Dördüncü gücün nefreti

Holdinglerin bünyesindeki medya kuruluşlarında o dönemki baskın siyasi gücün ideolojisine yakın bir yayın politikası ortaya çıkıyor. Bu da medyada nefret söyleminin görünürleşmesine yol açıyor.

Google Haberlere Abone ol

Türkiye’nin çok kültürlü toplumsal yapısında kamusal alanda görünür olup bir tartışmanın öznesi haline gelen hemen her grup, medyada hakarete, aşağılamaya, hedef göstermeye maruz kalmıştır. “Nefret söylemi” barındıran bu içeriklerin tek sebebi elbette sadece Türkiye’de medya dilinin seviyesiz olması değildir.

“Her şey sınıfsaldır” ön kabulünden yola çıkarsak medya, nefret söyleminin kaynağı değil, sadece görünürleştiği alan olabilir. Nefretin kaynağı ise hem siyasal gücün hem medya araçlarının kimin elinde olduğu ile doğrudan ilişkilidir. 

MEDYA-SERMAYE-SİYASET

Medya, sermaye ve siyaset arasındaki ilişki sadece Türkiye’de değil, “demokrasi” ile yönetilen her ülkede tartışma konusudur. Bu alandaki çalışmalarda medyanın, demokrasilerde yasama, yürütme ve yargıdan sonra “dördüncü güç” olarak anıldığına sık sık vurgu yapılır. Egemen güçlerin kamuoyunu yönlendirebilmek için medya araçları üzerinde kontrol yetkisine sahip olma isteği de genel bir kabuldür.

Türkiye’de konjonktüre göre siyasi güç sahipleri değişiyor, tartışmanın odağındaki grup değişiyor, medya kuruluşlarının sahipleri değişiyor ama bu üç değişken arasındaki ilişki değişmiyor.

O günkü tartışmanın ilgilendirdiği kesime göre kimi zaman mülteciler ve yabancılar, kimi zaman bu ülkenin vatandaşı LGBTİ+’lar, dini ve etnik azınlıklar, kimi zaman da siyasi hareketler medyada nefret söylemine maruz kalıyorlar. Hatta sınıf içi tartışmaların ortalığa saçıldığı zamanlarda daha az siyasi güce sahip iş insanları ve politikacılar da su taşıdıkları değirmenin nefretinden nasibini alıyor.

MEDYA SEKTÖRÜNDE HOLDİNGLEŞME

Her ne kadar AKP iktidarındaki son 20 yıl, hem medyadaki “sahiplik” savaşlarıyla hem de toplumsal kutuplaşmanın neden olduğu iklimle nefret söylemi konusunda can sıkıcı örnekler sunsa da Türkiye’de medya, sermaye, siyaset ilişkisinin daha eski bir tarihi var. Bu tarih içinde tirajı yüksek medya kuruluşlarının el değiştirdiği, sektöre yeni sermayedarların girdiği, holdingleşmenin öne çıktığı 80’li ve 90’lı yılların da ayrı bir yeri bulunuyor.

Örneğin 1979 yılında Karacan Ailesi’nden Milliyet’i satın alarak medya sektörüne giren Aydın Doğan, 1994’te Simavi Ailesi’nin kurduğu Hürriyet’i de satın alarak anaakım medya olarak tarif edilen, reklamların büyük kısmını kendisine çeken, ülkede okuyucu kitlesi ve etki alanı en geniş yayın organlarından ikisinin sahibi oldu.

1980 yılında holdingleşen Doğan, Milliyet ve Hürriyet’in yanı sıra Radikal, Posta, Fanatik gibi gazetelere de sahip olarak yatay tekelleşme adımları atmış, televizyon, radyo, dergi, haber ajansı ve dağıtım şirketi gibi medya sektörünün farklı alanlarında da faaliyet göstererek dikey tekelleşmeye de örnek oluşturmuştu.

Kuşkusuz 1948 yılında Hürriyet’i kuran Sedat Simavi ve 1950 yılında Milliyet’i kuran Ali Naci Karacan ile Aydın Doğan’ın medya sektörüne girmesindeki motivasyon aynı değildi. Hem Sedat Simavi hem Ali Naci Karacan, 20’li yaşlarından beri mesleğin içindelerdi. Aydın Doğan ise sektöre zaten vergi rekortmeni bir iş insanı olarak giriyordu.

Doğan Holding’in bünyesinde bankacılık, otomobil, turizm, tekstil, enerji gibi medyaya göre çok daha karlı olabilecek sektörlerde faaliyetleri olan şirketler de bulunuyordu. Medyaya da zararına girmediğini tekelleşmeye yönelik adımlarından ve çalışanlarının sendikalaşma çabalarına karşı tutumundan biliyoruz. Ama dördüncü gücün en güçlüsü olmanın kâr dışında getirileri de var.

Sektöre giren birçok sermayedar, medya gücüne sahip olmanın getirdiği prestij ve siyasetçi ve bürokratlarla ilişkilerin sağladığı ayrıcalıklar ile kamu ihalelerinde avantajlı konum elde edebilme, devlet bankası kredilerinden ve vergi indirimlerinden daha kolay faydalanabilme, diğer sektörlerdeki yatırımlarının pazarlamasını yapabilme, hatta rakiplerinin reklamlarının önünü kesebilme gibi farklı getiriler elde edebiliyorlar.

Medya kuruluşlarının holdinglerin bünyesinde bulunmasının uzantısı olan tüm bu ilişkiler ağı, sahiplerin içeriklere müdahalesini de beraberinde getiriyor. Örneğin enerji sektöründe bir kamu ihalesine girmeye hazırlanan medya patronunun gazetesinde ihaleyi açan devlet kurumunda yaşanan yolsuzluklarla ilgili haberler olması eşyanın tabiatına aykırı bir durum olur. Daha da ötesi, holdinglerin bünyesindeki medya kuruluşlarında o dönemki baskın siyasi gücün ideolojisine yakın bir yayın politikası ortaya çıkıyor. Bu da “bağımsız” yayın organı olma iddiasını yok ediyor ve eklemlenen siyasi gücün düşmanlaştırdığı gruba yönelik nefret söyleminin medyada görünürleşmesine yol açıyor.

Örneğin geçtiğimiz günlerde Hürriyet ile yolları ayrılan Ertuğrul Özkök’ün genel yayın yönetmenliği yaptığı dönemde, sonraki albümünde Kürtçe şarkı kaydedeceğini açıklamasının ardından dönemin Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yargılanan ve yurt dışına çıkan Ahmet Kaya için “Vay şerefsiz” başlığının atılması, ya da Atatürk Uluslararası Barış Ödülü'nü kabul etmediği için Güney Afrikalı lider Nelson Mandela ile ilgili haberde “Çirkin Afrikalı” başlığını kullanılması, o dönemin siyasi güç sahipleri ile Aydın Doğan arasındaki ilişkiden bağımsız değildir.

Bugünlerde yurt dışından paylaştığı videolarla sosyal medyada viral olan Cem Uzan da aynı dönemlerde Türkiye’deki ilk özel televizyon kanalını kurma girişimi ile medya sektörüne giriş yapan sermayedarlardan biriydi. Doğan Holding gibi Uzan Grubu da bünyesindeki İmar Bankası, Kepez Elektrik, Telsim gibi kuruluşlarla birbirinden farklı sektörlerde faaliyet yürütüyordu. Hatta Cem Uzan, Aydın Doğan’dan farklı olarak medyadaki gücü ile siyasete de atılmıştı. AKP’nin iktidar olduğu 2002 seçimlerinde yüzde 7’lik ciddi bir oy oranına ulaşan Uzan, yüzde 10 seçim barajını geçememiş olsa da Meclis’teki koltuk dağılımını etkilemeyi başarmıştı.

Uzan Grubu da bir yandan kamu ihaleleri alıyor, bir yandan da televizyon, radyo ve gazete gibi medya sektörünün farklı alanlarında yayıncılık yapıyordu. Bir dönem Türkiye’nin tirajı en yüksek gazetesi konumuna gelen Star Gazetesi’nin 28 Şubat sürecinde İBDA-C örgütü lideri olduğu suçlamasıyla ömür boyu hapis cezasına çarptırılan Salih Mirzabeyoğlu’nun yüzü kesikler içindeki fotoğrafını kullanarak “Tıraş olurken yüzünü kesti” başlığını kullanması ya da Galatasaray’ın UEFA Kupası Yarı Finali’nde İngiltere ekibi Leeds United ile oynadığı maçtan önce çıkan olaylarda ölen iki İngiliz’e gönderme yaparak maçtan sonra “Two size” başlığının atılması da Uzan Ailesi’nin dönemin siyasi güçleri ile kurduğu ilişkiden ayrı düşünülemez.

AKP'NİN HAVUZU

AKP’nin 2002 seçimlerini kazanarak iktidara gelmesinin medya sektöründe de yansımaları oldu. 2002 öncesinde sektöre giren sermayedarlardan Uzan Grubu ve Doğan Grubu, AKP iktidarı döneminde medya sektöründen çıktı. Sektöre 90’lı yıllarda giren Çukurova, Ciner ve Doğuş grupları, 2002’den sonra da medya sektöründe faaliyet göstermeye devam etmeyi başaran sermaye grupları oldu. Kalyon ve Demirören gibi yeni sermaye grupları da bu dönemde medya sektörüne girdi.

Uzan Ailesi’nin sahibi olduğu İmar Bankası’na 2003 yılında el konuldu, bir yıl sonra ise ailenin sahibi olduğu 219 şirket, TMSF’ye devredildi. Doğan Holding de 2009'da tüm kamu ihalelerinden menedildi. Aynı yıl Doğan Medya’ya yaklaşık 6,5 milyar liraya yakın bir vergi cezası kesildi. Yeni dönemin siyasi güç odaklarıyla savaşından mağlup ayrılan Aydın Doğan, Doğan Medya’yı 2018 yılında 916 milyon dolar karşılığında Demirören’e satarak medya sektöründen çıkmış oldu.

Medya araçlarının mülkiyeti el değiştirmiş olsa da medya, sermaye, siyaset arasındaki ilişki bu dönemde de değişmedi. Aksine, siyasi gücün tek elde merkezileştiği 2010’lu yılların sonlarıyla birlikte medya sektöründe de tek seslilik ortaya çıktı. Medya araçlarını elinde bulunduran sermaye grupları ile iktidar arasındaki ilişkiler ise kamu ihaleleri, kamu bankalarından çekilen krediler, borç yapılandırmalar ve vergi indirimleriyle önceki dönemlerdeki gibi devam etti.

ATV, Sabah, Fotomaç gibi yayın organlarından oluşan Turkuvaz Medya’yı bünyesinde bulunduran Kalyon Grup, aynı zamanda kamu ihaleleri kazanarak 3. Havalimanı, metrobüs yolu, stadyum, termik santral, boru hattı, devlet hastanesi gibi inşaat faaliyetlerinde bulunuyor.

Bu sermaye grubunun sahipliğinde olan Sabah Gazetesi’nde yayınlanan, “Bu suça ortak olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzaladıkları için KHK ile akademiden ihraç edilen 1128 Barış Akademisyeninin hedef gösterildiği 9 Şubat 2017 tarihli “Akademisyen ihracının perde arkası: Talimat Bese Hozat’tan” başlıklı haber, Kalyon Grup’un medya sektörü dışında yürüttüğü projelerin ve siyasi güç sahipleriyle ilişkilerinin de doğal bir ürünü elbette.

Hürriyet, Milliyet, Kanal D, CNN Türk, Doğan Haber Ajansı gibi medya kuruluşlarının bulunduğu Doğan Medya’yı satın alan Demirören de Ziraat Bankası’ndan çektiği 750 milyon dolarlık kredi borcunu geri ödememesi ve 2 milyar dolara yakın olan borcunu yapılandırmaya çalışmasıyla gündemde olmaya devam ediyor.

Aynı Demirören’in sahibi olduğu Hürriyet Gazetesi’nde “İzmir’de Suriyeli gerginliği”, “Gürültü yapan Suriyelileri uyaran baba-oğul bıçaklandı”, “Şanlıurfa'da Suriyeli gerginliğine biber gazlı müdahale”,  “Gaziantep’te Suriyelilerin yardım izdihamı”, “Kayseri'de Suriyelilere tepki yürüyüşü” gibi Suriyeli mültecileri suçla ilişkilendiren haberlerin çıkması, yine aynı gazetede Kıbrıs açıklarındaki sondaj çalışmaları nedeniyle gerilimin tırmandığı bir dönemde “Rum-Yunan ikilisi masayı yine devirdi”, “Yunan bakandan yine küstah açıklama” başlıklı haberlerin çıkması, Milliyet Gazetesi’nde “Ermeniler 500 bin Müslüman’ı katletti” başlığıyla bir haberin yayınlanması gibi, farklı olaylarla ilgili birden çok etnik grubun hedef alan içerikler üretilmesi, nefret dilinin hangi koşullarda oluştuğunun anlaşılması açısından önemli örnekler olarak sayılabilir.

Haberlerinde kullandığı nefret söylemi içerikli ifadelerle bu konuda ilk akla gelen medya kuruluşlarından birisi olan Yeni Şafak’ı bünyesinde bulunduran Albayrak Grubu da metro, liman, hastane gibi kamu ihaleleri ile aldığı büyük inşaat projelerini sürdürüyor.

Geçtiğimiz günlerde Ankara’da resmi törenle karşılanan Birleşik Arap Emirlikleri Veliaht Prensi Muhammed bin Zayed için 23 Ekim 2020’de atılan “Şerefsiz bunlar” manşeti, kayyum rektörü protesto eden Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerini hedef gösteren 3 Şubat 2021 tarihli “Öğrenciden çok terörist var” başlığı, Kürt ailelere yönelik Ankara, Afyon ve Konya’da birbirine yakın tarihlerde gerçekleşen saldırılar üzerine ortak açıklama yayınlayan 15 ilin barosu için kullanılan “Kandil’in baronları” ifadesi Yeni Şafak’ın kullandığı nefret dili konusunda ilk akla gelen örnekler.

Medyada nefret söylemine maruz kalan gruplarla dönemin siyasi güçleri ile çatışma yaşayan gruplar arasındaki paralellik bariz şekilde görülüyor. Diğer yandan, toplumsal yapıdaki ve sermayedeki kutuplaşmanın, medyada da kendisini aynı şekilde yarattığını söyleyebiliriz. Bugün muhalefet partilerine yakınlığı sır olmayan yayın organları da kutuplaşmış medya sektöründe güçlü bir pozisyon elde ettiler. Bu durum, muhalefete yakın yayın organlarında iktidarın politikaları gösterilen tepkisellik nedeniyle toplumun bazı kesimlerine karşı nefret söyleminin oluşmasına da neden oldu.

Örneğin hükümetin Avrupa Birliği ile ilişkilerinde bir koz haline getirdiği mültecilerle ilgili iktidara yakın medya kuruluşlarında sadece üçüncü sayfa haberlerindeki adli olaylarda ayrımcı bir dile rastlanırken iktidarın göç politikasını eleştiren “muhalif” basında daha yüksek bir tondan, doğrudan mültecilerin etnik kimliklerini ve Türkiye’deki varlıklarını hedef alan bir nefret dili ortaya çıktı. Nefretin nefreti doğurması olarak bakabileceğimiz bu durum da ayrıca tartışılmaya muhtaç.

***

Toparlamak gerekirse medyada nefret söylemi, AKP iktidarından, kutuplaşmanın bu kadar sert bir hal almasından önce de vardı. Ancak ister iktidara eklemlenmiş ister muhalefet partilerine yakın hareket eden medya gruplarında, ister internet gazeteciliği yapan “bağımsız” medya kuruluşlarında nefret söyleminin normal bir olgu, işin doğası gereği ortaya çıkan bir sonuç olarak kabul edilmemesi, aksine nefret söyleminin oluşmasına sebep olan süreç ile mücadele edilmesi gerekir.

Bugün etki alanı ve demokrasilerdeki denetleyici rolü nedeniyle dördüncü güç yakıştırması yapılan medyanın “bağımsızlığının” sahiplik olgusu altında ezildiği bir gerçek. Önümüz seçim. Bugünlerde yüksek sesle konuşulan iktidar değişikliği, artık bir temenniden çok sonrasına hazırlık yapılan bir gerçekliğe dönüşmüş durumda. Tıpkı 12 Eylül gibi, 2002 seçimi gibi, bu beklenen iktidar değişikliğinin de medya sektörüne yansımaları olacak.

Geçtiğimiz günlerde Aydın Doğan’ın iktidar değişikliğinin ardından medya sektörüne geri döneceği iddialarının haber olması, doğruluk payı olsun ya da olmasın, medyayı bekleyen dönüşümle ilgili de ipuçları veriyor. Olası iktidar değişikliğinde medya sektöründeki şirketlerini inşaat sektöründen kazandıkları kamu ihaleleri ile finanse eden birçok sermaye grubunun batma noktasına geleceğini ve medya kuruluşlarını elden çıkarmak zorunda kalacaklarını tahmin etmek zor değil. Medyada sahiplik olgusunu kaldıracak bir iktidar değişikliği beklemek gerçekçi değil. Bu yüzden yeni siyasi güç sahibi olacak kesimlerle medya, sermaye, siyaset arasındaki zincirin kırılması ve nefret söylemini oluşturan iklimin önüne geçilmesi için mücadele etmek herkes için mecburi görünüyor. 

 

Bu yazı, Türkiye'den IPS İletişim Vakfı/bianet'in de paydaşlarından olduğu uluslararası Direnç Projesi kapsamında medyada nefret söylemi ve dezenformasyon konularını örneklendiren eleştiri yazılarının yer aldığı "Gazetecilikte Direnç Yazıları" dizisi kapsamında yayımlanmıştır.