Diyabetli çocukların en iyi dostu
Şükrü hoca son yedi yıldır İstanbul’da Koç Üniversitesi Hastanesi’nde çalışıyor. Her sabah saat 8’de başlıyor hasta bakmaya. Her hastaya mutlaka kırk beş dakika zaman ayırıyor. Çocukların da gözlerinin ta içine bakarak, onlarla konuşarak, arkadaş olarak yapıyor hekimliği; çünkü kendisini tedavi sürecinin bir parçası yapmak, her vakada bir “eser yaratmak” istiyor.
“Şeyler yolunda gitmediğinde
Öteki zamana geçiyorsun
Bir yıldız düşüyor dünyaya
Yer sarsılıyor birden
Ölü gözleriyle çocuklar
Doğmayacak güneşi bekliyor
Dağlarda
Ne çok kar ve rüzgâr
Unutulan nergis
Açıncaya kadar”
(Gülten Akın, Öteki Zaman)
O, editör ve yazar Tanıl Bora’nın ifadesiyle “çocukları korumayı iş edinmiş bir çocuk hekimi”.
Kendi ifadesiyle, “çocukların dünyasında olmak” için çocuk hekimi olmaya karar veren biri.
“Çocukların dünyasında olmak”tan kastettiği, çocuklara arkadaşlık etmek, onları dinlemek, onlardan bir şeyler öğrenmek… Ne de olsa insanlığın var olduğu ilk andan beri en yüce amacı ve tutkusu, “öğrenmek” değil midir?
Bir yandan da çocukların ellerinden en güzel ve özel dönemlerini alabilecek çocukluk çağı diyabetiyle uğraşan, şefkat ve merhameti üstünden hiç eksiltmeden her hafta onlarca çocuk ve ailesiyle göz göze gelen, çocukların mutlu yaşaması için tüm sabrı ve özeniyle mücadele eden emekçi bir bilim insanı…
Yirmi bir yıl önce İletişim Yayınları’ndan çıkan ilk kitabının başlığında olduğu gibi, “kendisini de tedavinin bir parçası olarak sunan” biri Şükrü Hatun… Çünkü hekimliğinin odağında “merhamet” duygusu var. Merhametsizlik, insafsızlık, bencillik çağına inat dört elle sarıldığı merhameti, üstelik “acıma duygusu ile yardım etmek” olarak da tanımlamıyor.
Ona göre, merhamet, “insanın bütün canlılara duyduğu sorumluluk ve katkı”. Bir açıdan, “ben yaşayabiliyorum, diğer insanlar da yaşasın duygusuyla yardım etme isteği”. Onun için de diyabet tanısı konan tüm çocuklara o merhamet eli ve diliyle yaklaşıyor, onları yaşatmak için çırpınıyor.
Şükrü hoca, onu hekimlik şapkası dışında da tanımak isteyenlere, Çavdar Yayınları etiketiyle “Çocuklara Kurulan Saatler: Bir Çocuk Hekiminin Yazıları” başlıklı yeni kitabını ulaştırdı geçtiğimiz günlerde.
Bir hekimi hem öz yaşamöyküsü hem de tıp alanındaki çocuksu heyecanı ve yaratma gücü üzerinden aynı anda tanımak çok güzel bir deneyim…
Hele ki çocukluk çağı diyabeti konusuna kendisini adayan, binlerce çocuğun yaşamına dokunan bir hekimin, Halepçe katliamı, ana dilde eğitim hakkı, Kürtlerin çocuklarına ana dillerinde isim koyma hakları, ismi değiştirilen köyler, asimilasyon gibi bazı tıp çevrelerinde uzun yıllar “tabu” sayılan konularda sağlam, ilkeli ve dürüst duruşunu ve Türk Tabipleri Birliği kongrelerinde yaşanan tartışmalar üzerinden anlatılarını bilmek, o hekimin “insan” yönünü daha yakından tanımanız için bulunmaz bir fırsat… Çünkü hekimlik, tıp ile hümanizmanın iç içe geçmişliğinin bir sonucu olduğunda toplumda daha büyük bir karşılık buluyor.
