Distopik bir 'pandemi kitabı': Dünya Topraklarında
Zeynep Kahraman Füzün’ün kitabı 'Dünya Topraklarında', Sahi Kitap tarafından okurla buluştu. Füzün kitapta, tedavisi olmayan hastalıkların ve salgınların çıkışsızlığında, distopik bir anlatı sunuyor.
Hümeyra Dutar
Öykücü Zeynep Kahraman Füzün’ün 'Dünya Topraklarında' isimli novellası Sahi Kitap tarafından yayımlandı. Haziran 2021’de okurla buluşan distopik eser, 'Köz Yanılması' öykü kitabı ile tanınan Füzün’ün ikinci kitabı. Öykü kitabında küçürek öykülerini ve deneysel metinlerini de okuduğumuz Füzün, türler arası geçiş yaparak kendini konfor alanının dışında tutuyor.
Günümüzde türlerin keskin hatlarla ayrılmadığı konusunda pek çoğumuz hemfikiriz. Ancak kitapta başkahraman tarafından yazılmış günlük tarzında bir mektup defterinin olması, olayların o günlerle parça parça aktarılması ve bölümlerin bir-iki sayfada anlatılması, öykü okuyormuş hissi veriyor olsa da değişim ve yenilik seven yazarlar, okurla birlikte hareket edince şiirsel dille yazılan öyküler, bölümlerden oluşan romanlar, düzyazı formatında şiirler kaleme alıyor; romanın içine öyküler, şiirler, şarkılar ekleniyor. Füzün de 'Dünya Topraklarında' eserinde böyle küçük farklılıklara yer vermiş.
Asıl mesleği öğretmenlik olan yazarın, romanını öğrencilerine ithaf ettiğini görünce Vladimir Nabokov’un yazarlıkla ilgili şu sözü aklıma geldi: “Yazarın değerlendirilebileceği üç farklı bakış açısı var: Bir hikâye anlatıcısı, bir öğretmen ya da bir büyücü olarak düşünülebilir. Büyük bir yazar bu üç kimliği kendinde barındırabilendir. Ama özellikle büyücü kimliği en ağır basandır ve onu iyi bir yazar yapandır.”(1) Bir yazar öğretmen için öğrencilerine hitap etmenin en güzel yolu, kitap ithaf etmek olabilir. Bu ihtimalden yola çıkarak bir soru yönelteceğim. Kitaba baştan sona hakim olan dostluk temasının öğrencileri için de önemli olduğunu fark eden yazar, ulaşmak istediği kitlenin özellikle gençler olduğunu anlatmak istemiş olabilir mi? Sorunun cevabı okurdan okura farklılık gösterecektir. Bana göreyse yazar, ithaf edilen kitleye ulaşabilmenin en güzel yolunu seçerek onları eserin konusuyla, temasıyla, kurgusuyla büyülemek istemiştir. Tıpkı Nabakov’un bahsettiği değerlendirme ölçütlerindeki gibi.
Hikâye, kahramanın acı içinde uyanması, göremediğini ve fiziki değişimini fark etmesiyle başlıyor: “Ellerimle yüzümü yokluyorum. İlk dokunduğumda irkiliyorum. Cildim o kadar yabancı geliyor ki ellerime. Hayır, bu ten bana ait olamaz. Yüz nakli mi yapıldı yoksa? Çıldırmak üzereyim.” (s.8)
Bu değişimin nedenini merak eden okur, uzunca bir süre öğrenemeyecektir. Bu durum kitabın başından sonuna kadar merak unsurunun canlı tutulmasını sağlıyor. Kitapta olaylar, iki kişi üzerinden ilerliyor; Biyoçip mühendisi başkahramanımız ve onun “canım arkadaşım” diye seslendiği senarist dostu. Bu kahramanlara isim vermeyen yazar, cinsiyetlerinin de belli olmasını istememiş, kadın veya erkek olduklarını belirten en ufak bir tasvir yapmamıştır. “Artık çocuğum olsun istiyorum.” (s.26) Bu cümleyi ilk okuduğumuzda kahramanın kadın olduğunu düşünenler olacaktır fakat burada anne ya da baba olmak istiyorum yazmadığı için cinsiyetsiz bir kahraman olduğuna da dikkat çekmek isterim. Ayrıca az kahramanlı bir roman yazmak kolay olmuştur, diyenler de olabilir. Ancak geriye dönüşlerin sık olduğu ve kahramanın kitabın sonuna kadar anılara gidip geldiği bir novella için bunun çok da kolay olduğunu sanmıyorum.
