Dünya Çevre Günü ve çevre hakkının korunması
Yaşanacak başka bir Dünya olmayacağına göre her birey ve topluluk 'çevre hakkını' korumak için kararlı, sonuç alıcı bir mücadeleyi sürdürmelidir.
Hasan Aydın*
Her yıl 5 Haziran "Dünya Çevre Günü " olarak kutlansa da dünya genelinde ve ülkemizde çevre ihlalleri ve çevre sorunları büyüyerek devam ediyor. Doğayı koruma, iyileştirme 'çabaları' ise göstermelik girişimlerden öte bir anlam ifade etmiyor.
1972 yılında Birleşmiş Milletler Çevre Konferansı'nın ardından yayınlanan 'Stockholm Bildirgesi'nde; "insan kendisine onurlu ve iyi bir yaşam sürmeye olanak veren nitelikli bir çevrede, özgürlük, eşitlik ve tatmin edici yaşam koşulları isteme hakkına sahiptir" vurgusu yapılmıştı.
28 Ekim 1982 tarihli 'Dünya Doğa Şartı' ise çevre hakkının uygulamaya geçirilmesi konusunda "devletlerin yükümlülüklerini ve bireylerin olanaklarını belirleyerek daha somut ilkeler" öngörür.
70' li yıllardan başlayarak, anayasasını hazırlayan tüm devletler bireylerin hakkı olarak, çevrenin korunmasına ilişkin ilkeler koymayı ihmal(!) etmemişlerdir.
Çevre hakkı, doğal ortam ve yaşam koşullarına olumsuz etki ve zararları önlemek ve cezalandırmak amacıyla özellikle devletlerin gerekli önlemleri alma ve daha genel biçimde, her insanın sağlıklı ve ekolojik olarak dengeli bir çevre hakkına saygı içinde eşya ve malların kullanımını düzenleme yükümlülüğünü kapsar.
Çevre hakkının uygulamaya konulmasında üç ilkenin tanınması şarttır.
Bu üç ilkenin ilki olan Bilgilendirme Hakkına göre; "kişilerin ve ilgililerin çevreyi bozma riski bulunan proje ve programlardan haberdar edilmesi gerekir."
Bugünün dünyasında çevre ve tüm canlıların aleyhine olan projeler, olası çevre ihlalleri büyük şirketlerin ve bazı devletlerin çıkarları yüzünden gizlenmektedir.
Yakılan, kesilen ormanlar, yapılaşmaya açılan tarım arazileri, siyanür kullanılarak maden çıkarılması (geçen yılın Haziran ayında Erzincan'ın İliç ilçesine bağlı Çöpler köyünde bulunan altın madeninde kullanılan siyanür büyük oranda toprağa ve bölgedeki yeraltı sularına karışmıştı), Brezilya'dan Sao Paulo adlı asbest yüklü geminin söküm için İzmir Aliağa tersanesine getirilmesinin planlanması,( çevrecilerin günler süren protestoları sonucu bu geminin Türkiye' ye getirilişi durdurulmuştu), özellikle Ege Bölgesi'ndeki zeytinliklerin yapılaşma için kesilmesi, HES'lerin, termik santrallerin yapımı, taş ocaklarının açılması, en son Dersim 'in Ovacık ilçesinde krom madeni arama çalışmalarına hız verilmesi, dere ve nehir yataklarına bina yapımının önlenememesi, 6 Şubat tarihli Maraş merkezli depremlerin ardından oluşan asbestli moloz yığınlarının en yakın tarım arazilerine taşınması, fosil yakıtların atmosfere salınımı, canlı yaşamını artık çekilemez hale getirmiştir.
Dünya Çevre Günü nedeniyle çevrecilerin, bazı yetkililerin ve siyasi partilerin açıklamalar yaptığı bugünlerde, Karadeniz bölgesinin Samsun, Sinop, Kastamonu gibi illerinin bazı ilçelerinde ve Amasya'da şiddetli yağışın sonucu seller, can ve mal kayıplarına neden olmuştur. Bu durum ülkemizde çevre hakkının korunmadığının, dikkate alınmadığının ve kamuoyunun bilgilendirilmediğinin güncel örnekleridir.
İngiltere' e geri dönüşüm kutularına atılan plastiklerin geçmiş yıllarda Adana'ya getirilip yakıldığına veya çevreye atıldığına dair objektif bir açıklama hala yapılmamıştır. Akla Türkiye niçin Avrupa'dan en çok atık ülke ithal eden ülke konumundayken aynı zamanda geri dönüşümde son sıralarda yer almaktadır? sorusu gelmektedir.
Türkiye AB ülkelerinin çöplüğü olmak zorunda mıdır?
Dünya' da ve ülkemizde bu tür olumsuz projelerin zararlı sonuçlarını gören halkın çevreye karşı duyarlı olması da kaçınılmazdır.
Çevre hakkının ikincisi; "kişi ve toplulukların çevre konusunda alınacak kararlara ilişkin görüş belirtme, karşı çıkma veya birlikte karar alma haklarının var olmasıdır."
