Dört günlük bir şey!
“Dil” değişmiyor; ama “koparma” şahsa göre değişiyor.
Cumhurbaşkanı sakin ve iyi bir şey yaptı, “Camideki sözlerim Sezen Aksu’ya değildi” dedi.
Belki duymamışsınızdır! Geçen cumaydı, Sezen Aksu’nun eski bir şarkısındaki “Adem Havva” konusunda, “O dilleri koparırız, koparınız” manasındaydı sözleri.
Dört-beş gün oldu işte!
Tabii aklınıza, “Neden onca tehditkâr, linçsever kapı önüne, sosyal medyaya, nefret seferberliğine yığıldıktan sonra şimdi düzeltiliyor?” sorusu gelebilir.
NTV’de soru soranların aklına pek gelmedi.
Tabii aklınıza, “Peki ama o zaman kimin için söyledi?” sorusu gelebilir. Cumhurbaşkanı, “genel” dediyse de “Adem ile Havva ve kutsal değerler” odağında, dil koparma baki kaldı.
Bu durumda, Sezen Aksu “Şarkılarıyla insanımızın duygularına tercüman olmuş bir sanatçı” olarak dört günlük bir şey sonunda koparma-kapsama alanı dışına çıkartılırken…
Misal, Malatyaspor’un rakipleri ve onların taraftarları, Beşiktaş’tan yetişme, Kasımpaşa ve Galatasaray’da da oynamış Adem Büyük’e herhangi bir şey derken yine de dikkat etsinler!
Buradaki sorunumuz şu:
“Dil” değişmiyor; ama “koparma” şahsa göre değişiyor.
“Koparma”yı da karıştırmayın. Misal, erken kaybettiğimiz Naim Süleymanoğlu Olimpiyat Şampiyonu ve dünya rekortmeni olurken “Koparma”da 152,5 kilo kaldırmıştı. Bu o değil. Onda, bir hamlede kaldırdığın halteri nazikçe yere indiriyorsun.
Esasen cumhurbaşkanlarının ve bir gün yine olursa başbakanların, liderlerin ve böyle yüksek konumlarda olanların, eleştiriyi, espriyi kaldırması lazım.
O vakit mesela, bir gazeteci, bir kadın da gece yarısı evinden, çocuğunun yanından götürülüp daha nöbetçi hâkim karşısına bile çıkmadan, yüksek makamlardan “Haddini bildirme” talimatı gelmeyebilir.
Öyle öyle daha huzurlu bir ülke de olabilir mi acaba?
Ömrüm boyunca epey cumhurbaşkanı, başbakan, Genelkurmay başkanı gördüm. Birçoğuna gazeteci olarak tanık oldum, sevsem de sevmesem de hemen hepsiyle tanıştım.
Ahmet Necdet Sezer, Tansu Çiller, Abdullah Gül ve bir de son Genelkurmay başkanları dışında yaşayan kalmadı sanırım. Unuttuysam, Ahmet Davutoğlu ve Binali Yıldırım’dan özür dilerim.
Unutmadıklarımın hepsi karikatür, fıkra, sert eleştiri, espri ve taklide muhatap oldu.
12 Eylül döneminde bile en parlak yayın organı Oğuz Aral’ın Gırgır dergisi ve okuluydu.
İlk çalıştığım gazete olan, bir zamanlar sokağın nabzını müthiş tutan, biraz da aklını yamultan Günaydın ile aynı yayın grubunda, aynı mütevazı binadaydı Gırgır.
İkisinin de sahibi Haldun Simavi, elbette “anarşist” değildi ama 12 Eylül darbesinin en taze olduğu dönemde, Kenan Evren’in “Gazete sahip ve yöneticilerinin Ankara’da brifinge gelmesi” emrini takmadı bile… Gitmedi!
O tavır benim gibi “soldan” bir gencin, çiçeği burnunda bir gazetecinin saygısını kazanmıştı.
Gazete kısmen bulvar gazetesiydi (gerçi biz içinde 4 sayfa ciddi, siyah beyaz “halk için, halktan yana” günlük Ekonomi eki yapıyorduk) ama…
İşte patron bağımsız gazetecilik adına bir şahsiyet koyabiliyordu!
Hem de mecazî değil, gerçek manada astığı astık kestiği kestik birine!
Çeyrek asırdan daha fazla bir zaman geçmişti. 28 Şubat dönemi işte.
