Dünya çocukları ve oyun hakkı
Dünya Çocuk Hakları Günü’nü sadece uluslararası metinlerin kuru maddeleriyle, çocuk işçilere dair istatistiksel verilerle veya erken evliliklerin teorik sebepleriyle değil, sahadaki gerçekliklerle, konjonktürle, oyuncaklara sıçrayan kan lekeleriyle, çocukların güvenli yaşama haklarıyla ve kapitalist çarklar arasında yitip giden masumiyet üzerinden de okumamız gerekiyor.
“Her akşamüstü oyuncakçı,
camekanından
çocuk ellerinin
izlerini
siler”
(Sunay Akın, Çocuk ve Hüzün)
Oyuncaklar, çocukluk döneminin sığınağı... Her anı çekmecesine farklı aidiyet duyguları, farklı hikayeler, farklı anılar, farklı çocuksuluklar, farklı yaşanmışlıklar ve farklı hayaller yerleştirilir özenle.
Yıllar sonra aynı oyuncaklar, adeta sevimli hayaletler misali geçmişten süzülüp bugüne ulaştığında taşıdıkları tüm çocuksu özlemlerle şimdinin boğuculuğuna karşı panzehir olurlar; çünkü beraberlerinde geçmişin güvenli sularını getirirler dalga dalga...
O çocukluk çağları, görece olarak hem altın çağımızdır hem de geleceğin daha güzeli, daha iyiyi, daha eğlenceli olanı bizlere hediye edeceğine dair sarsılmaz bir inancı da içinde barındırır.
Ama bir yandan da, eskiye dair aynı oyuncaklar, yoğun bir tüketim çılgınlığı ve modernizm baskısı altında usulca yitirilen masumiyeti çağrıştırır.
Kokulu silgiler, gözlüklü çim adamlar, bilyeler, müzik kutuları, düdüklü şekerler, haylaz yoyolar, lahana bebekler, pamukta büyütülen fasulye deneyleri, minyatür araba koleksiyonları, pelüş ayılar, günümüzün “teknolojik oyuncakları” veya moda akımlarını yansıtan Barbie’lerin gölgesinde kalsalar da, uzaklarda halen bir yerlerde anıları, kokuları, deneyimleri canlı duruyor.
90’ların meşhur sanal oyuncağı Tamagotchi’ler, Game Boy’lar, atariler, Barbie’ler ve Ken’ler, Tetris’lerle birlikte kırılma yaşayan oyuncak tercihleri, bize oyuncakların bile tamamen masum olmadığını, azgın kapitalist çarklar içerisinde gerektiğinde çocukların yaratıcılığını yok edebileceklerini, toplumsal cinsiyete dair kalıp yargılar oluşturabileceklerini veya kimlik kargaşaları doğurabileceklerini gösterdi.
Veya Çin’de kimbilir hangi zararlı kimyasallarla daha ucuza üretilip dünya piyasalarına sürülenler, çocukların oyun haklarını kullanırken bir yandan da enva-i çeşit kanserojen boyayla haşır neşir olabileceğini gösterdi zaman içerisinde...
Zira oyuncaklar bir yandan masum nesnelerken, bir yandan da çocukluğun şekillenmesini sağlayan sinsi araçlardı...
Bugün Dünya Çocuk Hakları Günü. Ve ne kadar sinsi veya ne kadar masum olursa olsun, çocuğun oyuncağa ihtiyacı var, çünkü çocuk dendiğinde akla gelen ilk sözcükler arasında “oyun” var. Ve oyuncaklar katman katmandır – iyisiyle kötüsüyle, zararlısıyla zararsızıyla. Tıpkı oyun hakkının katman katman oluşu gibi.
Oyun hakkı bir yandan çocuğun yaşadığı kentte veya kırsalda oyun oynayabileceği fiziksel mekanların varlığını, mekanların çocuk-dostu şekilde tasarlanmasını, bu oyun mekanlarının güvenliğini ve erişilebilirliğini kapsarken, bir yandan da can güvenliğinin olduğu, savaşların yaşanmadığı, çocukların üzerinden vızır vızır silahlı dronların veya bombaların, ya da yanı başından intihar bombacılarının geçmediği bir ideal ortamda oyun hakkını da ifade eder.
