Doç. Dr. Galip Yalman: 'Rejim otoriterleşiyor demek yetmiyor, başka bir yere gidiyoruz'
Doç. Dr. Galip Yalman ile Kapitalizmin kriz üretme ve çözme kapasitesi, Dünya ekonomisi ve otoriter rejimlerin niteliği üzerine uzun bir söyleşi gerçekleştirdik. Yalman'a göre neoliberalizm devlet-piyasa ilişkilerinin yeniden kurgulanması yolu ile kapitalist sistemin reforma tabi tutulması için geliştirilen bir devlet projesi.
Dünyada otoriter eğilimlerin baskın olduğu yönetimlerin yaygınlaşması ve aşırı sağın güç kazanması yeni bir faşizm dalgası tartışmalarına kapı açtı. Ekonomi modelinde ciddi bir değişim, düzenin işleyişinde sınıfsal bir tehdit olmadığını ifade edenlerse 'faşizmi her otoriter eğilim görünce akla getirmeyin' uyarısında bulunuyor. Tartışmalarda fikir birliği olmasa da dünyada yükselen bir göç karşıtlığı, aşırı sağ ve otoriter eğilimleri baskın olan iktidar modelleri mevcut. Bu modeller yeni bir kapitalist döneme girdiğimizi mi gösteriyor? 2008 Krizi sonrasında küresel bir paradigma değişimi mi yaşandı? Aşırı sağın yükselmesine zemin yaratan politikalar neler? Trump’ın seçilmesinde göç nasıl bir rol oynadı? AB ekonomisi neden çöküşün eşiğinde? Türkiye’de uygulanan ekonomi programı nasıl bir çerçeveye yaslanıyor? Türkiye’deki rejimin niteliği nasıl bir dönüşümden geçti?
Bu soruları ve küresel ekonominin durumunu ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi (E), devlet teorisi, uluslararası ve karşılaştırmalı politik ekonomi alanlarında çalışan Doç. Dr. Galip Yalman ile konuştuk.
Yalman’a göre sendikal hareketlerin bilinçli olarak kolunun kanadının kırılmasıyla birlikte toplumun değişik kesimlerinde artan hoşnutsuzluğun bir dışa vurumu olarak, düzen partilerinin seçmen desteğini kaybetmesi aşırı sağın yükselişine neden oldu.
ABD seçimlerinden Trump’ın çıkması ve işbirliği yaptığı sınıf dikkate alındığında yeni bir hegemonik blokla mı karşı karşıyayız sorusu beliriyor. Öte yandan artık pek çok uzmanın kabul ettiği üzere küresel liberal siyasal/ekonomik sistemde bir tıkanma/yıkım var. Kapitalist sistemde, içinden geçtiğimiz bu süreci nasıl değerlendirirsiniz?
Kapitalizmin sürekli kriz içinde bulunan bir sistem olarak algılanması doğru olmamakla birlikte, krizlere yol açan çelişkilerin sisteme içkin olduğunun ön kabulü gibi okunabilecek, farklı krizlerle baş etme, diğer bir deyişle, kriz yönetme ve kriz önleme stratejilerinin sık sık gündeme getirildiği de bir gerçektir. Önemli olan süreç içinde, farklı zaman dilimlerinde ve farklı ölçeklerde yaşanan krizlerin yol açtığı yapısal dönüşümlerin, kapitalist toplumlardaki mücadele eksenlerini nasıl etkilediğini ve biçimlendirdiğini ortaya koyabilmektir. Bu aynı zamanda, ülke ekonomisinin dünya ekonomisi içindeki konumu ve bütünleşme biçimindeki değişim ve dönüşümlerin kavranabilmesi için de üzerinde durulması gerekli bir husustur.
