Dört düşünür tartışıyor: Gelecek Daha Güzel Günler mi Getirecek?
Steven Pinker, Matt Ridley, Alain de Botton ve Malcolm Gladwell'in günümüz tartışmalarından olan 'gelişim'i ele aldığı 'Gelecek Daha Güzel Günler mi Getirecek?' Domingo Yayınevi tarafından yayımlandı.
Ali Eroğul
Geçtiğimiz yüzyıl boyunca büyük insani dramlar, salgınlar, ulusal kurtuluş ve dünya savaşlarının sebep olduğu on milyonlarca ölüme rağmen, bilim ve teknolojideki ilerleme, beslenme, barınma ve sağlık koşullarının iyileşmesiyle nüfus arttı. 1900’lerin başında iki milyara yaklaşan insan sayısı, aynı yüzyılın sonunda bunun üç katını aştı. Tarihçi Eric Hobsbawm yirminci yüzyılı ele aldığı çalışmasına Aşırılıklar Çağı ismini verdiğinde şüphesiz ki aşırı nüfus artışına da vurgu yapmıştı. Sanayi Devrimi'nden itibaren insanlığın, dünyanın taşını toprağını, havasını, suyunu, kimi zaman güzellikle, kimi zaman evde terör estiren zalim bir babanın hoyrat tavrıyla, yani zorbalıkla, baskıyla kendisine tabi kılması adım adım gerçekleşmiş; artık insan çağı (Antroposen) olarak adlandırılan yeni bir dönem gelmişti. Baba, hanedekileri hizaya sokmuş, görünürde düzeni sağlamıştı. Yerküre onun ekseni etrafında dönebilirdi.
Peki adım attığımız bu Antroposen çağında, dünya vatandaşları olarak geleceğe iyimser Pollyanna’nın mı yoksa kötümser Kasandra’nın mı gözleriyle bakmalıyız? Bir taraftan ekonomik refah, kişisel gelişim ve teknolojik atılımlardan faydalanırken, diğer taraftan artan eşitsizlik, iklim değişikliği, göçler ve yeni salgınlarla boğuşuyoruz. Yirmi birinci yüzyılın bu ilk yarısında altın çağı mı yaşıyoruz, yoksa karanlık çağa doğru mu ilerliyoruz? Bu soruların cevaplarını bulmak için, 2015 yılında Munk Buluşmaları kapsamında dört düşünür-yazar, üç bin kişilik bir izleyici topluluğunun önünde buluştu ve kıyasıya tartıştı.
Bir yanda, gelecekten ümidini kesmeyen Steven Pinker ve Matt Ridley’in hayat dolu iddialarını, diğer yanda, kıyameti iple çeken Alain de Botton ve Malcolm Gladwell’in iç karartan tespitlerini karşılaştırmalı okuyor ve dünyanın geleceği hakkında derin düşüncelere dalıyorsunuz. Oturumu yöneten Rudyard Griffits, taraflara tezlerini savunmaları için sekizer dakika süre vermiş. Tıpkı bir lise yarışması gibi düzenlenen etkinlik öncesinde, salondakilere hangi görüşe daha yakın oldukları sorulmuş, izleyicilerin yaklaşık yüzde 71’i iyimserlerin tarafında yer almış.
İlk sözü alan Steven Pinker, yaşam süresinin uzaması, çiçek, çocuk felci gibi salgın hastalıkların kontrol altına alınması, aşırı yoksulluğun azalması, uluslararası savaşların -neredeyse- bitmesi, cinayet oranlarındaki düşüş, temel eğitim alan insan sayısındaki artış, idam cezası, insan ticareti, kadın sünneti gibi insan haklarına aykırı konularda yol alınması, cinsiyet eşitliği ve son olarak dünyanın her yerinde zekâ katsayısı olarak bilinen IQ oranında yaşanan yükseliş nedeniyle iyimser. Dünya, karanlık salonda her yeri aydınlatan bir disko topu sanki. Gerçekten de, Pinker’in saydıkları son elli altmış yılda hayat standardını yükselten gelişmeler. Pinker kötümserlerle dalga geçmek için bilim kurgu distopyalarını hatırlatıyor ve hep korkulan senaryo, yani nano robotların dünyayı ele geçireceği iddiasıyla dalgasını geçip 2000 yılında uygarlığı kilitleyeceği tahmin edilen bilgisayar hatasını anımsatıyor. Milenyuma girerken bir dijit hatasıyla tüm verilerimizin silineceğinden bizler de korkmadık mı? Ona göre tek büyük tehlike iklim değişikliği, geleceğe umutla bakan bir liberal olarak meselenin ekonomistler tarafından üstesinden gelinebileceğini iddia ediyor. Karbon vergisi, yenilenebilir dördüncü kuşak nükleer enerji çalışmaları dünyayı bir felaketten koruyabilir.
