Dövülmüş kuşak
“Beat” sözcüğünü “dövülmüş” olarak çevirmemin sebebi bu kuşağın dövülse de yenilmediğine olan inancımdan. Sadece dövülmediler; tehdit edildiler, baskın yediler, hapse girdiler, kitapları yasaklandı...
Jack Kerouac, Playboy dergisinin Temmuz 1959 sayısında çıkan ve kendi kuşağının tarihini anlattığı ‘The Origins of the Beat Generation’ yazısına, boynunda bir haç kolye ile çekilmiş fotoğrafına sansür uygulamadan, yani kolyeyi fotoğraftan silmeden basan tek yayının New York Times olduğunu anlatarak başlar. Bu kolyeyi ona otostop çekerken kolaylık sağlayacağını düşünerek, yakın arkadaşı ve kuşağın en lirik şairi Gregory Corso kendi boynundan çıkarıp vermiştir. “Tanrımın haçını takmaktan niye utanayım ki?” deyip o her şeyi bildiğini sanan Marksistlere, Freudçulara “Bir milyon yıl sonra gelin, o zaman konuşuruz bunları, sizi gidi melekler!” diye sataşır Kerouac.
Benim de bu yazıya biraz ezber bozarak başlamam gerekiyordu çünkü konu Dövülmüş Kuşak olunca ortalığa saçılmış seküler putları, asılsız mitleri, kötü çevirileri, hiç çevrilmemiş devasa eserleri —bunların çoğu kuşağın kadın yazarlarına aittir kanımca— ve en önemlisi bin bir parçaya ayrılmış günlük ideolojinin dilini bize dayatanların her şeyi kendilerine mâl edip, sonra sulandırıp ve dahası evcilleştirip satışa sunmasını hesaba katmadan konuşmak pek mümkün olmuyor bu ara —‘bu ara’nın tarihi biraz uzun aslında.
Diane di Prima’nın ölümünün ardından yazdığım yas yazısı Duvar’da çıkan ilk yazımdı. İki haftada bir işgal ya da iştigal ettiğim bu köşe bana onun hediyesi oldu diyebilirim —beden ölse de ölmeyen bir ruhun sürgit cömertliği diyorum buna kısaca. Diane’den birkaç ay sonra Lawrence Ferlinghetti de suyun öte tarafına göçünce onun yasını da ortak arkadaşlarımızın cümleleri, şiirleriyle yine bu köşede tuttum. Şimdi bu iki koca şairin de mensubu olduğu Beat Generation’a neden Dövülmüş Kuşak dediğimi soranlara dilim döndüğünce bir yanıt vermek istiyorum.
Kuşağın isim babası olarak anıldığı için söze Kerouac’la başladım. Kerouac yukarıda bahsettiğim yazısında ‘beat’in birçok farklı anlamına, kendine özgü kıvrak ve hınzırca bir dille değiniyor. Sözcüğün 1940’ların sokak dilindeki anlamı yorgun, hatta pestili çıkmış, parasız pulsuz, yersiz yurtsuz, ama buna rağmen neşesi kaçmamış, avareliği yoğun bir yaratıcılıkla kendine iş edinmişleri ve daha fazlasını kapsıyor. “Man, I am beat!” (Pestilim çıktı yahu!) cümlesinin içine her gün gidilen barlar, içilen ucuz içkiler ve sigaralar, düzenli alınan uyuşturucular, çalınan ve dinlenen müzikler, yazılan ve okunan şiirler, kavgalar, dövüşler, kısacası uzun bir gece vardiyası sığıyor. İki dünya savaşı ve iki atom bombasından sonra başlayan Soğuk Savaş'ı, protestoları, polis baskınlarını, gözaltıları falan da listeye eklersek sözcüğün bu anlamı biraz daha pekişir sanırım. Kerouac bu cümleyi ilkin Herbert Huncke’nin ağzından duyduğunu ve duyar duymaz ne anlama geldiğini anladığını söylüyor. Yine de üç-beş yıl sonra bu sözcük kuşağın “resmi adı” olup gazete manşetlerinden düşmediğinde, kapısı düzenli olarak çalınanlar genelde Kerouac ve kuşağın diğer ünlü erkekleri. Huncke’nin de bu kuşağın en kıdemlilerinden olduğunu düşünen ben de dâhil az sayıda insan var sanırım. Adının daha birçokları gibi pek sık anılmamasının genelde politik ve ekonomik sebepleri, özelde ise bu kuşağın (bile) bir türlü kurtulamadığı hiyerarşi hastalığı, vs. konusu başka bir yazıya artık.