‘KAPİTALİZM KENDİNİ DEĞİŞEN KOŞULLARA ADAPTE EDEBİLEN BİR SİSTEM’
Tarihçi Fernand Braudel, kapitalizmi 'kendini değişen koşullara adapte edebilen bir sistem' olarak tanımlıyor. Kapitalist sistemde yaşanan krizler ve bunlarla baş etme stratejileri sonucu devletin ekonomideki işlev ve rollerindeki değişiklikler, Braudel’in vurguladığı değişim ve adaptasyon kabiliyetinin önemli göstergeleri aslında. Bu bağlamda, devlet-piyasa ilişkilerine ilişkin kavramsallaştırma girişimlerinin bir dönemlendirme aracı olarak yaygın bir kullanımı da söz konusu. Bu durum konuya ilişkin tartışmalarda bir paradigma değişimi olarak da betimlenmekte.
Söz konusu değişiklikleri ifade etmek için kullanılan devlet-piyasa gibi kavram çiftlerinin içeriklerinin yeniden tanımlanması da söz konusu olabilmekte. Örneğin 1929 Buhranı sonrasında ABD’de F. Roosevelt döneminde uygulanan bir krizle baş etme stratejisi olan Yeni Anlaşma (New Deal), liberalizmin yeniden tanımlanmasını gündeme getirmiş, bunun sonucunda, ABD’de liberal kavramının farklı bir içerikle tanımlanması söz konusu olmuştu. Bugün dahi ABD’de “liberal”, daha müdahaleci bir devlet piyasa ilişkisi taraftarı, hatta bu nedenle sol bir pozisyon olarak algılanmakta. Benzer biçimde, II. Dünya Savaşı sonrasında oluşturulan kapitalist dünya ekonomisinde devletin hem sermayenin dolaşımı hem de emek-sermaye ilişkilerinin yeniden düzenlenmesinde, iki dünya savaşı arası dönemde yaşanan krizlerin tekrar yaşanmaması için yeni rol ve işlevler üstlenmesi, 19. yüzyıl liberalizminden farklı bir liberal siyasal iktisadi paradigmanın ortaya çıkması olarak betimlenmişti. Genellikle, Keynesyen /Refah devleti gibi terimlerle tanımlanan bu dönemin 1970’li yıllarda uzun bir kriz sürecine girmesiyle birlikte, emek aleyhine, sermaye lehine dönüşümlerin hem ulus devlet hem de küresel ölçekte gerçekleştirilmesini öngören bir krizden çıkış stratejisi yaşama geçirilecekti.
‘ŞUNU HATIRLATMAKTA YARAR VAR, NEOLİBERALİZM BİR DEVLET PROJESİ’
Eleştirel siyasal iktisat geleneğini benimseyen yorumcuların 1980’lerin ikinci yarısından itibaren kullanacağı terminoloji ile yeni döneme neoliberalizm damgasını vuracaktır. Ancak şunu da hatırlatmakta yarar var, neoliberalizm bir devlet projesi. Diğer bir deyişle, devlet-piyasa ilişkilerinin yeniden kurgulanması yolu ile kapitalist sistemin reforma tabi tutulması için, devletlerin ekonominin gerektirdiği reformları yapacak konuma gelebilmelerinin sağlanması amaçlanmaktaydı. Devletin konumunu yeniden tanımlamaya yönelik söylemler, dayandıkları kuramsal çerçevelerin içerdiği tüm tutarsızlıklara ve çelişkilere karşın, insanların günlük yaşamlarındaki deneyimlerle doğrulandıkları ölçüde, bir anlamlar ve değerler sisteminin oluşturulmasına yardımcı olmaktadır. Piyasa söyleminin doğrularının otoriter bir devlet biçimi çerçevesinde, mutlak doğrular olarak yüceltilmesi ile birlikte, burjuvazinin hegemonyasını yeniden kurma girişimleri 1980’den itibaren birçok ülkede siyasal gündemi belirlemiştir.
