YAZARLAR

Doktriner tevekkül

Dünyayı “bana emperyalizmiiin oyunu mu buu” makamından kavramak, siyasî isabetsizliğinin bazen yeryüzünde adalet ve insan hakları mücadelesine ihanet raddesine varması bir yana, sahiden emperyalizmle derdi olanların elini kolunu bağlıyor. Her şeyin müsebbibi, her şeye kâdir emperyalizm, gerçekte doktriner-bilinçli tevekkül olarak adlandırabileceğimiz bir agresif-pasiflik türüne üreme ortamı sağlıyor.

Yaz başında dünya basınında ABD ordusunun çekilmesinden sonra Afganistan’da güç dengesinin nasıl değişeceğine dair Pentagon’un tahminlerini içeren haberler yayımlandı. ABD “istihbarat kaynakları”na dayanan bu haberlere göre, ABD ordusu kurmayları, Taliban’ın altı ay içinde Afganistan başkenti Kabil’i ele geçirebileceğini düşünüyorlardı. Pentagon’un tahmini ya da öngörüsü, uluslararası siyasette huzursuz kıpırtılara, hayal kırıklığı ifadelerine yolaçtıysa da, çıkan gürültü hoşnutsuz mırıltı ve uğultulardan öteye geçemedi. Yirmi yıl boyunca bunca savaş ve uğraşın üstüne altı ay herkese pek az görünmüş, buna rağmen uğuldamakla yetinilmişti. Çünkü tekinsiz bekleyişe geçilmişti, uğursuz birşeylerin yaklaşmakta olduğu hissediliyordu.

Taliban ilerlemeye koyuldu. Köyler, kasabalar, ufak şehirler derken, eyalet merkezleri, koca eyaletler… birbiri ardına örgütün denetimine geçmeye başladı. Bu toprak kazanımları ve zaferler için Taliban’ın ne kadar savaşmak zorunda kaldığı da muammaydı. Çünkü her şey fazla hızlı olup bitiyordu. Ben bu satırları yazarken, Afgan ordusunun bir kısmı Özbekistan’a kaçmaktaydı, başka kısımları birtakım yerleri savaşmadan Taliban’a teslim ediyorlardı. Taliban’ın Kabil’e kaç ay, kaç hafta sonra gireceğine ilişkin tahminler çöpe atılmış, örgütün başkente her an girebileceği konuşuluyordu.

'DOKTRİNER TEVEKKÜL'

Türkiye siyasî kamuoyuna göre bunda şaşılacak taraf yoktu. Çünkü bizim -sağı solu göz yaşartıcı şekilde birleştiren- “anti-emperyalist” kamuoyu, her şeyi henüz gerçekleşmeden bilmesini sağlayan donanımı sayesinde, her ne olmuşsa onun zaten öyle olması gerektiğinden emindi. DAİŞ (IŞİD) ve El-Kaide gibi Taliban’ı da nasıl ABD kurduysa, şimdi Afganistan’ı bu örgütün eline bırakan da oydu. Niye? Çünkü Taliban fena bir şeydi, dolayısıyla onu ancak emperyalizm denen fenalık merkezi üretmiş olabilirdi. Şirket yönetim kurulu gibi, ordu kurmay heyeti gibi, Mason operasyon odası gibi tasavvur etmemiz gereken bir özne, bu emperyalizm. Böylesini münasip görmüş, uygulamaktaydı. Olayda Afganistan’ın etnik-dinî çeşitliliğiyle özgün bir bileşim oluşturan halkının rolü ancak piyonluk olabilirdi. Kimse bizim buradan, uzaktan pek de akıl edemeyeceğimiz sebeplerle Taliban veya benzer örgütlere katılmış olamazdı. Esasen orada “kukla” olmayan, uyuşturucu mafyası veya başka menfur mihraklara hizmet etmeyen hiçbir siyasî figür tanımadığımızdan, her işin başı Emperyalizm Kontrol Odasının çıkarları, oyunları, tezgâhlarıyla olan biteni açıklamak yine en doğrusuydu. Çünkü aksi halde olan bitenin temelindeki dinamikleri, ülkenin, toplumun özel koşullarını, ilişkilerini, tarihini filan öğrenmek gerekeceği gibi, bunca yıldır kullandığımız şablonun döküntülüğünü de kabullenmek zorunda kalabilirdik.

