YAZARLAR

Dış politikanın devir-teslimi

Batı’nın, yani ABD ve AB’nin “ah şu yalnız ve güzel Türkiye artık hür ve demokratik olsa” diye bir önceliği olmadığı da açık. Stratejik körlüklerini AB’nin 2004'te Türkiye’yi dışarıda bırakıp, Yunanistan’ın Doğu Avrupa’ya genişlemeyi rehin almasına teslim olarak, GKRY’yi üye kabul etmesinde ve ABD’nin de özellikle 15 Temmuz 2016 darbe girişimine sağır kalışında kanıtlandığı gibi.

ABD, “CAATSA” ile yaptırımlara başvurarak, NATO müttefiki Türkiye’yi artık “hasım” olarak sınıflandırmış oldu. Aynı doğrultuda 1963, 1996 yahut 1999’dan bu yana resmen “AB aday ülkesi” statüsünü haiz Türkiye, Prof. Dr. Sinem Akgül Açıkmeşe’nin son Dünya Ve Biz’de dikkat çektiği üzere, son AB Konseyi toplantısında (10-11 Aralık) ancak Doğu Akdeniz başlığı altında görüşüldü. Adaylıktan söz edilmedi. Üstelik, Dışişleri ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi Borrell’e müteakip 25-26 Mart 2021 tarihli Konsey’e dek verilen ödev, Türkiye ile AB’nin yeni ortaklık modeli üzerine farklı senaryolar çalışmak ve bunları onaya sunmak.   

Diğer bir deyişle, ABD ve AB ile ikili ilişkilerde çokça başvurulan benzetmeyle “ağır çekim tren kazası” yine atlatıldı. Buna karşılık, Türkiye’nin yüzyıllardır ait olduğu Batı dünyasından “ağır çekim (anlaşmasız) boşanmasının” gerçekleşmekte olduğu tescillendi. Sözkonusu boşanmanın, diğer toplumsal ve siyasal boyutları, tarihsel önemi bir yana, yalnızca ekonomik faturasıysa, önceki yazımda da Prof. Dr. Eser Karakaş’a atıfla paylaştığım üzere, son beş yılda 250 milyar ABD Doları düzeyinde. Bu rakam AB üyesi komşumuz Yunanistan’ın ulusal gelirine eşdeğer. Yani Türkiye’ye Londra tefecilerinin, emperyalistlerin, kolonyalistlerin vs. herhangi bir kaşkariko oynamasına hacet yok, biz kendi gemimizi kendimiz layıkıyla batırıyoruz. 

Buna karşılık, o Batı’nın, yani ABD ve AB’nin “ah şu yalnız ve güzel Türkiye artık hür ve demokratik olsa” diye bir önceliği olmadığı da açık. Stratejik körlüklerini AB’nin 2004'te Türkiye’yi dışarıda bırakıp, Yunanistan’ın Doğu Avrupa’ya genişlemeyi rehin almasına teslim olarak, GKRY’yi üye kabul etmesinde ve ABD’nin de özellikle 15 Temmuz 2016 darbe girişimine sağır kalışında kanıtlandığı gibi. Bugüne gelirsek, Türkiye’yi AB’nin yasadışı göçe ve köktenci İslamcı terörizme karşı, ABD’nin de Rusya ve İran’ın “yayılmacı” emellerine ve Ortadoğu’nun çalkantılarına karşı bir dalgakırandan ibaret görmeleri gibi.

Murat Berk’in ifadesiyle “Meşhur portföy yöneticisi Peter Lynch 'Şirketlerin geleceği bilançolardan okunsaydı, matematikçiler ve muhasebeciler dünyanın en zengin insanları olurdu.' der. Hayatın kendisinde de böyle değil mi?” Uluslararası, bence doğrusu “devletler arası” ilişkilerde de, devlet adamlığı/kadınlığında da durum aynı desek, sanırım yanılmış olmayız. Hem ABD’nin, hem AB’nin benimseyegeldiği sözde ve ikiyüzlü stratejide de sihirli sözcük: “İstikrar”. O “istikrar” ki, mezarlıkların dinginliğini, meydanların cıvıltısına yeğlemek demektir özcesi. Coğrafyayı tarihe yeğlemek demek, tarihi de siyah-beyaz bir vodvile indirgemek demektir. 

