Diyarı seng*
Diyarbakır, Siirt ya da Urfa'da taştan surlarla ayrılmış köylere bakınca zihnimde canlanan anılar hep taştan. Hep Mahir’in sözleri. Hep 2006. Hep köylülük. Hep sur.
Siirt’ten Diyarbakır’a gidip geliyoruz. Diyarbakır, her gün politik üretim yapan bir fabrika. Yumurta alıyorum bakkaldan. Üç tane. Yumurta çekirdek külahı gibi bir külahta, külah poşetin içinde. Eve gidince çıkarıyorum. Yazılar var. Yazılar oval bir şekilde akıyor “serhıldan” kırmızı harfler tombullaşıp, inceliyor öyle kıvrılıyor.
Dönüşte terminalde çay içiyoruz. Çaycı politik. Taşları bile politik. Söz, sözcük, ses ve dengbejler politik. 2006 olaylarından bahsediyoruz. Öğrenci evindeyiz. Biz de politiğiz. Cenazeler deniyor, geliyor. Asker şehre inmiş deniyor. Arkadaşım nasıl geçiş yapıyorsa Saray Kapı’ya atlıyor. Koşarak eve gittiğinden, gömleğinin kırışmaması için çabaladığından bahsediyor. Daha lisede. Ziya Gökalp Lisesi. Başka bir seferinde de “köylülerle kavga etmeyeceksin” diyor. Bunu da politikaya bağlıyorum. Değilmiş. Onlar kavga edince “taşlarla saldırıyorlar” diyor. Diyarbakır, Siirt hatta Urfa'da taştan surlarla ayrılmış köylere bakınca zihnimde canlanan anılar hep taştan. Hep Mahir’in sözleri. Hep 2006. Hep Köylülük. Hep sur.
TAŞ VE TAŞRA
Dağlar taşları, taşlar köyleri ve köyler de kasabaları doğuruyor. Kasabalar ise birleşip, şehre göç eden hemşerilerden şehirleri doğuruyor ama hepsinin kökü “taş” ve taşra da dışarısı manasında taştan türüyor. Başkent dışındaki her yer taşra sayılıyor. Sonra cumhuriyetin küçük bir taşradan devşirip başkent yaptığı Ankara’da başkent olunca taşra kavramı da değişiyor. Taşralılık anlamı önemli şehirlerin dışında yaşayanları tarif etmeye başlıyor.
Yani ki Osmanlı bakiyesi Cumhuriyet, yani ki Ankaralılık, İstanbulluluk. Sonrası hep köylülük, hep medeniyetin götürülmediği yerler. Viranelikler, taştan okullar. Çamur. Tarla. Kavga. Sınırlar.
Ve birbirlerinin sınırlarını sürerek
Topraklarını büyütmeye çalışırlar.(1)
TAŞRANIN TAŞRASI SİVEREK
Sene diye başlayıp belleklerini yoklayan ihtiyarların zamanlarından değil, yakın tarih Murathan Mungan’ın imza günü var. Urfa’dan Diyarbakır’a gideceğiz. Taşları aşıp, gideceğiz. Siverek’te mola veriyoruz. Siverek. Taşranın da taşrası. Taşların da kaynağı. Karacadağ. Peynir. Kanlıkuyu. Yani Patoz! Faili meçhuller, DDKO, Ferit Uzun, Necmettin Büyükkaya, Rupen Zartaryan, Eyşe Şan’ın Siverekli olma ihtimali... Ne alakaysa Cahit Zarifoğlu. Çocukluğu geçmiştir Siverek’te. Ne zaman yolculuk başlasa Diyarbakır’a doğru. Pencereden yollara bakıyorum.
Sınırları taşlarla ayrılmış surdan tarlalar, leylekler için yapılmış kuleler, Karacadağ ve yine Mahir yine köylüler yine Diyarbakır. 2006. Serhıldan.
Ara ara zihnimde sorular beliriyor Murathan Mungan’a sormak için. “Paranın Cinleri'nde Urfa’dan bahsediyorsunuz, Urfa’da hiç yaşadınız mı?” Hatta altını çizdiğim sayfayı okuyup duruyorum.