Şükrü hocanın hayatının ilk on yılı, bir köy çocuğu olarak Domaniç’in Aksu köyünde (eski ismiyle, “Peşemit”) kuzular ve inekler arasında, papatya tarlalarında, kiraz ağaçlarının dallarında, kavakların gölgesinde, iki sınıflı ilkokulu sıralarında, masmavi gökyüzü ve sonsuzluğa uzanan Domaniç ovasının manzarasında, ellerinde demet demet topladığı çiğdemlerle, anasının dizinin dibinde, imece usulü keşkek pişiren ve güneşle birlikte uyanıp günün ilk saatlerinde içi süt dolu bakraçlarla evlerin önünde bekleyen köy kadınlarının sıcacık kahkahaları arasında, elektrik olmayan köyde akşamları camın önünde dışarıdan süzülen ışığın yardımıyla okulun küçücük kütüphanesinden ödünç aldığı Shakespeare’in tüm oyunlarını okuyarak geçiyor.
Kendi tabiriyle zihnindeki mumu “hep yanık tutuyor”.
Bu bahar dokulu ve doğayla harmanlanmış çocukluk, Şükrü Hatun’un yıllar sonra hekimliğe adım attığı dönemlerde çocuklara “baharın farkında olmalarını sağlamak” gibi bir misyon yüklüyor içten içe…
Bu, çocukların sağlık bozan gıda reklamlarına hedef olarak seçilmesine, hareketsiz bir yaşam tarzına mecbur bırakılmalarına yönelik bir itiraz, çocukların tıpkı ağaçlar gibi baharda doğa ile iç içe daha hızlı büyüdüklerini, “uzadıklarını” anımsatan bir çağrı aslında…
Kendisi, Ege’nin bir köyünde doğup büyüyen, ardından hiç dershaneye gitmeden zar zor edindiği tuğla kalınlığında bir kitabı çalışarak Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni kazandıktan sonra hızlı bir politikleşme yaşayıp sol/demokrat çizgi üzerinden kendisini geliştiren bir çocuk hekimi…
Birikim Dergisi’nin hiçbir sayısını kaçırmayan, 1 Mayıs 1977’de kalabalıklara kurşunlar yağarken canını bir zabıta cipinin altına girerek kılpayı kurtaran, bu yıllarda hayatının aşkı Nazife’siyle tanışıp kızları Kardelen, ardından da Zeynep’le hayatı birkaç kat daha anlam kazanan, pediatri stajında karşılaştığı sosyal pediatri biliminin duayenlerinden güleç yüzlü Dr. Ufuk Beyazova’nın rehberliğinde pediatriye yönelen ve çocuk endokrinolojisi üzerinde uzmanlaşan bir bilim insanı…
Asistan olduğu dönemde nöbet ücreti ödenmesi başta olmak üzere asistanların haklarına dair etkili mücadeleler veren bir “bilim emekçisi”.
Çocuklarda kızamık ve ishale bağlı ölümlerle mücadele ettiği ve en sonunda aşı kampanyasında en başarılı il haline getirdiği Adıyaman’la başlayarak ilk zorunlu hizmete giden kuşaktan Şükrü hoca, meslek yaşantısının odağına “diyabetli çocukların sağlığının geliştirilmesi, kendilerinin ve ailelerinin eğitimi ve sosyal hakları”nı yerleştirmeye karar veriyor.
Şükrü hocaya göre, çocukların beşte birinin aşırı kilolu olduğu Türkiye’de yüksek kalorili besinlere -abur cuburlar ve işlenmiş ürünler- dair yanıltıcı reklamlarda “çocuk neşesi”nin kullanılması ve çocukların bu şekilde araçsallaştırılması, yeni bir çocuk istismarı türü. Hem de besin seçimlerinden sorumlu tutulamayan çocuklara yönelik bu yanıltıcı reklamların, çocukların şişmanlık ve başta diyabet olmak üzere şişmanlığa bağlı hastalıklar çağında “besin bağımlılığı” açısından yaratacağı kar topu etkisi düşünüldüğünde…
“Önüne çubuk kraker konan çocuklardan besin reklamı seyredenlerin, seyretmeyenlere göre yüzde 40 daha çok yediğini” anımsatıyor Şükrü hoca, çünkü tüketim toplumundan çocukları korumak gerekiyor.