Karikatür: Umut Sarıkaya

 

“Batı” deyince, kuşkusuz yekpare, birlikte düşünüp, birlikte eyleyen bir heyûla bütünden söz etmek mümkün değil. Onun için araya atılan derin toplarla, kontrataklarla şok diplomasi golleri bulageldi bugüne dek Erdoğan. Eğer diplomasiden anladığınız esnafvari ayakoyunları ise. Çavuşoğlu-Kalın-Altun-Çelik- Ünal’dan kurulu, haydi “tezgâhtar” demeyelim canım kardeşim ama, “şovmen” beşlinin söylem icraatından söz etmiyorum. Karabağ’da, Azerbaycan’la TSK ve MİT eliyle uzun soluklu ve kurumsal örülen işbirliği; Konsey öncesinde Almanya’ya ilaveten İspanya, İtalya, Malta ve Bulgaristan’la yürütülen sessiz ikili kulis çalışması; PKK’nin Irak’la dağlık sınır bölgesinde üç yerden sıkıştırılarak, mücadelenin adeta KDP’ye ihale edilmesi; Suriye sınırımıza koşut uzanan M4 karayolunun Fırat’ın doğusundaki dilimini kesmek üzere Ayn İsa’ya SMO öne itilerek yapılan baskı; İranlı muhalif Farajullah Chaab’ın kaçırılmasının ardından Zindaşti ilintili 11 kişilik şebekenin ortaya çıkarılıp, ABD basınına sızdırılması; Kırım’ın değil ama Donbass’ın (Karabağ’vari bir yıldırım harekâtıyla) geri alınmasını teminen Ukrayna’ya sunulan örtük destek gibi örnek gelişmeleri düşünüyorum. 

Bu bağlamda, ülkemizin özgürlükçü ve çoğulcu demokratlarına düşen, merhum Ferdi Özbeğen’in sesinden sevdiğimiz “Gün ışığında yola koyuldum / Elimde kandil, gözümde mendil / Vefa arıyorum / Dost arıyorum / Şefkat arıyorum / Aşk, aşk arıyorum” güftesini mırıldanarak dünya turuna çıkmak olmasa gerek elbet. CHP Grup Başkan Vekili Özgür Özel, ilk seçimden sonra Dışişleri Bakanları devir-teslim törenine katılarak önce çay içeceğini, Çavuşoğlu bakanlıktan ayrıldıktan sonra da bir keyif kahvesi söyleyeceğini akılda kalıcı ifadelerle açıkladı. Sayın Özel’den naçizane istirhamım mümkünse Soylu, Fidan ve Akar’ın devir-teslimlerinde de hazır bulunması. Esasen devir-teslimden ziyade, ondan sonra ne olacağını bugünden anlatmak, yeni mimariyi bugünden paylaşmak yaşamsal önemde olan. Tabii, “kökten dönüşüm, güncelleme” gibi bir yaklaşım benimseyeceklerse. Yoksa “hamam aynı, tellâk ayrı” dönemi açılacaksa, boşuna nefes tüketmeyelim. 

Karikatür: Cem Dinlenmiş. Kaynak: UYKUSUZ dergisi. 

 

Dış politikanın bir vitrin düzenlemesinden, bir tanıtım faaliyetinden ibaret olmadığını vurgulayageldim. Ancak tersten bakıldığında, dış politikanın “devletleştirilmesi”, “güvenlikleştirilmesi” de, ülkemizi “demokrasisizleştirme” anlamına geliyor. Muhalefetin, ama özellikle “cumhuriyetin kurucu partisi” kimliğini de taşıyan CHP’nin özenle ve ısrarla üzerinde durması gereken dış politikanın devletleştirilmekten kurtarılıp, tıpkı beşli çetenin al gülüm-ver gülüm mega-projeleri gibi kamu(sallaş)tırması. “Ver istikrarı, al iktidarı” kafasının karşısına milliyetçilik/ulusalcılıkla değil “sivilleşme” ile çıkması. Türkiye’nin Erdoğan’dan büyük ve derin olduğunu anlatabilmesi. Cumhur İttifakı’nın MHP “çıpası” var da, Millet İttifakı da İYİP “demirine” mi zincirli bilmiyorum. Ama ikisi bir arada olamayacaklardan birinin de “cumhuriyetimizin demokrasiyle taçlandırılması” ülküsünün dış ve ulusal güvenlik politikalarından yalıtılarak gerçekleşemeyeceği olduğunu biliyorum.  