‘OTORİTER DEVLETÇİLİK NEOLİBERAL DÖNEMİN GÜNÜMÜZE KADAR DEĞİŞMEYEN KARAKTERİSTİĞİ’
Bu değişim süreci, “serbest piyasa” ve “güçlü devlet” kavram çifti üzerinden yeni bir paradigma değişimi olarak da ifade edilecekti. Güçlü devletten kasıt, yürütmenin yasama ve yargı karşısındaki konumundaki bir değişimdi. 1970’lerdeki kriz sürecinde güçler ayrımı çerçevesinde yürütmenin ön plana çıkmakta olduğunu saptayan, Marksist devlet kuramcısı Nicos Poulantzas’a göre emek aleyhine sonuçlar doğurduğu ölçüde otoriter niteliği belirginleşecek söz konusu değişimin yeni fakat istisnai olmayan bir devlet biçimi değişikliği olarak kavramsallaştırılması gerekmekteydi. Poulantzas’ın “otoriter devletçilik” olarak tanımladığı bu yeni devlet biçimi, neoliberal dönemin günümüze kadar değişmeyen karakteristik özelliği olarak varlığını sürdürmektedir.
‘2008 KRİZİNİN ARDINDAN SANILANIN AKSİNE BİR PARADİGMA DEĞİŞİMİ OLMADI’
2008’deki küresel ölçekli finansal krize kadar, kapitalist sistemin merkez ülkelerinden başlayıp sistemin bütününü etkileyen ekonomik krizler, devletin ekonomiyle olan ilişkisinin yeniden teorik olarak tanımlanmasını içeren, paradigma değişikliklerini beraberinde getiriyordu. 1930’lar ya da 1970’lerdeki sistemsel krizlerin yol açtığı değişim süreçlerinin böyle bir özelliği vardı. Ancak 2008 krizinin bu açıdan önemli bir farkı var, bu anlamda bir paradigma değişikliği söz konusu olmadı bugüne kadar. 2008 krizinden sonraki ilk iki yılda teorik bağlamda belirli bir sorgulama yapılmış olsa da kriz, 2008 öncesinin kriz yönetme ve kriz önleme stratejileri ile aşılmaya çalışıldı. Yani değişen koşullara adaptasyon denilen şey, illaki bir paradigma değişimi getirmek zorunda değil. Kaldı ki paradigma değişimi olduğunda da her ülkede aynı tornadan çıkmış uygulamalar olmuyor, bunu 1930’larda da 1960’larda da gördük. Dolayısıyla, neoliberal dönemde de ülke deneyimleri farklılıklar göstermeye devam etmekte.
‘PANDEMİ DÖNEMİNDE DE NEOLİBERALİZM BİTİYOR İDDİALARI ORTAYA ATILDI’
Peki 2008 krizinden bu yana bu tartışma neden tetiklendi? Yani neden paradigma değişti kanaati oluştu?
2007-2008 küresel finansal kriz ve sonrasında olduğu gibi, pandemi sürecindeki toplumsal yeniden üretim krizi ile birlikte, bu sürecin neoliberal kapitalizmin bitişini simgelediği, bu anlamda tarihsel bir dönüm noktasına tanıklık ettiğimiz saptamasının, farklı dünya görüşüne sahip olduğu bilinen yorumcular tarafından sıklıkla ifade edildiği görüldü. Öte yandan, pandemiye kadarki süreçte, dünya ekonomisinin resesyona girmesine yönelik tahminler yapılırken de krize müdahale için gerekli araçların yetersiz olduğu vurgulanmaktaydı. Kapitalist sistemin genel çıkarlarını uzun vadede koruyacak düzenlemelerin, neoliberal finansallaşma paradigmasına bağlı kalınarak gerçekleştirilemeyeceği şeklinde bir algı, kapitalist sistemin savunucusu olarak betimlenebilecek çevrelerde de belirmeye başlamıştı. Bu süreçte “başka bir kapitalizm mümkün” diye özetlenebilecek görüşler de ileri sürüldü. Haliyle soruyu şöyle de sorabiliriz: Kapitalist mantığın yaratılan değerlere el koyma biçimlerinin yaşamımız üstündeki boyunduruğunu kıracak bir toplumsal sistemsel dönüşümün eşiğinde olabilir miyiz?
