Dostoyevski’nin köpeği

Kaldırımlarda buz tutan karların üzerinde umutsuzca bir lokma ekmek bekleyen köpeklerin üstünde belediyenin büyük bez afişi dikkatimi çekti. ‘Hizmette sınır yoktur!’

Fotoğraf: Pixabay
Google Haberlere Abone ol

Göle’de kış köpekler için bir cehennemdir. İçlerinden eğer bir peygamber çıksaydı, dinlerin kutsal kitaplarının aksine, cehennemi ateş kazanları ve kor ateşlerle değil, büyük ihtimalle buranın ayazıyla tasvir ederdi. Burada köpekler kışın sıfırın altında kırk dereceleri bulan dondurucu soğuklarda, kendilerine bir eşya kadar bile değer vermeyen insanların ve belediyenin gözlerinde boş yere merhamet dilenirler. Çoğu kimse onlarla göz göze gelme tenezzülünde bile bulunmaz. Vicdansızlık kara bir bulut gibi neredeyse herkesin göğünü kapatmıştır. Zaman her saniyesiyle acıtır onları. Kursaklarındaki boşluk, gözlerindeki feri yiyip tüketmiştir. Bitmek bilmeyen açlık nedeniyle bir deri bir kemik halde ayazda titreşir dururlar. Çoğu zaten kışı çıkaramadan, açlıktan ve hastalıktan bulanıklaşan gözleriyle, dünyaya son bir kez bakıp, buz tutmuş karın üstünde bir daha uyanmamak üzere kıvrılıp kalır. Onlar ölü ve yarı ölü halleriyle şehrin her sokağında varlar ama görülmezler. Bunun nedeni bir büyü değil, katmerli duyarsızlıktır. Çünkü onlar şehrin belediyesinin de halkın çoğunluğunun da gözünde ‘Sallaxana’dır.(1) Son tahlilde ‘İt’tirler! ‘İti mindere çıkarmanın ne anlamı var!’(2)

Onların çoğunun hikâyesi, çıkarcı, hayvan ‘sevgi’sini kendi riyakârlığının hamuruyla yoğuran bir ‘sahip’in evinde başlar, şehir merkezi denilen o kalpsiz dünyanın sokaklarına uzanır. Çoğu daha yavruyken sahipleri tarafından terkedilip, bu cehenneme fırlatılmıştır. Bunun gerekçelerini de hiç kimse gizleme ihtiyacı duymaz. Bu kişiler, mesela bir anne köpeği altı yavrusuyla, üstelik kışın eli kulağındayken şehrin çöplüğüne bıraktıklarında, dönüp arkalarına bakmayacak kadar insandırlar! Oysa sorulduğunda hayvan sevme şampiyonluğunu kimseye bırakmayacak kadar da kalplerinin şefkatle dolu olduğunu tereddüt etmeden söylerler. İlkel bir pragmatizmle, köylü kurnazlığını harmanlama konusunda kimse onlarla yarışamaz. Bu kişiler ineğini çok sever mesela. Çünkü sütünden, etinden, danasından faydalanır. Bilinen nedenlerle tavuğunu da sever. İş yaptırdığı sürece atını da sever. Ama atı biraz yaşlanıp, iş yapamaz hale geldiğinde, bir sonraki adımda aç kurtlara yem olacak biçimde yılkıya katar. Kazayla ayağı kırılan atı ise ya vururlar ya da kuytu bir yerde boğazlarlar. Abbas Sayar’ın, konusu Anadolu’nun orta yerinde geçen Yılkı Atı adlı romanı, bu acımasız ve duygusuz ilişkinin çarpıcı bir anlatımıdır. Romanda defterden silindiğini anladığımız atın hikâyesi karşısında iliklerimize kadar sarsılırız.

İnsanın hayvanla kurduğu ilişki başından beri bir iktidar ilişkisidir. Köle-efendi ilişkisi de denilebilir buna. İktidar varsa, doğal olarak bir hiyerarşi de vardır. Bu ilişkide insan, kendini piramidin en tepesine yerleştirir. Ama gerçeklerden koptukça da varlığını kibir ele geçirir ve duyarsızlaşır. İnsanın binlerce yıl önce evcilleştirdiği köpek, bu hiyerarşinin neredeyse en aşağısında kendine yer bulabilmiştir. Türü ve adı bir küfür ve hakaret olarak insanın diline yerleşmiştir. ‘Dostluk’ lafları ise sadece bir palavradan ibarettir. İktidar ilişkisiyle birleşen kibir, sadece köpekleri değil, hayatı da değersizleştirir.

Şehrin içinden alıp, kışın kuş uçmaz kervan geçmez bir yamaca taşıdıkları Göle otogarına indiğimde, beni ilk karşılayan, açlıktan iki büklüm olmuş, karnı birbirine girmiş, hayaleti andıran bir köpek oldu. Arka sol ayağını peşinden sürüklüyordu. Yüzüme bıçak gibi değen ayazı unutup, köpeğin gözlerine baktım. İçime aniden bir pişmanlık çöktü. Ayaklarım sanki beni tekrar otobüse binmeye zorluyordu. Otobüsten inen herkes bagajının derdindeydi oysa. Hava pusluydu. Köpek, ışığı tükenen gözleriyle kayıtsızca bakıyordu inenlere. Sanki hiçbir şey talep etmiyordu. Umut etmenin bile çok uzağına düşmüş gibiydi.

Köpeğin, içime oturan donuk bakışlarıyla şehrin merkezine geldiğimde, puslu hava biraz dağılmıştı.

Kaldırımlarda buz tutan karların üzerinde umutsuzca bir lokma ekmek bekleyen köpeklerin üstünde belediyenin büyük bez afişi dikkatimi çekti. ‘Hizmette sınır yoktur!’ Beş yıl önce de benzer bir afişe rastlamıştım. Belediyenin şehir merkezindeki köpeklerle ilgili tek projesi sanki görmezden gelmek ve ‘ne halleri varsa görsünler’ duyarsızlığıdır. İşin en acıtıcı yanı ise, bu duyarsızlığa karşı halkta neredeyse hiçbir itirazın olmamasıdır. İtirazın da ötesinde, böyle bir düşünce sanki hiç kimsenin aklının ucundan geçmiyor gibidir. Göle’de belediyenin ezelden beri sokaklardaki köpeklere birer can gözüyle değil, bir yük gözüyle baktığını herkes bilir. (Bu aslında memleketin de aynası niteliğindedir. İstisna değil, genelin bir yansımasıdır. Daha birkaç hafta önce başka bir belediyenin bünyesindeki barınakta aç kalan köpeklerin birbirlerini parçaladığını aktaran haberler okuduk.) Bu yüzden fırsatını bulduğunda, bu ‘yük’ten kurtulmak için zehirli iğnelere başvurmaktan da çekinmediği şehrin hafızasında diri halde duruyor. 

Kaldırımdaki köpeklerden biri, fırından elinde bir poşet dolusu ekmekle çıkan adama doğru seğirtir gibi oldu ama sonra vazgeçti.

Köpekler için burada açlık ve soğuk ölüm kadar ağırdır. Sıcak bir bakış ise zaten onlar için bir lükstür.

İranlı yazar Sadık Hidayet’in Aylak Köpek adlı romanında şu satırları okuyoruz:

“Onun yakarış dolu dertli bakışlarını ne gören oluyordu ne de anlayan. Fırıncının çırağı dükkânın önünde onu dövüyor, kasabınki taş atıyordu. Bir otomobilin gölgesine sığınacak olsa şoförün kabaralı ayakkabısıyla attığı tekmelere maruz kalıyordu. Herkes onu hırpalamaktan yorulunca, sütlaç satan çocuk ona işkence etmekten ayrı bir haz duyuyordu. Her iniltisi beline isabet eden bir taş demekti ve hayvan inledikçe çocuğun kahkahası yükseliyor… Herkes çocukla elbirliği etmişti sanki. Mezhebin lanetlediği, yedi canlı, pis bir köpeğe eziyet etmek çok doğal geliyordu onlara.”

Aslında son cümle, yaygın itirazlara rağmen geçtiğimiz aylarda kanun haline getirilen Hayvan Yasası’nın da temelini oluşturmuyor mu? Toplumda köpeklere karşı bir karşılığı olan önyargıların ve hurafelerin bir yasal kılıfa büründürülmesi…

Vicdansızlık ve önyargının önayak olduğu bir yasa, sadece köpeklerin değil, insan dâhil, bütün canlıların da yaşam hakkını tehdit eder.

İnsan ve iktidar eliyle, hayvanların içine hapsedildiği sevgisizlik ve acımasızlık dünyası, giderek onların ‘normal’ hayatı haline gelir. Köpekler bundan en çok payını alan türdür. Çarlık Rusya’sının Sibirya’ya sürgün ettiği Dostoyevski, Ölü Bir Evden Hatıralar(3) adlı romanında, insanların ördüğü bu acımasız dünyayı paramparça eden şu şefkat dolu satırları yazar:

“Cezaevinin köpeği Şarik’ten daha önce söz etmiştim. Akıllı, çok iyi bir köpekti. Onunla dosttuk. Ne var ki, halk arasında köpekler pis, yakınlık gösterilmemesi gereken hayvanlar olarak kabul edildiği için burada Şarik’e hemen hiç kimse ilgi göstermiyordu. Köpekcağız kendi halinde ortalarda dolaşıyor, avluda uyuyor, mutfak artıklarıyla karnını doyuruyor, herkesi tanımasına, efendisi olduğunu bilmesine karşın, hiç kimsenin ilgisini çekmiyordu. Mahkûmlar işten döndüklerinde nöbetçinin 'Onbaşı!' diye seslenmesi üzerine hemen kapıya koşuyor, her grubu sevinçle, kuyruğunu sallayarak, karşılığında küçücük bir şefkat görmek umuduyla herkesin gözlerinin içine bakarak karşılıyordu. Ama benden önce uzun yıllar beklediği şefkati hiç kimsede bulamamıştı. Bu yüzden en çok beni seviyordu.”

Yeryüzünü paylaştığımız canlıların yaşadığı cehennemin ortasına huzurlu bir dünyanın inşa edilemeyeceğini anlamak istemeyen bir insanlığın yakası hiçbir zaman bir araya gelmez. İnsanlar arasında olduğu kadar, insanların hayvanlarla ilişkisinde de bencillik ve kibir denilen o zehirli sarmaşıklar, sadece sevgisizlik, mutsuzluk ve aptallık üretir.(*)


NOTLAR:

(1) İşe yaramaz, tembel, sahibine bir faydası olmayan!

(2) ‘İti mindere çıkarmak.’ Değer vermemeyi, saygı duymamayı, itibar etmemeyi ima eder.

(3) Dostoyevski, İletişim yayınları, Syf, 310, 311 

(*) Bu yazı 2024 yerel seçimlerinden önce, 2023 kışında kaleme alınmış, sonradan bazı eklemeler yapılmıştır.