Cumhurbaşkanına mülkiyeti dondurma yetkisi, Erdoğan’ın muhalefeti “beşinci kol” nitelemesi, İBB’nin “Eurobond” tahvil ihracına hazinenin taş koyması, STK’lara İçişleri Bakanı’nın kafasına göre kayyım atama yetkisi, Soylu’nun bütçe görüşmelerindeki “oh olsun” narası, MHP’den yükselen “haşerelerin itlafı” yollu gayet doğrudan etnik temizlik çağrıları tasarlananın bütünlüğünü ortaya koyuyor. Bu tasarıya karşı durup, konu dış politika, milli savunma, özetle her kim nerede belirliyorsa onları “ulusal çıkarlar” olunca derhal esas duruşa geçmek anlaşılır gibi değil. Tek adamlık keyfilikse, tek adamlıkta dış politikanın da, ulusun değil tek adamın çıkarını önceleyeceği yeterince açık. S-400 almak da bunun doğrudan sonucu. Alırken “ben”, ceremesini çekerken “hep birlikte” oyununa gelmemeliydi anamuhalefet.   

Irak’ta Saddam döneminden kalan bir “Bağdat Baroku” mimarlık tarzı vardır. Cephelerde saçma sapan bir şatafat, kabartmalar, bazıları hiçbir şeyi taşımayan yarıdan kesik sütunlar. Bu evlere girilince konuk kabul edilen bir “istikbal odası” olur dayalı döşeli. Arka odalara, banyo-tuvaletlere, mutfağa bakarsanız tam bir tezatla karşılaşırsınız. Örnekse Bağdat’ta bir dönem benim yaşadığım, bir ara Dışişleri Protokol Genel Müdürü olan kişiye ait ev de böyleydi. Mutfak camının köşesi kırılıp uydu kablosu oradan sokulmuş, fayansın ortasına çakılan paslı çiviye kirli bir el havlusu asılmıştı. Türkiye dış politikası “istikbal odası”, mutfağı ise betimlediğim durumda bir “ortak ev” olamaz, olmamalı. 

Belirlenen tarihinde yapılacağını varsayarsak 2023 seçimi, tıpkı 1923 gibi, yalnızca bir kurtuluşu değil bir yeniden kuruluşu da haber vermeli. Kayyum ceberrutluğundan vazgeçmeyle, Demirtaş gibi HDP’lilerin, Kavala gibi sivil toplumcuların özgür kalmasıyla yetinilmemeli. 1921’in ardından 1924, 1961’in ardından 12 Mart 1971 yeniden gelmemeli. Bütün bu sorulara yanıtlar bulunabilmesinin bir ucu da bugünkü Batı karşıtı dış politikanın akılcı eleştirisine de dokunuyor. Batı karşıtlığının toplumda karşılığının olduğunu ileri sürmek, bırakalım oralardan buralara bakan “uzmanların” işi olsun. Ortak gelecek vizyonunu sağlam temeller üzerinde inşa etmek; unutmanın, görmezden gelmenin değil, uzlaşının, barışmanın, aydınlanmanın, ilerlemenin, yerinden yönetimin, çoğulculuğun, katılımcılığın yolları üzerinde düşünmek, bunları yeniden bulmak da bize kalsın.

 
 


Aydın Selcen Kimdir?

1969 İstanbul doğumlu ve Saint Joseph Lisesi ile Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. 1992-2013 arasında Dışişleri Bakanlığı'nda meslek memuru olarak çeşitli görevlerde bulundu. Son olarak 2010-13 tarihleri arasında Erbil Başkonsolosluğu görevinde bulundu. Merkeze döndüğü gün "memuriyetten istifa etti." Genel Energy petrol şirketinde bir buçuk yıl siyasi danışmanlık yaptı. 2015'den beri bağımsız olarak özellikle Irak ve Suriye konularında yazıyor. Galatasaray kongre üyesidir. Alaz adında bir kızı var.