Türkiye’de 30.000 civarında tip 1 diyabetli çocuk var.
Bu çocukların başlıca sorunlarını şu şekilde sıralıyor Şükrü hoca: toplumun çocuklarda diyabet olmaz inancı nedeniyle bulguları geç fark etmesi ve bu nedenle tanının gecikmesi, sensörler başta olmak üzere fark yaratan diyabet teknolojilerinin devlet tarafından karşılanmaması, çocuk diyabet ekiplerinde diyetisyen ve psikolog eksikliği, bir çok yerde diyabet tedavisinin güncel bilgilerle yapılmaması ve eğitim eksikliği, ulusal düzeyde koordine edilen bir program olmaması ve tedavi hedeflerinin izlenmemesi, diyabet kamp sayısının yetersizliği, okulda yemekhane sorunu ve okul hemşiresinin yok denecek kadar az olması...
Ülkemizde yeteri kadar çocuk endokrin ve diyabet merkezinin olması, Şükrü hocaya göre bir avantaj ancak varolan birikimleri ileri götürecek, açık ve güncel hedefleri olan, Sağlık Bakanlığı ile ilişkili bilimsel bir kurulu ve koordinatörü olan bir programa da ihtiyaç olduğunu vurguluyor ve önümüzdeki yıllarda bu konulara odaklanmamız gerektiğini söylüyor.
Kendini mesleğine “kelepçeleyen” Şükrü hoca, bir yandan deprem bölgelerinde depremden etkilenen Tip 1 Diyabetli Çocuklar ve Aileleri Dayanışma Programı’nı yürütürken ve farklı kaynaklardan bulduğu fonlarla kan şekeri ölçüm stripleri ve glütensiz ürün teminine dek birçok dayanışma adımı atarken, bir yandan da Arkadaşım Diyabet projesi çerçevesinde 1996 yılından beri Diyabet Kampları düzenliyor.
Kampa, onlarca ebeveyn, diyabetli çocuk, diyabetli olmayan kardeşin yanı sıra eğitmenler katılıyor. Kamp boyunca eğitim programlarının yanı sıra, dış mekân oyunları, spor ve eğlence faaliyetleri yürütülüyor.
Amaç; diyabetli çocukları olan ailelere yeni bir toplumsallık modeli kazandırmak, umut aşılamak, diyabetle “arkadaş” olmaları için yetkin ve etkin bir eğitim vermek. Bu kapsamda, diyabet tedavisindeki yeni teknolojiler, tedavi yöntemleri, diyabet yönetimi gibi konular işleniyor; ebeveynler arası yük paylaşımı ve iş bölümü konusunda deneyim aktarımları yapılıyor; çocuklara “kendi pizzalarını” yaptıkları mutfak atölyeleri düzenleniyor.
Geçen seneki kampta Haluk Levent de konser vermiş, kamptaki atölyeler kapsamında bir çocuğun “Anne bana şekerin kaç diye sormadan önce günaydın dersen sevinirim” sözü de etkinliğe damgasını vurmuştu.
Bu yıl, 2018’den beri Uludağ’da Geleceğin Yıldızları ekibi ile birlikte düzenlenen “Arkadaşım Diyabet Aile Kampı” iki dönem olarak 140 tip 1 diyabetli çocuk ve ailesinin katılımı ile 19-25 Ağustos tarihlerinde yapılacak; deprem bölgesinden 60 ailenin ücretsiz katılımı da sağlanacak.
Şükrü hoca, onu zamanında pediatriye yönelten Beyazova’nın da telkinleriyle hastalarını tanımaya, bu yönde bitmek tükenmek bilmeyen bir irade sergilemeye, “bilimsel, insancıl, arkadaşça bir hekim” olmaya önem veriyor.
Her çocuğun ve bebeğin birer “birey” olduğunu, ekonomik eşitsizliklere karşı çıkmadan çocuk sağlığının korunamayacağını söyleyen Amerikalı çocuk hekimi Benjamin Spock da ona hep yol gösteriyor.
Şükrü hoca, “Toplumun temellerini, yörüngesini zorlayan baskı ortamı ve öznellik, soluduğumuz hava gibi vücudumuza karışıyor ve kendi emeğinin değerini, bütüne katkı yaparak kendini gerçekleştirme yollarını tıkıyor,” diyor. Çünkü ona göre, siyasetçilerin dünya ve evrensel değerlerden kopukluğu, yıkıcı davranış kalıplarına hapsoluşu, bir hekim olarak emeklerinin de bütünselliğini bozuyor.
Şükrü hoca, bunun için de Okulda Diyabet Programı, obezitenin önlenmesi ve okul kantinleri genelgesinin yayınlanması gibi birçok kamu sağlığı ve çocuk hakları alanında sahada ve yasama süreçlerinde aktif mücadele vererek siyasi karar alma ve uygulama alanlarına da doğrudan etki yapmış, çocuk yoksulluğuyla sağlık ve sosyal dışlanma arasındaki ilişkiyi kendisine dert edinmiş bir hekim.
Bu “dert edinme hali” romantik bir diğerkamlık da değil. Şükrü hoca, çocukluk çağı diyabetiyle mücadele deneyimlerinin ışığında, “Yoksulluk tarafından kuşatılan çocuk bedenlerinin en hüzünlü dönemi uyum dönemidir,” diyor ve devam ediyor:
“Bu dönemde her şey yavaşlar ve organizma kendisini bir tür kış uykusu olarak tanımlanabilecek hüzünlü bir döneme sokar. Bu dönem biyolojik bir depresyon olarak da tanımlanabilir. Enerji yetmeyince birçok dokudaki insülin reseptörü daha az çalışır ve organizma bu sayede tasarruf ettiği glikozu beyine göndermeye çalışır. Bu dönemde esas itibariyle tasarruf ilkesi geçerli oluyor. Başta büyüme ve metabolizma olmak üzere her şeyden tasarruf yapılmaya çalışılır. Organizma bu dönemde azla yetindiği gerçek bir çare lambası dönemine girer. Daha az ışık, daha az yaşam demektir; ama yine de ışıklar kısılmak zorunda kalınır.”
Dolayısıyla ailelerin yoksulluğunu azaltan politikalar uygulandıkça, çocukların beyin fonksiyonları ve gelişimleri de destekleniyor ve birçok çocukluk çağı hastalığı, sosyo-ekonomik eşitsizliklerle mücadele ettikçe önlenebiliyor.
Haziran ayında İstanbul Bilgi Üniversitesi Çocuk Çalışmaları Birimi (ÇOÇA) tarafından açıklanan “Çocuğun İyi Olma Hali İstanbul Araştırması”nda İstanbul’da en düşük sosyo-ekonomik statüdeki hanelerde balık ve dana eti tüketim sıklığının ne kadar düşük olduğu görülmüştü. Sağlıklı beslenemeyen çocuğun abur cubura, hızlı tokluk hissi yaratan gıdalara ve ekmeğe yöneleceği ve bunun da diyabet başta olmak üzere birçok çocukluk çağı hastalığını tetikleyeceği malum.
Bunun için de benim de uzun zamandır çağrıda bulunduğum bir gerekliliği anımsatıyor: yemeklerin okulda yapılmasına dayalı, ücretsiz Okul Yemeği Programı’na geçilmesi, böylelikle çocukların ailelerinin sosyo-ekonomik statüsünden bağımsız şekilde sağlıklı ve maliyetsiz bir şekilde beslenme olanaklarının geliştirilmesi.
Şükrü hoca son yedi yıldır İstanbul’da Koç Üniversitesi Hastanesi’nde çalışıyor. Her sabah saat 8’de başlıyor hasta bakmaya. Her hastaya mutlaka kırk beş dakika zaman ayırıyor. Çocukların da gözlerinin ta içine bakarak, onlarla konuşarak, arkadaş olarak yapıyor hekimliği; çünkü kendisini tedavi sürecinin bir parçası yapmak, her vakada bir “eser yaratmak” istiyor.
Bu yüzden de, hem Mavi’nin hem de diyabetli çocukların “dedesi” olarak bir hastasının tanımlamasını sonuna kadar hak ediyor: “Çocukların en iyi dostu Şükrü hoca”.