Beat’in bir diğer anlamı ise “beatitude” yani “sonsuz neşe”yle yakından ilintili. Kerouac kendi kuşağının özünün yeni Amerikalı dediği değişken bir grup insanın, yani aslında göçmenlerin, hevesle sahiplendiği neşe olduğunu yazıyor —buna da tezatlığın korkunç güzelliği diyelim. Kerouac’a göre bu neşe özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın zayiatları arasındadır.
Beat, 1940’larda, yani New York’un en ‘beat’ zamanlarında, cazı ucuz bir eğlence müziğine çevirmeye çalışan beyazlara Bebop’la karşılık veren siyah müzisyenlerin tuttukları ritimdir ayrıca. O dönemin hipster sözlüğünün en “hip” sözcüklerinden biri yani. Kerouac hipsterları (“hepcat” sözcüğüne de bakın derim) Bebop kültürü üzerinden tanımlarken, onların gümbür gümbür gelen yeni bir ruh olduğunu ama bu ruhun aslında bildiğimiz “eski insan” ruhundan başka bir şey olmadığını söyler parantez içinde. (Kerouac’ın en sevdiğim eseri Al Cohn ve Zoot Sims gibi önemli caz müzisyenleriyle yaptığı ve Bebop’un ruhuna en çok yaklaştığı ‘Blues and Haikus’ albümüdür.)
Kuşağın bir diğer ünlüsü Allen Ginsberg de, Anne Waldman ve Diane di Prima ile kurdukları Jack Kerouac School of Disembodied Poetics bölümünde 1977 yılında vermeye başladığı ‘A Literary History of the Beats’ (Dövülmüş Kuşak Edebiyat Tarihi) derslerine ‘beat’ sözcüğünün tarihiyle başlar. Ginsberg’e göre bu sözcük 1950-51 yıllarında Kerouac ve John Clellon Holmes arasında geçen edebiyat konuşmalarından doğmuştur. Holmes’un 1952’de New York Times’ın magazin ekinde yayınladığı “This is the Beat Generation” (İşte Dövülmüş Kuşak) makalesiyle de kuşağın ismi mühürlenmiştir. Ginsberg, bu bilgiyi verdikten hemen sonra Kerouac’ın Huncke’yle 40’lı yıllarda tanışmasına, Huncke’nin Kerouac, William Burroughs ve diğerlerini “hip dili”yle (yani Bebop’un ruhuyla) tanıştırdığına değinir, yine de ona göre kuşağın isim babası Kerouac’tır.
Bu kısa giriş dersinde Ginsberg “beatitude” ile yakın akrabalığı olan “beatific” sözcüğünden de bahseder. Hristiyan felsefesinde “beatific”, tanrıyla yüz yüze gelecek kadar selamete ermiş, azizlik ya da azizelik mertebesine yükselmişleri tanımlar. Thomas Aquinas ise bunun insanın çıkabileceği en yüksek mertebe, yani neşenin dibine düşmek olduğunu söyler —Dövülmüş Kuşağın sadece Hristiyanlık değil, Budizm başta olmak üzere diğer din felsefeleri ve pratikleriyle çok yakın ilişkisi olduğunu da ekleyeyim buraya.