Sözkonusu şablon, yeryüzündeki bütün devletleri, partileri, siyasî hareketleri “emperyalizm” karşısındaki tavırlarına göre sınıflandırmaya dayanır. ABD-Sovyet rekabeti ve düşmanlığına dayalı iki kamplı dünyada alıştırıldığımız bu düşünme tarzı, siyasî karar ve güç merkezlerini, eylem-faaliyet ağlarını, ürettikleri iç ilişkilere ve etraflarında yarattıkları ilişkilere, değerlere, “kültüre” göre değerlendirmenin önüne set çeker. Kendi halkına zulmeden fakat “emperyalizm”e, özellikle ABD’ye kafa tutan ezcümle diktatörü anti-emperyalist, dolayısıyla otomatikman solcu sayıp savunmaya, Ortadoğu diktatörlerini dahi bağra basmaya bu set yolaçtı. Hâlâ ayaktadır. Solcuyum diyen birçok insan, bugünün Rusya’sı ve Çin’ine, ABD’ye duyduğu düşmanlığın yarısını bile duymuyor. Zalimliği ve kişisel denge bozukluğu apaçık ortaya çıkan Kaddafi, emperyalizm tarafından devrilmiş anti-emperyalist Üçüncü Dünya lideri olarak kimileri nezdinde hâlâ saygın yerini koruyor. Anti-emperyalist diye sahip çıkılan Üçüncü Dünya diktatörlerinin yüzer, biner solcu ve muhalif öldürmüş olmaları, pek tuhaf şekilde, onların “anti-emperyalist” kamuoyu gözündeki saygınlığına halel getirmiyor. Belki ABD’nin “bizim çocuklar”ının hayran ve destekçi kitlesini doğal-zorunlu müttefik saymanın sonucudur, uzatmayalım burada.

Dünyayı “bana emperyalizmiiin oyunu mu buu” makamından kavramak, siyasî isabetsizliğinin bazen yeryüzünde adalet ve insan hakları mücadelesine ihanet raddesine varması bir yana, sahiden emperyalizmle derdi olanların elini kolunu bağlıyor. Her şeyin müsebbibi, her şeye kâdir emperyalizm, gerçekte doktriner-bilinçli tevekkül olarak adlandırabileceğimiz bir agresif-pasiflik türüne üreme ortamı sağlıyor. Biricik eylemlilik, tepki, itiraz, yani üretmeyen, katmayan, ilerletmeyen haykırışlar olabiliyor bu yaklaşımla. Çünkü aslında emperyalizmi teşhir ediyorum sanırken söylenen, “her şey olacağına varır”ın da ötesinde, “onlar ne istiyorsa o olur” gibi, siyaseti kötürüm eden bir laf oluyor. En megaloman emperyalistlerin dahi hayal edemeyeceği bir tanrısal kudret atfedilmiş oluyor, çoğu zaman pekâlâ çuvallayabilen muktedir tayfasına.

ÇUVALLAMA ZİRVESİ

Pentagon’un “altı ay” tahminini hatırlayalım. Biliyorsunuz, haziran-temmuz ayları içerisinde bu tahminin sık sık anılmasının ardından Taliban’ın hızla ilerlemesi, yayılması gözlenip, örgütün Kabil’i ele geçireceği öngörülen süre üç aya indirildi. “Her şeye kâdir emperyalizm” mezhebi mensupları şüphesiz, bu tahminlerin de bizzat her şeyi yaratan ve yöneten mihraka ait olduğuna işaretle, yine emperyalizmin oyunuyla karşı karşıya olduğumuzu söylemelidirler. Bu yüzden, orijinal emperyalizmin karşısında yeralan “Putin Reis”in fena halde “anti-emperyalist” Rusya’sına çevireceğiz bakışlarımızı.

5 Ağustos • Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcü Yardımcısı Alexander Bikantov gazetecilere şöyle dedi: “Taliban’ın, ülkenin başkenti Kabil dahil, büyük şehirleri ele geçirmesine ve elinde tutmasına elverecek kaynakları yok. Taarruzu yavaş yavaş gücünü kaybediyor.”

