyi halen dahi erdem addeden resmi muhalefetin hallarına gelince bir başka resim beliriyor bendenizin sisli zihninde. (Çarşamba günü MedyascopeTV’de bunu anlatmaya çalıştım -vakti ve sabrı olmayan dilerse doğrudan son dakikaya atlayabilir.)

Harita: Fabrice Balanche – WINEP  @FabriceBalanche

 

 

Oysa virajı alalım derken, şarampole kendi kendimize yuvarlandık. Araç aynı, sürücü aynı. Muhalefet de arka koltukta. 10-11 Aralık’taki AB Konseyi topu yeni ABD yönetimine atıp, Biden da ABD başkanlığına 20 Ocak’ta oturunca, biz de temiz sayfa açmak, “reset” diye bir türkü tutturmuştuk ki, adeta bir büyük boşlukta bozuldu büyü. Erdoğan, neredeyse eşanlı olarak hem Macron’a hem Mitsotakis’e patladı. Celâllenme nedeni, bana sorarsanız, kendi yakın çevresince yanlış yönlendirildiğini düşünmesi. Kısa vadede etekte devşirilecek olgun itibar elmalarının henüz ağaçta ham durumda olduğu anlaşıldı. Bunun üzerine “Şu Çılgın Türkler” çıkışıyla Erdoğan doğrudan laikçi ulusalcı muhalefetin alanına girdi, onlar da Ümit Kıvanç’ın dün burada yerli yerinde yazdığı üzere kaşık oltanın pırıltısına hemen atlayıp, zokayı yuttu. Halbuki o arada, Çavuşoğlu hem de Katar’da mevkidaşıyla basın toplantısı düzenlemiş ancak “açıklama yapılmasından vazgeçildiği” duyurusu medya mensuplarıyla paylaşılmıştı.

Ne Biden’dan, ne Blinken’den**, ne Austin’den muhataplarıyla görüşmek için, muhataplık ilişkisi kurmak için herhangi bir acele belirtisi gözlemleniyor. Bir ay olacak eldeki tek teselli, Kalın’ın Sullivan’la telefon görüşmesi. MSB Akar, hangi akla hizmet bu hava savunma sistemine 2.5 milyar dolar harcandığı gibi bir ayrıntıya (!) girmeksizin, “Girit” formülünden söz ediyor. Kalın, muhatabıyla görüşmesini AA’ya aktarırken, S-400 yaptırımları, PYD/YPG’ye destek ve FETÖ olarak sıraladığı anlaşmazlık konularında, PYD/YPG dosyasında esneme payı bırakarak Esat’a olası karşı işbirliğini öne çıkarıyor. Tüm bunlar, “S-400’den vazgeçmemize karşılık” diye açılacak bir elin, ABD tarafında iş görmediğini anlatıyor. Zira ABD, “önce S-400’ü bırak, masa sonra” diyor. Üstelik Boğaziçi, Kavala ve Demirtaş gibi insan hakları dosyalarını da, hariciye ağzıyla, kanırtıyor. Çavuşoğlu’nun Doha’da açıklamayı iptali de bundan.           

Tarihten yapraklara dönersek, sorsan bizim aslanlara “biz Kartaca’yız, AB/ABD/Batı da Roma, ne güzel anlatmışsın işte” der mi, der. Demez. Neden? Hanibal Müslüman değildi, Sünni Hanefi de, ondan. Hele o avurtlarını çökertip, dudaklarını büzüp, gözlerini açarak sürekli ders verir, azarlar tonda her daim dik dik süsecek gibi bakarak konuşan babayiğitlere “Anadolu höyükleri ister kazılmış ister kazılmamış olsun ülkemizin yaşamış olduğu tarihsel sürecin gerçek belgelerini barındıran anıtlardır” filan sakın demeyin. DeaSyria, Kubaba, Kibele, mater, doğa ana, antik Anadolu’da tabiatperestlik, sinkretizm filan konularını ise zinhar açmayın. Hatta laikliğin ve bilimselliğin yıkılmaz kalesi CHP de teslim edecektir halkımızın elhamdülillah neredeyse tamamının Müslüman olduğunu. “Aleviler, Alevilik…” diyecek olsanız, ağzınıza küreği önce CHP’deki Alevilerin kendilerinden yersiniz, o da ayrı. 

Boşverin bunları, açılalım biz yine denize: Rüzgâra karşı alışageldik tremola yerine rüzgârı yelkenin ardına alıp kavanço deneyen acemi yelkenci, alabora olmak veya direği kırmak sakıncalarını da göze alır. Dış politikada karadaki yol (öyleyse viraj da) olmadığını, dolayısıyla denizdeki gibi kafamıza göre seyredebileceği savlanıyorsa yani. “Deniz ufkunda bu top sesleri nerden geliyor? / Barbaros, belki, donanmayla seferden geliyor!” diye tezgâh açanınsa yanında CHP’yi bulacağını kaçıncı kez gördük. Bir yandan AB üyesi ülkelerin Ankara büyükelçilerine mektup yazar, öte yandan ABD senatörlerine “şu FETÖ’yü çıkarın bu torbadan, demokrasiyi konuşalım” kadar basit bir özgün çizgi dahi tutturmaz. Bizim bahriyede komuta kademesine yükselmek için kurmay subayın neden kendini gemi görevinden bir an önce “kurtarıp”, Ankara’da karargâh görevine atması gerekir, bu durumun çağrıştırdıklarını da belki bir başka zaman konuşuruz, zira anlam deryası.  

*Biliyorum, bu konuda nice uzman, akademisyen, tarihçi dostum “ooo, o iş öyle olmadı, yanlış biliyorsun, okuru da yanıltıyorsun yarım aklınla” diye yerlerinden zıplayacaklar ama bu yazılık öyle olsun yaw, hikâye anlatıyoruz şurada tatlı tatlı kahveye çöreklenmiş dayı kıvamında.        

**Beklenen Blinken-Çavuşoğlu görüşmesinin yarın (Pazartesi) gerçekleşeceği anlaşılıyor.
 

 
 

Aydın Selcen Kimdir?

1969 İstanbul doğumlu ve Saint Joseph Lisesi ile Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. 1992-2013 arasında Dışişleri Bakanlığı'nda meslek memuru olarak çeşitli görevlerde bulundu. Son olarak 2010-13 tarihleri arasında Erbil Başkonsolosluğu görevinde bulundu. Merkeze döndüğü gün "memuriyetten istifa etti." Genel Energy petrol şirketinde bir buçuk yıl siyasi danışmanlık yaptı. 2015'den beri bağımsız olarak özellikle Irak ve Suriye konularında yazıyor. Galatasaray kongre üyesidir. Alaz adında bir kızı var.