Oyun hakkı, çocukların erişilebilir oyun parkı bulamadıkları için atık su kanalına düşmesini veya oyun alanlarının yoğun olduğu sokakların trafiğe kapatılmaması sonucu çocuklara araba çarpmasını önleyecek mekanizmaları içerir.
Oyun hakkı, ayrıca, oyuncaklardan yayılan kimyasalların devlet tarafından konan sıkı kurallarla denetlenmesini de, dijital oyuncaklarla çocukların bilişsel gelişiminin zarar görmemesi için alınacak önlemleri de kapsar.
Oyun oynamak, dünya çocukları için bir hak olarak tanımlanıyor. Yasal temeli bile var: Türkiye’nin de taraf olduğu Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşmesi’nin 31.maddesine göre; Taraf Devletler çocuğun dinlenme, boş zaman değerlendirme, oynama ve yaşına uygun eğlence (etkinliklerinde) bulunma ve kültürel ve sanatsal yaşama serbestçe katılma hakkını tanırlar.
Bu hakkın ayrımına en çok oyun oynama hakkı elinden alındığında varıyor insan. Mülteci olarak gittiği ülkede yaşadığı ayrımcılıktan dolayı sokağa, oyun parkına çıkamadığında, tekerlekli sandalyesiyle engelli dostu olmayan kaldırımlarda ilerleyemediği için eve hapsolduğunda, pandemide sokağa çıkma yasaklarında veya savaş ortamında can tehlikesini öncelediği zamanlarda...
Oyun, temel bir çocuk hakkı olmasının yanı sıra, çocukların sırf fiziksel değil, aynı zamanda duygusal, sosyal ve bilişsel gelişiminde temel bir gereksinim. İstanbul’a çok değerli bir Oyuncak Müzesi’ni kazandıran şair Sunay Akın’a göre, oyuncak, “insanın dünyayı dönüştürme düşü”dür ve “hayata dair her şey oyuncakta vardır”.
Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına dair Sözleşme’ye taraf ülkeler de çocukların oyun hakkını ulusal politika ve programlarına dahil etmekle, bu hakka dair hizmetleri daha etkin ve yaygın şekilde sunmakla yükümlüler.
Bir diğer deyişle, çocuklar yaşamın tüm alanlarında görünmez eleman değil, aktif bir özne olarak görülmeli; yetişkinler de kentleri tasarlarken daha önce hiç çocuk olmamış gibi davranmamalı. Örneğin çocuklara daha çok oyun alanı kuracak şekilde şehirleri yeniden planlamak, çocukların oyun oynama olanağının sadece yüksek ücretli özel girişimlerin tekeline bırakılmamasını sağlamak, oyun hakkına dair fırsat eşitliğini temin etmek devletlerin ve yerel yönetimlerin görevi.
Dolayısıyla, daha çocuk-dostu kentler kurgularken çocuklara daha ferah, geniş, erişilebilir, modern oyun alanları tasarlanması bir lütuf değil, zaten var olan bir hakkın teslimi.
Çocukların oyun hakkı, devletlerin, belediyelerin ve ilgili tüm paydaşların elini taşın altına koymasıyla mümkün. Bunun için parkların fiziksel açıdan bütün çocukların erişimine açık olması, çocukların sağlığını tehdit eden unsurların kaldırılması, engelli çocukların ve mültecilerin kırılgan gruplar olarak parklara erişiminin kolaylaştırılması gerekir.
Oyun alanları tasarlanırken çocukların görüşlerinin alındığı katılımcı ve kapsayıcı bir yöntem de giderek Batılı demokrasilerde tercih sebebi oluyor.
Ayrıca, oyun alanlarının akşam saatlerinde çocuklar için güvenlik zafiyeti doğurmaması, çevrelerinde güvenlik sağlamak için belediyelerin görevlendirdiği kişilerin olması, parkların uyuşturucu çetelerinin uğrak yeri haline gelmemesi için önlemlerin alınması da işin bir diğer boyutu.
Öte yandan, oyun hakkını savunmak mevcut oyunlardaki eksiklerin de giderilmesini gerektirir. Bunun için her yıl 28 Mayıs’ta ise çocukların yaratıcılıkları ve hayal güçlerini desteklemek adına Türkiye’de oyun savunucuları bir araya geliyorlar ve oyuncak sektörünün ihtiyaçları, sektördeki cinsiyetçi kalıplar, yaratıcılığı körelten uygulamalar gibi güncel konulara dair çözüm önerileri geliştiriyorlar.