12 Ağustos • Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, Kırım’da gazetecilere, Taliban’ın Kabil’i almasının bir ilâ üç ay sürebileceğini söyledi. Lavrov, “Afganistan’da,” dedi, “olan biten her şey ABD’nin oradaki yirmi senelik varlığının eseri olduğundan, biz de onların değerlendirmelerini esas alıyoruz.” TASS bu habere, bir Pentagon sözcüsünün Washington Post tarafından aktarılan sözlerini eklemişti, Kabil’in 30 ilâ 90 gün içinde düşebileceğine dair. Çaktırmadan bir ay da telaffuz edilmişti yani.

13 Ağustos • Rusya Devlet Başkanı’nın Afganistan Özel Temsilcisi ve Dışişleri Bakanlığı İkinci Asya Departmanı Direktörü Zamir Kabulov’a gazeteciler, Taliban’ın ilerleyişi nedeniyle Kabil’deki Rusya Büyükelçiliği’nin tahliye edilip edilmeyeceğini sordular. Kabulov, böyle bir tedbirin sözkonusu olmadığını söyledi. Ona göre Taliban’ın “öngörülebilir gelecekte” Kabil’i alması mümkün değildi!

14 Ağustos • Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres muhabirlere şöyle dedi: “Afganistan’daki vaziyet kontroldan çıkıyor.” Kontroldan çıkan, daha çok, dünyanın büyük devletlerinin bunca zaman bunca yakından -hattâ “içinden”- ilgilendikleri ülkedeki duruma dair sezgi ve öngörüleriydi.

Bütün bunlar ışığında tekrar düşünmeye ne dersiniz? Belki bunca tecrübesiyle Rusya istihbaratı gelişmeleri sahiden öngörememiştir? İşler belki ABD’nin istediği gibi gitmemiş, Pentagon’u, CIA’i, bilmemnesi, büyük hata yaparak, görmek istediklerini gördüklerini sanmışlardır? Sovyetler Birliği’ni sürüp çıkarmak için ABD cihatçı silahlı örgütleri eğitmiş, donatmış, ama sonra onlar ülkedeki gelişmeler üzerinde inisiyatif sahibi olunca bunun işine gelmeyeceğini anlamış, başka formüller aramış, bunların hiçbiri -Afganistan’ın iç koşulları, ilişkileri yüzünden- başarılı olmamış, sonunda bir noktada pes edip, asker de kurban vermeden çekilmeyi yeğlemiş, belki bu badireden kurtulma telaşına kapılmıştır? Belki Afganistan halkının bir kısmı, Taliban’cıların kafasındaki ürkütücü toplum hayatını istemediği halde birilerinin mütemadiyen ülkelerini işgal etmesi, onlara hayat koşulları dayatması karşısında isyan ediyor, karşılarına çıkan ilk alternatifi, kültürlerine, alışkanlıklarına da uygun düştüğü için benimsiyor, silaha sarılıyorlardır? Yani aslında kendilerine göre “emperyalizm”le mücadele ediyorlardır? Belki Pakistan’ın Şark kurnazı siyasetçileri, gaddar generalleri ve mütehakkim istihbaratçıları kendi hesaplarına döndürdükleri çarkları güvenceye almak için komşu ülke toplumunu, çocuklarını gençlerini göz göre göre harcıyorlardır? Zaman zaman ABD’nin suyuna gidip bazen ona madik atıyorlardır? Pakistan devletinin kendi iç dengeleri ve hesapları, koalisyonları ve çekişmeleri, yürüteceği politikaları şekillendiriyordur? Belki bütün bunlar yanlıştır ve sözkonusu bütün özneler başka hesaplarla başka türlü davranıyorlardır? Ve elbette güçlüler, ipleri ve kozları elinde bulunduranlar, olayın içindeki bütün kahramanları ve figüranları yönlendirmeye, onları kendi işlerine gelen rollere soyundurmaya çabalıyorlardır ve sonunda kimsenin istediği tam olmuyor, çatışan güçlerin çatışan ve bağdaşan çıkarlarından kimsenin beklemediği sonuçlar doğuyordur?

Yazıyı bitirirken korktuğum şu: Şimdi dönüp haberlere bakacağım, “Kabil düştü” başlıklarıyla karşılaşacağım. Ve yorumlar okuyacağım: El-Kaide, DAİŞ, Taliban… hepsini ABD kurdu zaten. Zaten Afganistan’da çöken yönetim kimin emrinde? Afgan ordusunu zaten ABD eğitti. Zaten Pakistan ABD’nin maşası. Zaten Taliban…