‘BÜYÜK FİNANS KURULUŞLARININ KURTARILMASININ BEDELİ GENİŞ HALK KESİMLERİNE ÖDETİLDİ’
Ne var ki, Keynes’in işaret ettiği gibi uluslararası finans kuruluşlarının sistemin geleceği açısından yaratabileceği tehlikeyi bertaraf etmek için kontrol edilmesi gerektiği gibi tartışmalar yaşandı, ancak finans piyasalarında ağırlığı giderek artan banka dışı finans kuruluşları denetime tabi tutulmadı. Üstelik ABD ve Avrupa’da büyük sermaye gruplarına bağlı finans kuruluşlarının kurtarılması sonucunda oluşan bedel, geniş halk kesimlerine ödetildi. Ancak, bu süreçte, rıza-zor dengesi ikincisi lehine bozulmakla birlikte, neoliberal hegemonya büyük ölçüde varlığını korudu. Örneğin AB’de pandemi döneminde geçici olarak askıya alınmış olan neoliberal anlayışı yansıtan katı mali kurallar 2024’te yeniden uygulanmaya başlandı. Bir de şunu belirtmekte yarar var, Türkiye’de olduğu gibi birçok ülkede yaşananlar, finansal krizlerin gerçekten de neoliberal dönüşüm sürecinin itici gücü olarak işlev gördüğünü ortaya koydu. Son bir örneği Milei’nin iktidara gelmesiyle Arjantin’de uygulanmaya başlanan kriz yönetimi. Bu örneklerin gösterdiği gibi, uygulanan yöntem dikkate alındığında yeni bir döneme geçmek henüz söz konusu olmadığı gibi, eski dönemden miras araçlarla krizler aşılmaya çalışılmakta.
‘REJİM DEĞİŞİKLİĞİNE GİDİLMEDEN OTORİTER EĞİLİMLER TAŞIYAN İKTİDARLARIN SAYISI ARTIŞ EĞİLİMİNDE’
Bu krizlere eşlik eden bir otoriterleşme tartışması da görüyoruz, demokraside gerileme olduğuna dönük görünür bir durum da var?
Siyasal açıdan duruma bakarsak, bugün çalışanların haklarının tırpanlandığı, sınıf temelli siyasetin devre dışı bırakıldığı neoliberal dönemde rejim değişikliğine gidilmeden de gündeme gelen otoriter eğilimler taşıyan iktidarların sayısı dünyanın farklı bölgelerinde artış eğiliminde. Bu durum, bir yandan, neoliberal kapitalizmin bir siyasal rejim olarak demokrasi ile olan ilişkisinin giderek daha da zayıfladığı şeklinde yorumlara yol açarken, diğer yandan geçmişte kaldı denilen, Poulantzas’a göre istisnai bir devlet biçimi olan faşizm yeniden siyasal arenaya çıkıyor mu tartışmaları yapılıyor.
‘OTORİTER DEVLETÇİ YAPIDA YARGI SİYASAL İKTİDARLARIN MUHALİFLERİNE KARŞI KULLANDIKLARI BİR ARAÇ HALİNE DÖNÜŞÜR’
Neoliberal dönemin emek-sermaye ilişkisinde ibrenin sermayeden yana olması, güçler ayrılığında da yürütmenin gücünün ve ağırlığının artmasının eşlik ettiği bir devlet biçimi olduğunu belirttiğim otoriter devletçi yapının zaman içinde öne çıkan bir özelliği de yargının siyasal iktidarların siyasi muhaliflerine karşı kullandıkları bir araç haline dönüştürülmesidir. Yargının siyasallaşması olarak da betimlenen bu durum, genelde güçler ayrılığı ilkesi kâğıt üstünde kalsa bile siyasi muhalifleri yargı yoluyla etkisiz hale getirmeye yönelik olarak işlevsellik kazanmaktadır.
‘2017’DEKİ REJİM DEĞİŞİKLİĞİYLE 1982 ANAYASASIYLA BAŞLAYAN OTORİTER BİR DEVLET BİÇİMİNDEN BAŞKA BİR OTORİTER DEVLET BİÇİMİNE GEÇİŞ BAŞLADI’
Bizde ise 2017’deki rejim değişikliğinden bu yana, söz konusu ilkenin fiilen ortadan kalkması ile birlikte, 1982 anayasası ile başlayan otoriter bir devlet biçiminden başka bir otoriter devlet biçimine geçiş süreci başladı. Dolayısıyla rejimin otoriterleşmesi demek yetmiyor, başka bir yere gidiyoruz.