Steven Pinker’e ilk itiraz Alain de Botton’dan. Botton’un dört temel itirazı var. Birincisi, bilginin cehalet karşısında galip geleceğine inanmamız; kendisi o örneği vermese de akıllara günümüzde internetin sağladığı iletişim imkânlarıyla sayıları her geçen gün artan düz dünya savunucuları geliyor. İkincisi, yoksulluğun ekonomilerin büyümesiyle yok olacağını varsaymamız. Bugün yüzde on oranında yoksul insandan bahsediyoruz, sekiz yüz milyon kişi, yani kabaca Güney Amerika nüfusunun iki katı yoksul var. Kapitalist sistem, varlık koşulu gereği eşitsizlik üretiyor. Üçüncüsü, uluslararası düzenlemelerin savaşları engelleyeceğini ummamız. 1990’ların ortasında Avrupa’nın göbeğinde yaşanan Bosna savaşında ölen iki yüz binden fazla insanı ne çabuk unuttuk. Sınırlarımızın hemen ötesindeki Suriye iç savaşının getirdiği yıkım ve göç dalgasının artçı etkileri hâlâ sürüyor. Tarihin herhangi bir döneminde olmadığı kadar çok sayıda —lakin işe yaramayan— afili uluslararası sözleşme ve anlaşmaya boğulmuş durumdayız. Son olarak, tıptaki harika buluşların hastalıkların kökünü kazıyacağı beklentisi. Henüz Covid-19 pandemisi içinde olduğumuzu hatırlayalım. AIDS, SARS, Ebola ve Zika virüsleri karşısındaki çaresizliğimizi de.
İsviçreli Alain de Botton, kendi ülkesinde bütün bu sorunların geniş ölçüde çözüldüğünü, ancak yine de toplumda tam huzurun olmadığını savunuyor. Önerdiği kavram karamsar gerçekçilik. Beynimiz, çok güçlü dürtüleri olan, bazı eğilimlere karşı bağışıklık ve yardım girişimlerine direnç gösteren kusurlu bir ceviz; dolayısıyla sorunlar devam edecek.
Matt Ridley de bir iyimser: Kötümserliğin, hatta kıyametseverliğin insana içkin bir bakış açısı olduğunu göstermek için filozof John Stuart Mill’in sözünü hatırlatıyor: “İnsanlar, diğerleri umutsuzluk içindeyken umut eden kişiye bilge gözüyle bakmaz, ama diğerleri umut ederken umutsuzluk içinde olanlara bilge gözüyle bakarlar.” Ridley’nin iyimserlik gerekçesi, yeni buluşlar ve internetin yaygınlaşmasıyla taze fikirlerin kolayca birbirleriyle etkileşime geçebilmesi. Küresel köy söyleminin bayraktarı. Çevre sorunları olduğunu kabul etmekle birlikte çevrecilerin çabalarıyla türlerin tükenme hızlarının yüz yıl öncesine göre yavaşladığını, en büyük iklim sorunlarının yoksul ülkelerde olduğunu belirtmiş. Dolayısıyla, bunlar bizi ilgilendirmiyor mu? Uydu görüntülerine göre gezegenimiz yeşilleniyor; hatta otuz yıl öncesine göre daha yeşil değil mi? Oysa artık Amazon ormanları bile tehlikede.
Son olarak, kötümser Malcolm Gladwell çıkıyor karşımıza. Gladwell tartışmaya daha felsefi bir bakış açısı getirmek istediğini belirtmiş. Tarihte ilerleme fikrine saygı duyduğunu, örneğin on sekizinci yüzyılın on yedinci yüzyıldan, 1975’in 1950’den birçok alanda elbette daha iyi olduğunu, üretimin de tüketimin de arttığını, fakat geleceğe doğru bakıldığında “daha farklı” bir dünya gördüğünü ileri sürüyor? Gladwell’in "daha farklı"dan kastettiği ne? Evet belki bir kıtlık tehlikesi yok, ama Amerika’nın güneyini silip süpürebilecek bir mega kasırga ihtimali var. Dijital bir 11 Eylül saldırısıyla elektriğin belki bir haftalığına, belki daha uzun bir süreliğine kesilmesi olasılığı canlı. Nükleer silahsızlanma anlaşmalarıyla atom bombalarının kontrolü sağlanmakla birlikte teröristlerin gerçekleştirebilecekleri biyolojik bir saldırı nedeniyle milyonlarca insanın ölmesi pekâlâ mümkün. Dolayısıyla mutluluk oyununa, yani bir nevi Pollyannacılığa lüzum yok. Daha farklı bir yöne doğru gidiyoruz.
İki turlu münazaranın sonunda, oturumu yöneten Rudyard Griffits ek sorular ve yorumlarıyla tartışmayı genişletiyor. Kapanışta yapılan ankette, ilk önermeyi doğru bulanların sayısı yüzde 2 oranında artmış. Sonuç olarak Steven Pinker ve Matt Ridley izleyicileri ikna etmiş gözüküyor. 'Gelecek Daha Güzel Günler mi Getirecek?', ek yorumlar ve söyleşilerle zenginleşen bir kitap.
Başlangıçta verdiğimiz insan-baba benzetmesine geri dönersek, bize göre, babanın kendisine şöyle bir çekidüzen vermesi, karısı ve çocuklarıyla eşit, özgür ve kardeşçe bir düzen kurması hâlâ mümkün. Umut tükenmez.