YAZARLAR

Dönüp arkana bakmak 

Kişinin ruhsal gelişimine büyük bir armağan olan depresif pozisyon ardına bakmakla olur, zaman zaman hüzünlenmekle, kayıplarına temas edebilmekle, geçiş alanları yaratmakla, yas tutmakla, ardında gördüklerini değerlendirip kimisini önüne koyup yolunu zenginleştirmekle…

2020’nin sonlarına yaklaşırken Spotify her yıl olduğu gibi bu yıl da koskoca bir sene dinlediğimiz müziklerin bir özetini sundu. Müzik dev bir bellek, tuhaf bir arka bahçe… Kişisel tarihimizi oluşturan en önemli yapı taşı. Bütün bir yıl, film şeridi gibi gözlerimin önünden geçti. Ne yıldı ama ve ne yıldırdı!

Zamanın çizgiselliğinden ziyade döngüselliğine inanıyor olsam da aralık ayı biraz muhasebe ayı gibi gelir bana, yıllık ruhsal dökümün yapıldığı, kimlerin gelip geçtiğine, nereden nereye gelindiğine ya da gelin(e)mediğine, kayıplara, zararlara, kazançlara, belalara şöyle bir göz atıldığı ve yeni yılda sanki hep başka türlü olacakmış hissinin vuku bulduğu bir zaman dilimi… Yine de yeni yıl işte, umut etmek güzel! 2020 hepimizin belleğinde hiç unutulmayacak bir yıl olarak kalacak orası kesin.

Gelip geçen yılların ardından, acılardan, kayıplardan sonra klişeleşmiş şöyle bir cümle vardır “önüne bak” ve buna eklemlenen bir diğer cümle “geçmişi geride bırak.”

John Berger, Görme Biçimleri’nde “Geçmiş, hiçbir zaman olduğu yerde durup yeniden keşfedilmeyi, aynıyla, olduğu gibi tanınmayı beklemez. Tarih her zaman belli bir şimdiyle onun geçmişi arasında ilişki kurar. Demek ki şimdiden korkmak eskiyi bulandırmaya yol açıyor. Geçmiş içinde yaşanacak bir şey değildir. Eyleme geçerken içinden bir şeyler çekip çıkarttığımız bir sonuçlar kuyusudur” der. Dolayısıyla şimdinin içinde geçmiş de gelecek de yer alır. Geçmişi tamamen geride bırakma çabası umulduğunun aksine şimdiden azaltır, zira geçmişin mevcudiyeti hep oradadır. Geçmişi geride bırakmak elbette mümkün değil ama geçmişi geride bırakma “arzusu” ruhsal anlamda da kişiden epey azaltır. Bana kalırsa geriye bakmalı, ona dokunmalı, geçmişi irdelemeli, onu karanlıklara teslim etmeden gölgeli bir var olma biçimi sunmalı…

Bazı yaşantıları hiç yaşanmamış olarak kabul etme eğiliminde olan insanlar tanıdım. Acıları, özlemleri, kayıpları, başarısızlıkları hiç yokmuş gibi davranan insanlar… Önüne bakmayı meziyet sanan, canlarını acıtan her şeyin inkarında yaşayan çünkü bu şekilde anı yaşadığını düşünen, arkasına dönüp bakmayı yenilgi kabul eden insanlar… Hiç pişmanlık duymayan, asla suçluluk hissetmeyen, teflon tava misali iz tutmayan insanlar… Onlar bana hep uyumsuz bir melodi gibi gelmişlerdir, arada çatlak sesler sunan, hiç olmayacak yerde kopukluk oluşturan, bütünlüğün derinliğinden ve bilgeliğinden yoksun, sıkıcılığı kendinden menkul bir melodi..

Mitolojideki Phoenix kuşunu (Simurg) bilirsiniz. Rengarenk tüylü ve altından kızıl bir kuyruğa ve 500 ile 1000 yıl arası bir hayat döngüsüne sahiptir. Hayatının sonuna doğru kendine dallardan bir yuva yapar ve yuvasını ateşe verir. Yuvayla beraber kendisi de cayır cayır yanar ve kül olur. Bu küllerden yeni bir Phoenix ortaya çıkar, adeta yeniden yaşamak için tekrar doğar. Söylenir ki, bu kuşun çığlığı çok güzel bir şarkı gibidir. Bu güzel çığlık yaşamla ölümün iç içeliğinin bir sembolü müdür acaba? Sigmund Freud, benliği yani egoyu kendi küllerinden yeniden doğan, öldükten sonra dirilmenin sembolü olan Phoenix kuşuna benzetir.

Melanie Klein insan ruhsallığını belirleyen iki konumdan bahseder; Paranoid-şizoid ve depresif konum. Alford, burada sözü geçen “konum” kavramını, bir gelişim evresi gibi değil de, “kendine özgü anksiyeteleri, savunmaları ve içsel nesne ilişkileri olan, bir benlik örgütlenme durumu” olarak anlamak gerektiğini söyler.

