Dünya boş e lo
Taksiye binmeden önce iki kolumdan tuttu, "Dünya boş e lo, diyeceksen, o boşluğun içine fırlattıklarının geride bıraktığı ferahlıkla de. Şimdi git, bunu da yaz" dedi.
"Yağmur başladı" dedi ve kısa bir duraksamadan sonra ekledi: "Yarın daha çok yağacak."
Küçük çay ocağının geniş penceresine doğru bakıyordu. Yağmurun yağdığını cama çarpan iri yağmur damlalarının çıkardığı sesten anlamıştı. Pencerenin camı buğulanmıştı. İçerisi kaçak çay kokuyordu ve sigara dumanı bulut gibi havada asılı duruyordu.
"Nereden biliyorsun? Romatizmalarından mı?" Dalga geçiyordum ve o gülmese de pis pis sırıttım. Ruh halim dışarıdaki hava kadar kasvetliydi. Kim bilir, belki böyle kötü esprilerle kasvetli hava dağılırdı. O da bunun farkındaydı ve hiç oralı olmadı. Bu kör bazen sinir bozucu olabiliyordu hakikaten. Hiç istifini bozmadan, yüzü pencerede, kulağı yağmurun sesindeydi. Bir kötü espri daha yapıp "Romantik" diyeceğim onun için, ama aslında hiç de romantik değildir. Gerçek hep galebe çalar duygu dünyasında.
Yarın sağanak yağmur bekleniyordu ve o, bunu cep telefonundan gelen bilgilerden biliyordu. O kördü ve teknolojinin bunca mesafe katettiği çağda bunu bilmesi normaldi. Normal olmayan, iki gözüm görüyor olmasına rağmen benim bu bilgiyi ondan almış olmamdı. Bu moralimi bozmalı mıydı, bilemedim.
*
"Dünya boş e lo" dedi karşımızda oturan yaşlı adam. Yanındaki, iç çekerek, "Erê" (Evet) demekle yetindi. İkisi de küçük çay ocağının ve yan taraftaki caminin müdavimleriydi. Öğle namazından önce çay ocağına geliyor, çaylarını içiyor, müezzin ezan okumaya başlayınca ağır adımlarla ve etraftaki tanıdıklara selam vererek camiye gidiyorlardı. Kimi zaman, muhabbet koyulamışsa ve başka bir işleri yoksa -ki genellikle başka işleri olmazdı- ikindi namazını da kılıp evlerinin yolunu tutuyorlardı. Başkaca ne yapıyorlardı, kim bilir? Ama ihtiyarlamak hiç iyi bir şey olmamalıydı. İhtiyarlamak, ev, çay ocağı, cami üçgeni ise nasıl iyi bir yer olabilir ki. Bu rutinin içinde olduğunu düşünmek bile sıkıcı.
"Dünya boş e lo" dedim önce güçlü, sonra kırık, donuk bir gülümsemeyle.
O bunu hemen fark etti ve fark etmesine bir kere daha şaşırdım. İnsanın gözleri görmeyince başka duyularının hassasiyeti artıyormuş. O, bunu her defasında gösteriyor bana.
"Dünyanın boş olduğu koca bir yalan" diye fısıldadı kulağıma. Yaşlı adamların duymasını istemiyordu belli ki. "Az önce ne diyordu? 'Û verdım peşine imamın û dedim ma hiç insafın yoktur? Kürtler sana ne yapmiş, Özdağ'dır nedir, onun gibi konuşisen?' Dünyanın boş olduğunu düşünse, belki hayatını riske atarak imama sataşmazdı. Şimdi, tıpkı senin gibi, canı sıkıldığı için 'Dünya boş e lo' diye sitem ediyor."
Sitem mi ediyordum? Evet, bazı şeyler yolunda gitmiyordu. Kızdığım olaylar ve insanlar vardı etrafımda. Bir şeye kızmaktan çok üzülüyordum galiba. Hasılı, moral bozacak çok şey vardı şehirde ve dünyada.
"Kendine dert ettiğin şeyleri içine istifliyorsun hunharca, sonra 'Dünya boş e lo' nakaratı. Esasında elini vicdanına koysan dünyanın değil, terbiyesizlik, vefasızlık, hadsizlik dediğin şeylerin boşuboşuna hayatını işgal etmesine izin verdiğini hissedeceksin."
Çaycı yeni çayları getirince istemese de sustu. Kaçıncı çaydı bu? Midem sancıyacaktı, biliyordum. Ama çay, şu buğulu camın ardından koşturan insanlara bakmaya, yağmurun cama vuran sesini dinlemeye güzel eşlik ediyordu. Bir de şu kör. Çay olmadan çekilebilecek şey değil şu kendinden emin havası.