Kitabını 2019 yılında yazan Füzün, distopik bir eser ortaya koymayı düşünürken 2020 yılında dünya, pandemi gerçeğiyle karşı karşıya kaldı. Covid-19 salgın sürecinde doğmuş çocuklara "pandemi çocuğu" adı verildi. Ben de bu eser için "pandemi kitabı" diyorum; kitabın hem konusu hem de yayımlanma süreci, tam olarak pandemiyle bütünleşmiştir. Kitapta yer alan "Yüzüncü Çip" adlı öykü, 2018’de yayımlanan öykü kitabında da yer alıyor. Yazar, bir söyleşisinde bu kitabı "Yüzüncü Çip" adlı öyküden ilhamla yazdığını da söyledi.
Yazarın işlediği konunun dostluk olması, bu süreçle birleşince daha anlamlı bir hal alıyor. Özellikle yüz yüze görüşemediğimiz dostlarımızı ve aile büyüklerimizi düşününce, kitapta verilen zorunlu ayrı kalma duygusunun çok daha iyi anlaşılacağını düşünmekteyim. Distopya türünde dostluğu bu kadar derinlemesine işleyen Füzün, insanların dosta ihtiyacı olduğunu her bölümde bir daha hissettirmiştir. Biyoçip mühendisliği okuyan başkahraman, arkadaşının hastalığını öğrenmesiyle tüm dünyasını ona adamıştır: “Bir aylık ilaçlarımızla yürürken neredeyse hiç konuşmadık. Söyleyeceğimiz bir şey kalmamıştı. Kafamın içinde şimdi ne yapacağız sorusu vardı sadece. Sen çok hastaydın. Ayakta kalmanı sağlayan tek şey ilaçlarındı ve artık onlar da yasaktı.” (s.16) Ölümcül bir hastalığa yakalanan arkadaşını bu hastalıktan kurtarmak için kendi canını feda etmeyi düşünecek kadar seven biri... Ardı arkası kesilmeyen bütün yasakları çiğneyip yasa dışı yöntemlerle tedavinin yolunu arıyor.
Yeni kelimeler, bilim kurgu eserlerinin olmazsa olmazlarındandır. Yazar, teknolojik aletlerin gelecekte nasıl görünüp, ne kadar işlevsel hale geleceğini ürettiği kelimelerle aklımızda canlandırmayı başarmıştır. Füzün’ün ne olduğunu tanımlamadığı irot, exa, phon, taşıyıcı vb. kelimelerin anlamlarının cümlelerdeki bağlamdan çıkarılır olması, anlatıcının okuru yönlendirmeye çalışmadığı mesafeli üslubu, bir yığın bilgiyi anlatmadan tüm hikâyeye yedirerek vermesi, duyguları adını söylemeden aktarabilmesi ve film izliyormuş hissi oluşturması kitabının anlatım tekniklerinden gösterme tekniğine iyi bir örnek olmasını sağlıyor.
Füzün’ün kelime tekrarlarını, edebi zevk oluşturmak amacıyla kullandığını öykülerini okuyanlar fark etmiştir. Romanda da bu kelime tekrarlarını sık sık görüyoruz: “Zamanın iyi gelmediği bir yara var mıdır? Zamanın dindirmediği bir acı söyleyebilir misin? Zamanın geçiremediği bir dert peki?” Bu tekrarlar okurken ciğerimize saplanıyor, tüm gücümüzle asılsak da çıkaramadığımız sözler olarak yüreğimizde kalıyor.