Paranoid-şizoid konumda ruhsallık iyi ve kötü arasında bölünmüş bir dünyada yaşar. Bu ikili dünyada belirsizlik ve kuşkuya yer yoktur. Kişi birbirine tezat ikiliklerin bölündüğü bir dünya içerisinde soluklanmaya çalışır; siyah-beyaz, iyi-kötü, güzel-çirkin. Bu konumlanmanın şizoid tarafı bu bölünmüşlüğe, paranoid tarafı ise kötü olanın ötekine (dışarıya) yansıtılmasıdır; “Ben iyiyim, benim dışımdakiler kötü.”

Depresif konum (depresyon değil) ise ruhsallıkta iyi ve kötünün yan yana, bir arada tutulabilmesiyle ortaya çıkar. Yani iç dünyada iyi ya da kötü, güzel ya da çirkin, siyah ya da beyazın dışında başka olasılıklar mümkün olmaya başlar. Siyah ve beyazdan ara renklere geçiş sağlanır. Bu dönemde kişi başarısızlıklarını, kayıplarını fark eder, onlarla yüzleşir, gerekiyorsa yas tutar. Geriye bakar yani, geriye baktıkça güçlenir, bir şeyleri telafi etme şansı yakalar, hatalarından ders çıkarır, deneyimlerinden faydalanır, hayatla daha barışık yaşar. Kendi içindeki zor duygularla baş etme kapasitesi yüksektir, dolayısıyla yaşadıklarını ruhsallığında işleyebilme gücü de… Depresif konum bir deri değiştirme dönemi gibidir, kişi yenilenir, Phoenix kuşu gibi küllerinden yeniden doğar, öldürmeyen acı onu kuvvetlendirir ve yaşamını yaratıcı bir sürece dönüştürür.

Paranoid-şizoid konumda ise bunların hiçbiri mümkün olmaz. Bu konumdaki kişi daima haklıdır, hep mağdurdur, ötekiler hep kötü hep haksızdırlar, onun arkasından sürekli iş çevirirler, ona kötülük yaparlar. Hep aynı şeyler gelir onu bulur; aynı kadınlar, aynı adamlar, aynı yaşantılar… Biri ona beddua etmiş olmalıdır ya da lanetlenmiş… Belki astrolojik birtakım sıkıntılar da yaşıyor olabilir, yıldızı mı düşüktür acaba… Bu konumdaki kişiler asla kendilerini, ötekini onaramazlar, aynı yerlerde takılıp dururlar. Ruhsal gelişime büyük bir direnç gösterirler, hiç değişmezler mesela, sürekli karşı tarafın değişmesini beklerler. Yaşadıklarından hiçbir ders çıkarmazlar. Sahici bağ kuramazlar.

Kişinin ruhsal gelişimine büyük bir armağan olan depresif pozisyon ardına bakmakla olur, zaman zaman hüzünlenmekle, kayıplarına temas edebilmekle, geçiş alanları yaratmakla, yas tutmakla, ardında gördüklerini değerlendirip kimisini önüne koyup yolunu zenginleştirmekle… Dönüşüme, tekamüle giden yol biraz can acıtır ama sonu canlılıktır, ferahlıktır, yaratıcılıktır.

Psikoterapide de çok kıymetli olan bu depresif pozisyonu Oruç Aruoba, De ki İşte kitabında şu cümleleriyle ne güzel ifade eder; “Yaşamın, bütün yaşadıklarını yitirip, yeniden kazanmanın süreci olacak

— hep yeniden yitirip,

hep yeniden kazanmanın süreci…"

İnsanın hallerden hallere geçişi, ruhsal değişimi ne hayret verici… Hayret demişken, bir insanın başına gelebilecek en büyük kötülük hayret duygusunu kaybetmek olmalı diye düşünürüm, neredeyse ölümle eşdeğer. Hayret yoksa oyun da yok. Doğaya, insana ve en önemlisi de kendinize hayret etmiyorsanız içeride kocaman bir şey kurumuş gibi gelir bana. Hayret edebilen birinin geçmişiyle, şimdisiyle sağlıklı bir bağ kurabildiğini düşünürüm. Işıklıdır hayret edebilen kişi. İlham almayı da vermeyi de iyi bilir ve depresif hallerden geçip güçlenmeyi de…

Dönüp arkamıza bakmaktan korkmadığımız, hayreti bol, müziği güzel bir yıl dilerim. Spotify'le başladım madem, yılın son yazısını geçen yıl en çok dinlediğim şarkılardan biriyle bitireyim.

 


Tuğçe Isıyel Kimdir?

Klinik Psikolog/Psikoterapist. Londra'da Middlesex Üniversitesi'nde ve Türkiye'de psikanalizle ilgili çeşitli eğitimler aldı. EFTA-Avrupa Aile Terapisi Derneği (European Family Therapy Association) tarafından sertifikalanan Aile ve Çift Terapisi eğitiminin temel ve ileri düzeyini tamamladı. Kurucusu olduğu Polente Psikoloji’de yetişkin, çift ve aile alanında psikoterapist olarak çalışmaktadır. Aynı zamanda “Psikanalitik Edebiyat Okumaları” isimli bir atölye çalışması yürütüyor ve çeşitli dergilerde inceleme, deneme, eleştiri türünde yazılar yazıyor. Ya Hiç Karşılaşmasaydık isimli kitabın yazarıdır. Tezer Özlü’ye Armağan kitabına yazılarıyla katkıda bulunmuş, İstanbul’un Sakinleri adlı öykü kitabını ise yayıma hazırlamıştır.