Çaycı, sigara bulutunun içinden geçerek ocağın başına geçti. Loş ışıkta, duman bulutunun içinden dışarıya, yağmura baktı. Çaycının dalgın bakışları, başka hiçbir görüntüye yer bırakmayacak kadar güçlüydü.
*
Yardımıma ihtiyaç duymadan el yordamıyla buldu çay bardağını. İştahlı bir yudum aldı çaydan ve bardağı sehpaya bırakırken, biraz dalgın "Seçimleri anlatıyor, duyuyor musun?" dedi. Yaşlı adam hararetle konuşuyordu. "Dünyanın kendisi kocaman bir boşluk olsa da ihtiyarın iç dünyası boş değil. Kayyımı göndermek için, bu yaşında kapı kapı dolaşacağını söylüyor arkadaşına." Kıs kıs güldü ve "İkiniz de yalan söylüyorsunuz, dünyanın boş olduğu falan yok, bunu siz de biliyorsunuz. Kendinizle başa çıkamadığınız zaman sarılıyorsunuz bu söze. Oysa hiçbir faydası yok bu kişisel yılgınlığın. Hayatın rotası belli ve kimi tökezlemeleri saymazsak, aynı rotada akıp gidiyor."
Soluklanmak için durdu. Çayından bir yudum daha aldı. Çay soğumuş olmalıydı ki yüzünü buruşturdu. "Neyse, şu yağmur dinse de yürüsek biraz" dedi. Onun da canı sıkılmış olmalıydı. Belki de sigara dumanından bunalmıştı.
*
İçeriye gençten bir adam girdi. Hızla açtığı kapıyı aynı hızla kapatmıştı ancak yine de içeriye soğuk, yağmur ve yağmur kokusu dalmıştı. Dışarının temiz havası sersemletici bir an yaşattı. Adam üstündeki yağmuru silkeledi. Ayaklarını yere vurarak ayakkabısının üstündeki yağmur damlalarını ortalığa saçtı. Bütün bunları dışarıda yapmalıydı, diye kızdım. Sonra bu sahneyi kaç filmde izlediğimi, kaç romanda okuduğumu düşündüm. Aynı sahneyi bir kere daha izlemek şaşırtıcıydı.
Adam dirseğini çay ocağına dayadı ve çay söyledi kendisine. Oturacak yer bulamamıştı. Yağmur herkesi içeri tıkmıştı.
*
Onca aksiyonun sonunda her şey yeni bir normale döner. Ölen ölmüştür, kalanlar yeni bir hayatın kucağına birçok deneyimle bırakmıştır kendisini. Yeni bir aksiyona kadar.
İkimiz de buğulu camdan öteye bakıyorduk. Sadece bakıyorduk çünkü aslında camın ardında akan hayata değil, kendi içimizdeki dalgalanmaya, zihnimizde uçuşan düşüncelere bakıyorduk.
Sonunda suskunluk tedirgin edici oldu -suskunluğun tedirgin etmek gibi birçok mahareti vardır-, "Yağmur dinecek galiba" dedim.
Ve yağmur dindi. Camlı kapıdan önce ben çıktım yağmur sonrası havaya. Sonra elimi ona uzattım ve kapıdan çıkmasına yardım ettim. Koluma girdi. "Bu kör bana iyi geliyor" diye düşündüm. Çünkü koluma girdiği andan itibaren bir dost sıcaklığı hissiyle buluştum.
Onu su birikintilerinden korumaya çalışarak Şeyh Said Meydanı'na kadar, neredeyse hiç konuşmadan yürüdük. Meydan neredeyse bomboştu. Dilan Sineması'ndan sarkan "Satılıktır" ilanı ıpıslaktı. Günlerdir tutunduğu daldan kopmamak için direnen sararmış yapraklar yağmura karşı koyamamış, dökülmüşlerdi. Ağaçta kalan yapraklar, surların kara taşlarına ayrı bir güzellik katmıştı. Birkaç adam, meydandaki çay ocağının saçak altına sığınmış, çay içip muhabbet ediyorlardı. Ve meydan o kadar geniş, o kadar aydınlıktı ki birdenbire kocaman bir boşluktaymışız gibi hissettim.
"Biliyor musun, bazen çok sıkıcı oluyorsun ama iyi ki dostumsun ey kör" dedim. Devasa boşlukta güldüm. Bu sefer o da güldü ve "Sen şimdi marifetmiş gibi gider bunu da yazarsın" dedi. Yine güldük.
Taksiye binmeden önce iki kolumdan tuttu, "Dünya boş e lo, diyeceksen, o boşluğun içine fırlattıklarının geride bıraktığı ferahlıkla de. Şimdi git, bunu da yaz" dedi.