Radikal sağın iktidar olduğu bazı Doğu Avrupa ülkelerinde ise kriz yönetimi mevcut iktidarların kendi pozisyonlarını güçlendirmeleri için bir fırsat olarak değerlendirildi. Örneğin Macaristan’da Başbakan Viktor Orban’a Corona kriziyle daha iyi baş edebilmek için geniş yetkiler verildi, kararnamelerle ülke yönetmede kanıksanan bir olgu haline geldi.
‘2008 KRİZİ VE ARAP BAHARI SONRASINDA AVRUPA’DAKİ GÖÇMEN SORUNU YERİNİ GÖÇMEN DÜŞMANLIĞINA BIRAKTI’
Sanırım bu bahsettiğiniz koşullar da aşırı sağın yükselişine zemin yarattı?
Sendikal hareketin birçok ülkede on yıllarca bilinçli bir şekilde kolunun kanadının kırılması ile birlikte, toplumun değişik kesimlerinde artan hoşnutsuzluğun bir dışa vurumu olarak, düzen partileri diye tanımlanabilecek sosyal demokrat, Hıristiyan demokrat, liberal vb. partilerin siyasal arenada yıpranarak seçmen desteğini kaybetmesi bunun başlıca nedeni. Fransa’daki “sarı yelekliler” vb. hareketler bu hoşnutsuzluğun doğurduğu oluşumlardı.
Avrupa’da emeğin serbest dolaşımı uyarınca daha önce Doğu Avrupalıların düşük ücretlere istenmeyen işleri yapmasıyla onlara yönelen/yöneltilen tepkiler, 2008 krizi ve onu izleyen “Arap Bahar”ı sonrasında artık inkâr edilemez boyutta bir göçmen sorunu daha doğrusu düşmanlığı biçimini aldı. Zira bu süreç aynı zamanda ortak bir yaşam mücadelesi veren insanların parçalanmasını ve birbirine düşmanlaşmasını getirdi. Aşırı sağ olarak nitelenen partiler ve hareketler bu ortamda serpildi. ABD’de yeniden başkan seçilen Trump’ın seçim kampanyası boyunca en önemli meselelerden biri olarak göçmen sorununu vurgulaması bunun somut bir örneği.
‘NEOLİBERAL ANLAYIŞ MERKEZ BANKALARINA ÖZERKLİK ATFEDER ANCAK KRİZ DÖNEMLERİNDE BU SÖYLEM ANLAMSIZLAŞIR’
Siyasal alanda bunlar yaşanırken, Avrupa ekonomisi pandemi sonrasında ciddi sorunlar yaşamaya başladı. Hatta bu çerçevede Eski Avrupa Merkez Bankası (AMB) Başkanı Mario Draghi’ye bir rapor da yazdırıldı. Bu raporu ve AB ekonomisinde yaşanan sorunları nasıl değerlendirmek lazım?
Draghi raporuna değinmeden önce şu noktayı belirtmek istiyorum. Neoliberal anlayışa uygun olarak, Merkez Bankalarına siyasal iktidardan özerk bir yasal statü atfedilmesi, piyasa kurallarına uygun davranması, yani uluslararası finans piyasalarında sermaye hareketlerini yönlendirenler için elzem görülen hem fiyat istikrarı hem de finansal istikrarın sağlanması için olmazsa olmaz bir gereklilik olarak vurgulanmaktadır. Bu bağlamda, Merkez Bankaları, kriz yönetim ve/veya kriz önleme stratejilerinin başlıca aktörlerinden biri, hatta birincisi, olarak ön plana çıkmaktadırlar. Ne var ki, Merkez Bankalarının kazandığı bu konum, özellikle kriz dönemlerinde gündeme gelen siyaset ile ekonominin ayrıştırılması söyleminin geçersizliğini ya da anlamsızlığını ortaya koyması açısından da dikkate değer.