Gelelim asıl konuya: “Beat” sözcüğü yukarıda kısaca değindiğim anlamlarının dışında başka anlamlara da geliyor. Mesela “to beat” fiili “dövmek, vurmak, dayak atmak” anlamına geldiği gibi “yenmek” anlamında da kullanılıyor. Bu sözcüğü “dövülmüş” olarak çevirmemin, yani bunca başka anlam varken durduk yere bir fiilden sıfat türetmemin sebebi ise bu kuşağın dövülse de yenilmediğine olan inancımdan. Sadece dövülmediler; tehdit edildiler, baskın yediler, hapse girdiler, takip edildiler, kitapları yasaklandı vs. Eşlerini, çocuklarını ya da arkadaşlarını döven Dövülmüşler de cabası.
Bu kuşağın hafızasında iki dünya savaşı, Hiroşima ve Nagasaki’ye atılan atom bombaları (Diane di Prima’nın 11. yaş gününde düşer ilk bomba; Ferlinghetti de savaş sırasında bir devriye gemisinin komutasında olduğu için Nagasaki’ye atılan bombanın canlı şahitleri arasındadır) ve Büyük Buhran’ın açlığı ve baskısı tazeliğini henüz yitirmemişken, Soğuk Savaş'ın hortlattığı cadı avları, siyahların özgürlük mücadelesi sırasında Amerikan devletinin şiddeti artarak devam eden ırkçı politikaları ve suikastleri, dünyanın türlü yerlerinde yine Amerikan devletinin başlattığı ve bir türlü bitmek bilmeyen savaşlar ve bir dünya dolusu başka zulüm ve baskı da eklenir kuşağın tarihine. Bütün bunlar dövülmekten beter tabii ama ısrarla yenilmediklerini söylemem gerekiyor çünkü her şeye rağmen canla başla ve hayatın neşesini de kaçırmadan hem yaratmış hem doya doya yaşamış, öğrenmeye ve öğretmeye ara vermemiş, kendi dilleri ve kültürlerini dönüşsüz bir şekilde dönüştürmüş, yazdıklarıyla yaşamları arasında neredeyse hiç boşluk bırakmamış bir kuşak bu.
Kuşağa “dövülmüş” adını takmamın bir diğer sebebi de eleştiriye çokça açık bazı eylem pratiklerine, yeraltından yerüstüne çıkarken verdikleri zayiatlara ve kendi içlerinde dönüştüremedikleri bazı insani ve politik duruşlarına bir şerh koymak içindir. Bu şerhi bugünden geriye bakarak değil, çoktan yaşanmış ve bitmiş tarihsel bir süreci bildiklerimden çok bilmediklerimin farkındalığıyla okuyarak düşüyorum. Yine de bu kuşağın (daha çok ünlü erkeklerinin) ötelediği siyahları, kadınları, yerlileri, çocukları, ünsüzleri ve daha birçoklarını de hesaba katarak. Kanımca Bebop’un beat’i ve Huncke’nin Bebop ve geçmişi sayesinde öğrendiği I am beat’i, Kerouac’ın beatitude’unu ya da kimilerine göre sadece din yoluyla elde edilen azizlik ya da azizelik mertebesini zaten kapsıyor. Yine de Beat’in ne anlama geldiğini soranlara etraflıca anlatacak durumdaysak, sözcüğü çevirmeden kullanmak da mümkün tabii.
Neşenin dibine şiirle ve aşkla vuranlara, dövüle dövüle pestili çıksa da yenilmeyenlere selam ile!..
Öykü Tekten Kimdir?
Yazar, çevirmen, editör ve arşivci. New York ve Granada’da iki kedisiyle yaşıyor. Pinsapo Press ve Collective’in kurucuları arasında. Ayrıca Lost & Found: The CUNY Poetics Document Initiative’nde arşivci ve editör olarak çalışıyor.
Gregory Corso’nun Altın Vuruşu 11 Eylül 2021
Şiirinde slogan atmadan politik olan şair: Bouanani'den 'The Shutters' 25 Temmuz 2021
Ölü bir iç deniz nereye gömülür? 21 Haziran 2021
Şaron ve Kaynanam: Ramallah Günlükleri 23 Mayıs 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI