YAZARLAR

Dişlerimin hikayesi

Doğal dişlere gereksizce ve sorumsuzca yapılan her müdahalenin ağız sağlığını ne kadar büyük riske attığını tecrübe etmiş biri olarak sürekli değişen kriterlere göre çekici görünme kaygısının diş sağlığının önüne geçmesi beni endişelendiriyor. Para ve şöhret hırsına teslim olan ve neredeyse diş kuaförüne dönüşen diş hekimlerinin gayretiyle diş polikliniklerinin gülüş tasarımı kliniklerine dönüşmesi de öyle.

Çocukluğumda baş gösteren ve halen başıma dert olan çürük/zayıf diş problemi yüzünden hayatımın kayda değer kısmı fotöyden fotöye (dişçi koltuğu) sürüklenerek geçti. Önceleri babamın arkadaşı olan bir diş teknisyeninin hastasıydım ve onun aslında mektepli diş hekimi olmadığını bana epey büyüyüp, artık kendi başıma üniversite hastanelerine gitmeye başladıktan sonra söylediler. Belli ki kaçak çalışıyordu fakat bir dişçi muayenehanesinde olan her türlü donanım ve destek hizmetleri onda da vardı. Sakız gibi önlüğü, güler yüzlü sekreteri, diş tedavisinde kullanılan her türlü eriyiğin yaydığı tuhaf ama cezbedici kokunun sizi karşıladığı tam teşekküllü muayenehanesiyle Hikmet Amca protez yapma, diş çekme konusunda o kadar mahirdi ki, hekimliğin her alanının, özellikle de diş gibi estetik dokunuşlar da gerektiren bir uzmanlık alanının bilim kadar zanaata, hatta sanata yakın durduğunu her ziyaretimde kanıtladı. Dost meclislerinde onun Hatay’ın ilçesi olan Kırıkhan’dan Ankara’ya göçmüş bir ustanın (protez ustası) yanında yetiştiği için bir diş hekimini aratmayacak ustalığa sahip olduğu söylenirdi. Belli mesleklerin belli coğrafyalardaki yaygınlığı, babadan-oğula, anadan-kıza, ustadan-çırağa aktarılması dünyanın her yerinde rastlanabilir bir durumdu sanırım uzun yıllar.

Ali ve İsmail Baltacıoğlu’nun* araştırmalarına dayanarak, Osmanlı döneminde dişçiliğin gerçekten de bir zanaat olarak ortaya çıktığını söyleyebiliriz. O yıllarda berberler, sünnetçiler, kırık-çıkıkçılar, nalbantlar ve demirciler diş çekerlermiş. Trabzon’da bakırcılar, Sivas ve dolaylarında hacamatçılar, Urfa ve Diyarbakır’da nalbantlar, İstanbul ve çevresinde berberler yaygın olarak yapıyorlarmış bu işi. Yakın çevrenizden, kırsalda büyümüş birilerinin mutlaka böyle bir deneyimi vardır. Dikkat ederseniz diş çekebiliyorlar dedim, protez yapma becerisi çok sonra gelişiyor bu meslek grubunda. Derme çatma, minimum düzeyde çiğnemeyi mümkün kılacak takma dişler yapan bir nalbantın yaşadığı yerde nasıl el üstünde tutulduğuna dair bir hikaye dinlemiştim zamanında. Kullandığı malzemeyi de ölü eşek ve atların dişlerinden devşiriyormuş!

Fakat diş hekimliği pratiği yaygınlaşıp ucuzlayana kadar, çorba ve diğer yumuşak yiyeceklerle beslenen, geviş getirir gibi görünen dişsiz ihtiyarlar, kaza eseri veya hastalıktan dişlerini kaybetmiş yetişkinler, çocuklar hatırı sayılır bir topluluk oluşturuyorlar. Dişsiz genç kadınların kısmetlerinin kapalı olduğunu gözlemlemiş ve hane halkına mensup gençlerin tiksinti dolu bakışları altında hareketli protezlerini baş uçlarındaki su dolu bir bardağa koyarak yaşamaya mahkum olmuş yaşlılar, genç kızlara dişlerine iyi bakmaları, çeşitli bitkilerle, misvakla ovup parlatmaları konusunda telkinde bulunurlarmış geçmişte bana anlatılanlara göre. İnci gibi dişler güzelliğin, sağlığın önemli bir parçası ne de olsa. Sağlıklı bir kadın da hamarat ve doğurgan bir eş olarak iyi bir yatırım maalesef kültürümüzde. İhtiyar erkekler takma dişleri bu kadar dert ediyorlar mıydı bilemiyorum. Ben çocukken, takma dişlerini gizlemek bir yana, bizi korkutmak için bu dişleri diliyle ittirip dudaklarının arasına sıkıştıran eniştemizi hatırlıyorum da… Satın alınacak atların, işçi olarak çalıştırılacak olanların ve askeri okula kaydedileceklerin dişlerinin muayene edilmesi yaygın bir itiyat, bilirsiniz. Sağlıksız dişler başka hastalıkların, hatta bulaşıcı olanların da sebebi ve işareti çünkü aynı zamanda.

Yine Baltacıoğlu’lara dayanarak söylersek, pansumancıların ve bahsettiğim meslek erbabının yanında yetişen kalfalar ilk profesyonel denebilecek dişçiler. Tıpkı Hikmet Amca gibi. 1840’ta Mekteb-i Tıbbiye faaliyete geçince bu esnafı sınava tabii tutarak “küçük cerrahlık şahadetnamesi” veriyor. Bunu alan kişilerin neredeyse tamamı Yahudi ve Ermeni. Tanzimat’tan sonra kurulan dişçi mektebinin ilk hocaları da yine Ermeni: Terziyan Efendi, Manuk Leon Efendi. İlk öğrencileri de öyle: Yervant Kavafyan, Ardeşes Efendi, Madrik Reisyan, Ropen Serkis, Kirkor Karabet. Kadınların bu okula girebilmeleri için Cumhuriyet’in ilk yıllarını beklemek gerekecek. Yine aynı yıl Eczacı ve Dişçi Mektepleri’ne Beyazıt Meydanı’ndaki Jandarma Kumandanlığı binası tahsis ediliyor. Bu binanın zamanında Fransız işgal güçlerinin berber salonu olması manidar değil mi? Mezun olan dişçiler mesleklerini uzun dönem eczanelerde icra ediyorlar. Bu hem dişçiler ve eczacılar, hem de hastalar için daha pratik ve düşük maliyetli. Muayenehane açma zorunluluğu getirilince eczacılar ve dişçiler bir araya gelerek isyan ediyorlar bu karara.

MEKTEPLİ DİŞ HEKİMLİĞİNİN SERENCAMI

Dişler sarpa sarıp uzun ve çileli tedaviler, operasyonlar gerekince hastanelerin yolu görünmüştü bana. Hikmet Amca’nın hikmetinden sual olunmaz (sual olunsa polisiye takibata uğrayacak) becerisi ile ilerleyen yıllarda hastanelerin diş kliniklerinde, diş hekimliği fakültelerinin protez bölümlerinde ve özel muayenehanelerde karşılaştığım ehliyetli fakat ehil olmayan hekimleri kıyaslamak bile haksızlık olur. Dolgu yapılabilecekken çekilen dişler, açılan boşluğa protez yaparken kesilen yan dişler, başarısız kanal tedavileri ile kaybedilen diş kökleri birçoğunuzun hayıflanma sebebidir tahminen. Bunların bana maliyeti, mütedeyyin büyüklerin “kabir azabı” diye nitelendirdikleri zonklama ritmindeki diş ağrıları, artık hep sabit (belki gelecekte hareketli) proteze mahkum olmak ve o yaş dönümü için daha da mühimi uzun süre yeri boş kalan ön dişler oldu. Bazen ağrı eşiğimin yüksek oluşunu bu ağrılardan edindiğim kötü tecrübeye bağlasam da, hemen aklıma bu eşiği yükseltenin tek başına fiziksel deneyimler olmayacağı geliyor. Bunu daha önce anlatmaya çalışmıştım. Cumhuriyet’in ilk yıllarında sadece 5 dişçi koltuğuyla, Rum ve Ermeni hocaların gitmesiyle yetersiz hale gelen hoca kadrosuyla ve cılız birkaç ders kitabıyla süren tedrisattan geçen öğrenciler, 60’larda diş hekimliği okulları fakülteye dönüşünce daha iyi eğitilmeye başlamışlar.

Fotoğraf Ali ve İsmail Baltacıoğlu’nun “Türkiye’de Diş Hekimliği Eğitim ve Öğretimi (1908-1933)” başlıklı çalışmasından alınmıştır.

Fakat benim dişlerimi, hem de ön dişlerimi birer birer kaybetmeye başladığım 1980-2000 arası dönemde, diş hekimliği fakültelerinde ayrıcalıklı bir hasta değilseniz veya “hoca farkı” ödemediyseniz sizi tecrübesiz intörn hekimler muayene ve tedavi ediyorlardı. Haklarını yememek lazım, aralarında oldukça yetenekli ve özenli olanlar vardı. Fakat geneli deneyimli bir uzman hekimin yönlendirmesinden mahrum, iyi bir not alabilmek uğruna hastaları kendi koltuklarına oturmaya ikna etmeye çabalayan gençler olarak kalmışlar aklımda. Biraz acemi nalbant gibiydiler o sebeple. Pek çok hastanın ahını aldıklarına şüphem yok. Benimki dahil. Şansınız varsa bir asistanın koltuğuna otururdunuz. Onların ilginç özellikleri ise fakülteden düzenli maaş alamamalarıydı. O sebeple de tuzu kuru, müreffeh ailelerin çocukları olurlardı çoğunlukla.

GÜLEMEYEN ERGEN

Ergenlik gamlı ve neredeyse hastalıklı bir dönem biliyorsunuz. Bir ergen yaşıtlarıyla geliştirdiği ortak dile ve kültüre bağımlı olarak yaşıyor ve doğal ortamı olan arkadaş topluluğunda neşelenebiliyor en çok. Tabii eğer akran zorbalığından kaynaklı sosyal dışlanmaya maruz kalmıyorsa… Ben biraz önce bahsettiğim gedik dişlerim sebebiyle bu tür dışlanmalara sık sık maruz kaldım ergenliğimde. Gülerken elinizi ağzınıza siper etmek zorunda kalmak, kalabalık ortamlarda, gözler üzerinizdeyken konuşamamak, bir şeyler yerken ağzınızdaki boşluğun göze çarpmamasına çalışmak bütün bir ruh halini belirleyen ve etkisi uzun süren bir zorunluluktu. Bir ergen erkek, dişleri yüzünden bu kadar zorbalıkla karşılaşır ve bu kadar içine kapanır mıydı, emin değilim. Bir dişten boşalan yeri doldurmak, damağın iyileşmesi ve protezin hazırlanması hesaba katıldığında epey uzun sürüyordu ve sayısız yanlış teşhis/tedavi sebebiyle bende bu tür boşluklar giderek çoğalıyordu. O yılların teknolojisi ve tedavi metodları da gedik dişlerle geçirilen süreyi uzatıyordu.

DİŞ KUAFÖRÜ

Geçmiş deneyimimden kaynaklanan algıda seçicilik, yakın zamanda internette dolanırken “gülüş tasarımı” başlıklı kısa bir videoda duraklamama sebep oldu. Sponsorluk gereği tüm estetik operasyonlarını paylaşan Seda Sayan, bu kez de yeni bir gülüş tasarlattığını beyan ediyordu. O da nesi diye biraz araştırınca, gülüş tasarımı sürecinin sonunda, çoğunlukla diş ve diş etlerine, gerektiğinde dudak ve yüz bölgesine yapılan operasyonlarla sağlıklı ve daha önemlisi çekici bir gülüşe sahip olma garantisi verildiğini fark ettim. Gingivektomi denilen diş estetiği, bleaching denilen diş beyazlaştırma, implant, protez ve tel tedavisi ile insan içine çıkabilecek bir ağıza sahip olabiliyordunuz! Yüz hatlarınızı, cinsiyetinizi, yaşınızı ve en önemlisi beklentilerinizi hesaba katarak yapılan bu restorasyonun maliyeti hakkında bir bilgiye rastlamanız haliyle mümkün değildi bu ilanlarda. Kimse daha baştan müşteriyi kaçırmak istemez. Fakat bu beklenti kısmı mühim. Hollywood stili gülme modasının tüm dünyada ve Türkiye’de de salgına dönüştüğünü düşünecek olursak daha çekici görünmek sağlıklı olmanın önüne geçmiş görünüyor. Organların asıl işlevleri dışında kullanılması insanlık tarihi kadar eski olmakla birlikte, teknolojinin imkanlarıyla yeniden üretilebildiği çağda insan bedeninin dönüşümü oldukça ürkütücü olmaya başladı. Bazı iç organlarımız dahil, tasarlanmadık bir dış organımız kaldı mı?

Benden iki kuşak önce altın ve gümüş kaplama dişler yaygınmış. Toprakta çözünmeyen bu alaşımları elde etme hırsı ölülerin mezardan çıkarılmasına kadar gidince bu akım sönümlenmiş olabilir. Benim çocukluğumda ortası ayrık ön dişler, gençliğimde ortadaki ikisi daha uzun tavşan dişler modaydı. Dişe pırlanta taktırma çılgınlığı ise yakın zamana kadar sürdü. Doğal dişlere gereksizce ve sorumsuzca yapılan her müdahalenin ağız sağlığını ne kadar büyük riske attığını tecrübe etmiş biri olarak sürekli değişen kriterlere göre çekici görünme kaygısının diş sağlığının önüne geçmesi beni endişelendiriyor. Para ve şöhret hırsına teslim olan ve neredeyse diş kuaförüne dönüşen diş hekimlerinin gayretiyle diş polikliniklerinin gülüş tasarımı kliniklerine dönüşmesi de öyle.

*Türkiye’de Diş Hekimliği Eğitim ve Öğretimi (1908-1933), Ali ve İsmail Baltacıoğlu, Osmanlı Bilimi Araştırmaları, XI/1-2, 2009.

Bu haftanın kitabı: Beyaz yakalı ve şehirli kadının sistem içinde kaybolmama mücadelesini anlatan, aile ve arkadaşlık ilişkilerini, bağımlılıkları konu eden bir neoliberal düzen eleştirisi: Dinlenme ve Rahatlama Yılım, Ottessa Moshfegh, Çev. Begüm Kovulmaz, İthaki, 2022.


Funda Şenol Kimdir?

Doğma büyüme Ankara'lı. Ama aslen Niğde'li. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde okurken basın sektöründe çalıştı. Mezun olunca akademisyenliğe geçiş yaptı. 1994-2010 yılları arasında Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde, 2010 yılından, 686 No'lu KHK ile ihraç edilene kadar Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde çalıştı. Kent sosyolojisi, kent tarihi, toplumsal cinsiyet, basın tarihi çalışma alanlarıdır. İletişim Fakültesi ve Kadın Çalışmaları Programı'nda lisans, yüksek lisans ve doktora dersleri verdi. Yabanlar ve Yerliler: Başkent Olma Sürecinde Ankara (İletişim Yayınları, 2003); Sanki Viran Ankara (der), (İletişim Yayınları, 2006); Cumhuriyet'in Ütopyası: Ankara (der) (Ankara Üniversitesi Yayınevi, 2011); Kenarın Kitabı (der) (İletişim Yayınları, 2014) ve İcad Edilmiş Şehir: Ankara (der) (İletişim Yayınevi, 2017) adlı kitapları, çalışma alanlarında çok sayıda makalesi, araştırması bulunmaktadır. Şehirleri keşfetmeyi, sokaklarda yürümeyi, fotoğraf çekmeyi, arşivlerde eşelenmeyi, okumayı sever. Tuna'nın annesidir.