Bu hak olmasına rağmen ne yazık ki doğanın kirletilip, tahrip edildiği alanlarda bireylerin, çevreci kuruluşların bunlara karşı muhalif görüş belirtme ve sahadaki hak arama çabaları çeşitli yöntemlerle (yasaklama, orantısız güç kullanma, resmi soruşturma başlatma, protestoları etkisizleştirme ve önemsizleştirme) gözden kaçırılmakta, çevre savunucuları hakkında adli cezai davaların açılma oranı artmaktadır.
Çevre hakkının üçüncüsü, başvuru hakkıdır. Yani "birey veya çevreci gruplar, çevrenin bozulması veya ilgili kuralların ihlali durumunda idari ve yargı makamlarına başvurma hakkına sahiptir"
Bu hak adli ve idari makamlara çeşitli yöntemlerle müdahale edilerek engellenmektedir. Gerçekler, taraflı kişilerden oluşturulan bilirkişilerin önyargılı raporlarıyla ortadan kaldırılmakta, diğer yandan az sayıda olsa da duyarlı ve objektif davranan yargıçların verdikleri kararlar ise yok sayılmaktadır.
21 yıllık iktidarları süresince onlarca çevre ihlaline bilerek göz yumanlar, Gezi'deki yeşilin korunmasına şiddet uygulayarak yanıt verenler, ülke genelinde sebep oldukları betonlaşmayı bir övünç vesilesi olarak öne çıkaranlar, özellikle her yaz mevsiminde baş gösteren orman yangınlarına anında ve seri bir şekilde müdahale edemeyenler, imar affını çıkarıp kentsel dönüşüm için yeterli çaba göstermeyenler, depremleri, sel baskınlarını kadere bağlayanlar millet bahçeleri'(!) düzenlemeleri ile doğayı "koruduklarını" sanmaktadırlar.
Bu kadar olumsuz örneğe karşın çevre ile ilgili tezat demeç verme furyası da iktidar birimlerince sürdürülmektedir.
Son seçimlerde devlet olanaklarını orantısız bir şekilde kullanan, yerel ve ulusal düzeyde yayın yapan onlarca TV ve yazılı basınla hayal satan, olmayanı olmuş gibi gösteren, ekonomik iflası perdelemek için vatan, millet, terör söylemleriyle, montaj kaset, video ve afişlerle muhalefete yüklenen ve koşulları eşit olmayan seçimle, bir çeşit Pirus zaferi ile tekrar yönetimde kalan iktidarın gerçek anlamda çevrenin korunmasına dair bir derdinin olmadığı da yaşananlarla ispatlıdır.
Dünyada iklim krizi, yaşanan çevre felaketleri ile artık kaçınılmaz hale gelmiştir. Mevsimlerle uyuşmayan seller, kuraklıklar, yangınlar, asit yağmurları, dengesiz hava koşulları; iklim krizi için bir uyarıdır.
Dünyada karbon salınımının yüksek oranda olduğu ülkeler; kapitalist, emperyalist ülkelerdir. Yeri geldikçe çevreci geçinen bu ülkelerin iktidarları iki yüzlü davranarak, karbon salınımına karşı alınacak önlemleri içeren olumlu antlaşmalara henüz imza atmamışlardır.
Nükleer ve termik santraller, ulaşım ve ısınmada kullanılan yakıtlar; atmosferdeki temiz hava oranını azaltmaktadır.
Denizlere yasadışı bir yöntemle boşaltılan yakıt artıkları, plastikler, fabrikalardan akarsulara akıtılan zehirli kimyasal atıklar,s uda yaşamını sürdüren canlıların ölümüne neden oluyor.
Artık içi radyasyon yayan maddelerle dolu olan varilleri kıyılarımızda görmek istemiyoruz. Ülkemiz AB ülkelerinin çöplerini boşalttığı ülke konumundan kurtulmalıdır. Süreç içinde toprak kirliliği, besin zinciri yoluyla birçok hastalığın taşınmasına da neden olabilecektir.
Gerekli ve kalıcı bilimsel önlemler alınmadıkça giderek yeni çevre sorunları baş gösterecek, sürdürülebilir ve yaşanabilir alanlar daralacak, kullanılabilir su kaynakları tükenecektir.
Yoksa daha çok; "Munzur Temiz ve Özgür Aksın”, "Kanal İstanbul ' a hayır”, "Kaz Dağlarında Orman Katliamı ve Maden Aramaya Hayır”, "İliç' te ve Dersim'de Siyanürle Maden Çıkarmaya Son", "HES'lere ve Termik Santrallere Hayır!", "İkizdere'de Taş Ocağı Faaliyeti Durdurulsun.!", "Zeytinime Dokunma" başlıklarını içeren protestoların sürdürülmesine devam edilecektir.
Dünya da ve ülkemizde doğaya, çevreye karşı uygulanan yanlış uygulamalar sonucu "çevre sorunu" başat bir soruna evrilecektir.
Yaşanacak başka bir Dünya olmayacağına göre her birey ve topluluk 'çevre hakkını' korumak için kararlı, sonuç alıcı bir mücadeleyi sürdürmelidir.
*Emekli Eğitimci.