Maastricht Anlaşmasıyla beraber neoliberal parametrelerin belirlediği bir süreçte Avrupa Merkez Bankası (AMB) üye ülkelerin ekonomilerinin gelişiminde ve özellikle de kriz yönetme stratejilerinin belirlenmesinde öne çıkan bir aktör oldu. AMB’nin işleyişi ABD’deki Fed’den farklı. Fed, yalnızca fiyat istikrarını değil, tarihsel olarak toplumsal ve ekonomik dengeleri gözeterek istihdamı da kendine dert edinir, en azından görev tanımı gereği böyle davranması beklenir. Avrupa Merkez Bankalarının geleneğinde bu yoktu. Küresel finansal krizi izleyen ve AB çerçevesinde ciddi kutuplaşma ve gerilimlere yol açan Eurozone krizinde de AMB ilk aşamada az önce belirttiğim anlayışa uygun davrandı. 2011-2019 döneminde AMB başkanlığı görevini yürüten Mario Draghi ise, “krizi aşmak için ne gerekiyorsa yaparım” demesiyle hafızalara kazınmış bir isimdi.
‘DRAGHİ SÖYLENENLER YAPILMAZSA AB’NİN GELECEĞİ KARANLIK OLUR DİYOR’
Pandemi ile birlikte ekolojik krizin de gündemde ağırlık kazandığı bir zaman diliminde, finans piyasalarına güven verecek para politikası ile AB ülkelerinde yaşayanların toplumsal ve çevresel krizlerden etkilenmemesini sağlayacak politikaların birlikte uygulanabilmesinin mümkün olduğunu ileri süren bir yaklaşımın AMB çerçevesinde tartışılmaya başlandığı da gözlenmektedir. Bunun yanı sıra Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile birlikte dünyanın jeopolitiğin önemini yeniden keşfettiği son yıllarda, AB Komisyonu’nun AB’nin gelecekte izlemesi gereken stratejik tercihlerin belirlenmesi için Draghi’ye bir rapor hazırlattığı anlaşılmaktadır. 2024 sonbaharında açıklanan bu rapor, belirlediği tercihler doğrultusunda adımlar atılmadığı takdirde, AB’nin geleceğinin karanlık olduğunu, hatta “varlık nedeninin” ortadan kalkacağını ileri sürmektedir. Rapora göre, kendini yenilemekte gecikecek bir AB, Çin ve ABD arasında sıkışıp kalacağı için uluslararası sistemde etkin bir rol oynama kapasitesinden yoksun kalacaktı. Bu açıdan, yeni teknolojilere ağırlık verecek sektörel tercihlerin belirleyeceği bir sanayi politikası izlenmesi tavsiye edilirken, gereksinim duyulan finansmanın sağlanması için uluslararası finans piyasalarının belirlediği koşullara uygun biçimde hareket edilmesinin öngörülmesi nedeniyle, yapılan stratejik tercihler oldukça çelişkili bir görüntü verdiği için eleştiri konusu olmuştur. Ayrıca, toplumsal boyutu ihmal ettiği şeklinde soldan, AB düzeyinde tek para sistemine dahil ülkeler için “ortak borçlanma” ilkesini benimsemesi nedeniyle de neoliberal muhafazakâr kesimden eleştiriler gelmesi de şaşırtıcı değildi.
‘TÜRKİYE’DE UYGULANAN PROGRAM VE MB TARTIŞMALARI BÖLGESEL VE KÜRESEL DÜZEYDE YAŞANAN GELİŞMELERİ DİKKATE ALMIYOR’
Merceği Türkiye’ye getirirsek, ABD ve Avrupa’daki bu tartışmaları da göz önüne alarak Türkiye’de uygulanan ekonomi programını nasıl buluyorsunuz?