“Urfa’daki evin salonundayız. Liseyi bitirmişim. Annem, benimle konuşmak istediğini söylüyor. Hayvani bir içgüdüyle konuşmak istediği şeyi seziyorum. İçim karmakarışık. Göz göze gelmekten kaçınıyorum. O konuşurken pencereden dışarı bakıyorum. Hiç unutmam. Karşı inşaatta, ince bir rüzgârın şişirdiği bir bez afiş hafif dalgalanıyor. Bir pavyon afişi. O zamanlar bir tek Urfalıların tanıdığı mahalli bir sanatçının amatörce yapılmış bez afişi bu: İbrahim Tatlıses”(2)
Yol bitiyor. İmza gününün yapılacağı yere gidiyoruz. İçerisi hıncahınç dolu. Sıraya alıyorlar bizi dört buçuk saat! Uzadıkça uzuyor sıra. Önümüzde batıdan geldiği belli olan öğretmenler var. Asla taşralı gibi durmuyorlar. Kibirliler. Öğrencilerini gördükçe kimseler ne der diye düşünmeden araya alıyorlar. Arkada uğultu başlıyor. Gözüm sıraya kaynak yapan kızda. Aklımda sorum. Kulak kabartıyorum lise ergenine.
“Urfa’yı ve Konya’yı bombalamalı.”
Hişt, pişt ediyorum. Sesleniyorum. Yok.
“Çok pisler.”
Yanlarındaki kibirli öğretmenleriyse rahatsız bile değil. Yaptıklarını tasvip ediyorlar sanki.
Ağzının payını veriyorum. Öğretmenlerdeyse ses yok. Ha dese taşralı gibi kavgaya tutuşacağım.
Bizden önce sıra onlara geliyor. Fotoğraf çekiyorlar. Okul dergisi içinmiş. Hepsi naif ve nazik. Gülüşüyorlar. Teşekkür ediyorlar.
Sıra bize geliyor. Soruyu soracak keyif kalmıyor. Yabancı Hayvanlar’ı imzalatıyorum. Bir iki arkadaşı bile görmeden gerisin geri dönüyoruz. Tarlalardan, surlardan geçip Siverek’e varıyoruz. Sonra Hilvan’a.
HİLVAN YA DA QARA CURUN
Yanı başından ne zaman geçsem, yani eski evin yanından ne zaman geçsem selam veriyorum.
“Selam sana bunak anne” diyorum.
Bunak bir anne gibi beni tanımıyor eski ev.
Yolağzındaki afet evlerini geçiyoruz. Kara taşlardan yapılma afet evlerinden tek tük kalmış. Binalar çevrelemiş. Qara Curun, kara curuunnn! diye bağırasım var. Yolcular var. Rahatsız olmasınlar. Karaköprü’den şehre giriyoruz. Otogar tepelik bir taş yığınının deşilmesiyle oluşmuş engebeli yer. İnip tepeyi çıkıyorum.
Duraktayım. Kafamın içinde uğultular var. İçime bir taş oturmuş. Bu taşı kime fırlatsam? Zati kimselere değmez o taş. Değse kanar, değse kırılır belki. Hepimiz kırılırız. Eşyalar gibi. Hepimiz sertleşiriz. Taşlar gibi. Ama illa bir taş atacaksak kalbini kıracaksak o taş kardeşimizin, yanı başımızdakinin kalbi olmamalı. Ama dönüp dolaşıp politik olmaya geliyoruz. Diyarbakır’a, Urfa’ya, Kürt olmaya ve taşlara geliyoruz. Kardeşliğe geliyoruz kardeşliğe! “Sömürgecisine itiraz edemeyen, kardeşine düşman kesilir ve tüm gücünü ona göstermeye çalışır.. “(3)
*Seng Farsça Taş
NOTLAR:
(1) Şükrü Erbaş - Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz
(2) Murathan Mungan - Paranın Cinleri
(3) Franz Fanon