General Çevik Bir (ve Genelkurmay Başkan Karadayı) beni Milliyet’ten kovdurmak için baskı yapıyordu. (O sırada o müdahaleye, baskı düzenine de karşıymışım.) Sonra başka isimler de eklediler.
Ardından dava açtılar. Üstelik mahkemeye “Duruşmanın safahatı hakkında Genelkurmay Başkanlığına bilgi verilmesi” diye yazı, yani emir gönderdiler.
Hâkime “Ben size, Milliyet Gazetesi’ne bilgi verilmesi, diye bir yazı verebiliyor muyum? Hukuk karşısında eşitlik nerede?” diye sordum.
O zamanlar da talimat alan savcılar, hâkimler vardı ama almayanlar, bunu hukuka ve onurlarına aykırı bulanlar da çoktu. Geçmiş zaman işte! Genelkurmay baskısına rağmen dava reddedildi.
O sıralar kovdurma baskısına direnen gazete sahibi Aydın Doğan “ortamı yumuşatmak için” General Bir’i Milliyet’e davet etti. Bütün yazar ve yöneticileri de kendi toplantı odasına, Bir brifingine çağırdı.
Aynı kattaydı odam, o sıra oradaydım, ama gitmedim. Aklıma Haldun Simavi de gelmişti!
Bu olayı kendim yazmadım, çünkü gidenlere ayıp olurdu! Ta ki bir gün Taha Akyol yazıp “Hepimiz Çevik Bir’in brifingine katıldık. Bir tek Umur Talu reddetti” diye yazıp kayda geçirene kadar.
Yani…
Nihayetinde bizim meslek eleştiri, sorgulama, anlama-anlatma işiyken, omurgası da dik durabilmekti. Her vatandaşın, sanatçının da hakkı ve vicdan, kanaat, ifade özgürlüğü olan ilkeler işte.
Siyasetçinin, yöneticinin işinin ve karakterinin bir parçası ise buna tahammül olmalıydı. Olmuyor işte!
Aslında yıllarca oldu.
Demirel, Özal, Ecevit, Erbakan ve daha birçoğu, az sayıda dava dışında, hep tahammül etti. Hatta gülümsedi bile.
Metin Akpınar, Zeki Alasya, Kemal Sunal, Ferhan Şensoy, Müjdat Gezen, Nejat Uygur ve birçokları siyasal mizahları, eleştirileri, esprileri, taklitleri sayesinde de toplumun ruhuna uzandı, bütünleşti, onu zenginleştirdi.
Devekuşu Kabare, kafasını kuma gömmeyen bir eleştiri büyüsüydü mesela.
Şimdi…
Üçünü de seviyorum. Üçüyle de merhabamız, selamımız var. Üçü de çok zeki, çok değerli, iyi ki varlar.
Ama…
Yılbaşı gecesi Cem Yılmaz, Yılmaz Erdoğan ve Ata Demirer’in üçünü de izledim.
Dijital kanallar için yapmışlardı programlarını. Bol espri vardı ama dişe dokunur, hatta en ufak bir “politik eleştiri esprisi” yoktu galiba. Belki vardır da ben anlamışımdır!
Bunun günahı onların değil. “Ortam” böyle!
Bu kuraklık, bu çoraklık en çok onların canını sıkıyordur.
Keşke yönetenlerin canını da sıksa. Dört gün düşündükten sonra da olabilir!
Çok sevdiğim “Dört günlük bir şey” parçasında, Sezen Aksu diyor ki:
“Şimdi çok uzak bir
Hatıra gibi
O yaşadığımız
Boynumda bilmece gibi bir düğüm
Dört kısa günden bana
Bir garip sızı kaldı…
…
Dört kısa günde bilsen neler neler gördüm
Sahte ile gerçeğin karmaşasını…
…
Biliyor musun belki iyi oldu ama
Biz yere erken indik
…
Yaşandı ve bitti diye düşündük
Oysa bir duygusal yük vurduk yüreklerimize
Kırılıp döküldük…
…
Bir zamanlar gözlerimizde çiçek açardı
Biz hep umudu söndürdük.”
Bu elbette sevgi dolu, yine seven, insan yüreğini saran ve her duyguyu sezen Sezen parçası. Ben dört güne teşmil ettim.
Fakat nihayetinde vardığımız yer değişmiyor:
Biz hep umudu söndürdük!