Türkiye’deki ekonomi politikaları ve özellikle de Merkez Bankası üzerinden dönen tartışma ortamı bölgesel ve küresel düzeyde yaşanan bu gelişmeleri dikkate almıyor, bunlardan beslenmiyor. Ancak hatırlatmakta yarar var, uluslararası finans piyasalarına bağımlı ekonomilerde, siyasi iktidardan “bağımsız” olması gerektiği vurgulandığı ölçüde bir özneye dönüşen Merkez Bankası, aslında uluslararası finans piyasalarının taleplerine uygun davrandığı ölçüde araçsal bir işlevsellik kazanmaktadır. Merkez Bankalarına, kamunun açıklarını yönetme ve borç biriktirme yeteneklerini sınırlamak için özel bir rol atfedilmesini simgeleyen “bağımsızlık” tanımlaması, borçların sürdürülebilirliği sorununun çok sayıda azgelişmiş Güney ülkesi için giderek vahim boyutlar kazanmasına karşın, IMF stand-by anlaşmalarının vazgeçilmez unsurlarından biri olmaya devam etmekte. Tekrar söylersem hem AMB içindeki tartışmalar hem de genel olarak merkez bankalarına dönük tartışmaların bize yeteri kadar yansımadığını düşünüyorum.
‘MERKEZ BANKASI HEGEMONYA ARACI OLARAK İŞLEV GÖRÜYOR, AMA SİYASETİN DIŞINDA KONUMLANDIRILIYOR’
TCMB nasıl bir rol üstleniyor peki? Gücü sadece para politikasıyla mı sınırlı?
MB’nin birincil görevinin fiyat istikrarının sağlanması olduğu hatırlatılıyor. Bu anlatılırken de enflasyon en fazla düşük gelirli grupları etkiliyor, mücadele bu grupların yararına olacak deniyor. Bu aslında yüklü bir cümle, yani bunu söylediğinizde rolünüz sadece enflasyon değil, gelire de uzanıyor. Böylece Merkez Bankası'na hegemonik bir rol verilmiş oluyor. Oysa enflasyonla mücadele sürecinde bedeli yine düşük gelir grupları ve ücretliler ödüyor. Bunu yaparken finansallaşma, sermaye hareketleri, uluslararası sistemin işleyişinde bir sorun yok mesajı da MB üzerinden topluma veriliyor. MB burada bir hegemonya aracı olarak işlev görüyor, ama siyasetin dışında konumlandırılıyor. Bu açıdan MB neoliberal hegemonyanın devamı açısından sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada işlevsel bir kuruma dönüşmüş durumda. Bu noktada asgari ücret nasıl artırılmalı, MB kur politikasını nasıl uygulamalı, nasıl bir para politikası gerekiyor gibi konuları da içeren bütünlüklü alternatif bir programa ihtiyaç var. Avrupa ve dünyadaki tartışmaları ıskalamadan gelir adaletsizliğini de dikkate alan bir alternatif plan, program ortaya koymak gerekiyor. Hatırlayalım geçmişte TCMB’nin sanayileşme gibi alanlarda da ciddi işlevleri vardı. O işlevleri aynen yerine getiremese bile TCMB’nin işlevini sadece para politikası ile sınırlamamak gerekiyor.
Mühdan Sağlam Kimdir?
Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı’nda doktorasını yapmıştır. Enerji politikaları, ekonomi-politik, devlet-enerji şirketleri ilişkileri, Rus dış politikası ve enerji politikaları, Avrasya enerji politiği temel ilgi alanlarıdır. Gazprom’un Rusyası (2014, Siyasal Kitabevi) isimli kitabın yazarı olup, enerji ve ekonomi-politik eksenli yazıları mevcuttur. Barış için Akademisyenler “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisini imzaladığı için 7 Şubat 2017'de çıkan 686 sayılı KHK ile üniversiteden ihraç edilmiştir. Aralarında AA Energy Terminal, Gazete Duvar, Almonitor, Kısa Dalga ve Artı Gerçek'in de bulunduğu medya kuruluşlarında çalışmıştır.
Aynı nakarat, hep aynı, aynı: Katar-Suriye-Türkiye Doğal Gaz Hattı 15 Ocak 2025
2025’te Dünya: Suriye ve İsrail-Filistin 07 Ocak 2025
'Pezeşkiyan nükleer uzlaşıyla yaptırımlardan kurtulmayı hedefliyor' 06 Ocak 2025
2025’te Dünya: ABD ve Avrupa Birliği 04 Ocak 2025 YAZARIN TÜM YAZILARI