Kitabı okurken cümleler olaylarla birlikte hızla akıp gidiyor. Yazar, başkahramanın bir yerden gidişini anlatırken valizle bütünleştirdiği duyguların ağırlığını, soğuk bir bakışın karşıdakinde nasıl bir etki bırakacağını mükemmel bir üslupla anlatıyor:
“Bir bumerang gibi gidip geri gelmesi seslerin… Zihnimin kimi noktalarında birikmesi ve göğüs kafesimi sıkıştırması… İçine doldurduklarım hafif olmasına rağmen valizimin gittikçe ağırlaşması… Adımlarımın valizimin hızına ayak uydurmaya çalışması. Beni yavaşlatıp enerjimi tüketmesi…” (s. 83)
“Soğuk bir bakış attın yüzüme. Bakışın göğsümün ortasında kocaman bir delik açtı. Delikten rüzgâr girdi ciğerlerime. Ciğerlerim sızladı. Göğsüm sızladı. Gözlerim sızladı. Gözyaşlarım yürüdü dudaklarıma. Dudaklarım sızladı. Tekrar bakışını görmeyim diye gözlerimi yere indirdim.” (s. 90)
Ayrıca bir çırpıda akıp giden cümleler de Füzün’ün yoğunlaşmayı seven bir okur istediğini gösteriyor. Bu durum yazarın öykülerinde de vardı. 'Dünya Topraklarında'da tek seferde bahsedilen olaylar bulunuyor. Eğer okur, arada kopar ve yoğunlaşmadan okursa, kaçırdığı birden fazla şey olacaktır. Bu uzarsa, bir süre sonra romandan tamamen ayrılıp şaşkın şaşkın bakabilir. Veyahut koptuğu yeri bulup tekrardan okuma gereksinimi duyabilir. Mesela başkahramanın anne ve babasının boşanma anıyla birlikte mahkemelerin eskiden çok hızlı ilerlediğini bir cümlenin içerisine sığdırmıştır yazar. Bu cümleden olayın geçtiği zamanda mahkemelerin uzun sürdüğünü de anlıyoruz: “Yumruklarımı sıkmış, ikisini de istemediğimi söylemiştim hâkime, isteğim kabul edilmişti. Onlar boşanmıştı. Tek duruşmada. Ben annesiz ve babasız kalmıştım. Tek duruşmada. Hatırlarsın o zamanlar mahkemeler çok hızlı karar alırdı. İşleri çoktu. Daha boşayacakları bir yığın çift vardı. Tek duruşmada dağılırdı aileler.” (s. 82)
Yüz yirmi sekiz sayfalık bir eserin etkisi ne kadar güçlü olabilir diye düşünebilirsiniz. Ben, salgın döneminden sağlam çıkmaya çalışan bir okur olarak, fütüristik bir metin kaleme alan yazarın yakın geleceği öngördüğünü düşündüm. Modern dünyada insanın kendi eliyle kendini yalnızlaştırması, tedavisi olmayan hastalıkların görülmesi, insan vücudunun kurtlanacak halde olsa da yasaklardan dolayı hiçbir şey yapamaması, insansı robotlardan insanlara yer kalmaması, kendini yalnızlaştıran insanın bu yalnızlığı paylaşmaya değer dost araması…
Toparlayacak olursak; bu eserin bir tarzı ve tavrı vardır. Yazar, gelecekte bizi hangi hastalıkların beklediğini ya da teknolojinin getireceği büyük sorunların neler olduğunu, tek bir devletin elinde kalan dünyada yaşanacak felaketleri anlatmaya çalışmıştır. Kitapta kurguyla bazı varsayımların birleşmesi, sağlam bir öngörü gerektirmektedir. Yazar; ilaçların zararlarını, hastalıkların insanları duygusal, fiziksel ve psikolojik olarak yıpratmasını, insanın yalnız yaşayamadığını ve en çok sevmeye, sevilmeye ihtiyaç duyduğunu anlatır. Biyoçip mühendisi olan kahraman, senarist olan arkadaşı için ne kadar fedakarlık yapabilir? Bu konular, insana distopya eserleri sevdiren bir tarz çünkü içinde insani duygular var. Romanın tavrı ise herkesin kendinden bir şeyler bulabileceği olaylar... Sevgili Zeynep Kahraman Füzün, romanı dikip büyüten bir çiftçi gibiydi benim gözümde; tohumu fikirle, cümleleri can suyuyla, dil ve üslubu da potasyumla canlandırmış...