Çocukların giderek dijital dünyaya hapsolması sonucunda ise geleneksel oyunların eğitici ve öğretici yönünden giderek uzaklaşmaları, “oyun kuramaz hale gelmeleri”, sosyalleşememeleri, bilgisayar oyunlarına alternatif oyun bilemedikleri için internet bağlantıları olmadığında canlarının sıkılması artan bir endişe konusu.
Bir yandan da geçtiğimiz gün ‘Huggy Wuggy’ denen ürkütücü oyuncağın Ticaret Bakanlığı tarafından incelemeye alınıp Aile Bakanlığı tarafından “okullarda boğaz sıkma davranışını körüklediği” gerekçesiyle yasaklanmasında olduğu gibi oyunlarda çocuk sağlığını ve oyuncak güvenliğini önemseyen takip mekanizmaları da sürekli etkin olmalı.
Huggy Wuggy, terk edilmiş bir oyuncak fabrikasında intikamcı oyuncaklar arasında oyuncunun hayatta kalması ve bu katil oyuncaklara yakalanmaması üzerine kurulu bir oyun.
Türkiye çapında kaç tane çocuk oyun alanı var? Bunlarda fiziksel güvenlik açısından ne tür önlemler alındı? Avrupa standartlarına hangi noktalarda yaklaşıldı? Oyuncak güvenliği konusunda son dönemde ne tür adımlar atılıyor? “Oyun yaşı” olarak bilinen 3-6 yaş aralığında çocukların mahallelerinde ücretsiz kreşlere ve anaokullarında erişimi ne düzeyde? İşte, çocuğun oyun hakkı konusu ciddiye alınıp çocuk hakları çerçevesinde gündemde ne kadar çok yer tutarsa, yetkililerin de bu sorulara düzenli, saydam ve etkin yanıt vermesi sağlanabilir.
Oyun oynama alanlarının tasarlanması, oyun olanaklarına erişim ve oyuncak güvenliğinin yanı sıra, oyun hakkının kullanımının önünde yapısal ve konjonktürel engeller de var.
Tüm dünya bugün Çocuk Hakları Günü’nü kutlarken, oyun parkları çığlık çığlığa oynayan neşeli çocuklarla dolup taşarken, dünyanın farklı coğrafyalarında çocuklar “oyun hakkı”nı ne kadar kullanabiliyor?
Polonya’daki Emilka, ailesiyle Pazar günü bisiklet turuna çıkıp akşamına arkadaşlarıyla evde saklambaç oynarken, komşu Ukrayna’dan Türkiye’ye sığınan yaşıtı Sofiya, en iyi oyun arkadaşı olan babasına kavuşacağı günün özlemini çekiyor ve yaşanan insani krizin en büyük bedelini yine o ve evini, okulunu, oyun parkını terk etmek zorunda kalan yaşıtları ödüyor.
Suriye’de on yılı aşkın süredir bombalar altında çocukluğu avuçlarından sabun gibi kayan ve çocukluğu es geçip neredeyse yetişkinliğe adım atan Omar için oyun hakkı ne ifade ediyor?
Örneğin dört yıl önce Mardin, Urfa, Antep, İzmir ve Ankara’da AB finansmanıyla Türk ve Suriyeli 200 bini aşkın çocuğun ve ailenin bir araya geldiği çocuk hakları çalıştaylarında 11 yaşındaki Cevat’a en önemli gördüğü çocuk hakkı sorulduğunda “oyun hakkı” demiş, sebebini de şu şekilde açıklamıştı: “Ne kadar çok oynarsam o kadar çabuk büyüyorum”.
Altı yıl önce genç gönüllülerin girişimiyle Suriye’de bir yer altı oyun alanı yapılmış; içine dönme dolap bile yerleştirilmişti. Şam’da iki binanın zemin katlarının bir tünelle bir araya getirilmesinden oluşan bu alana “Çocukluk Arazisi” (Land of Childhood) ismi verilmişti. Amaç, çocukların oyun haklarından yararlanması, bir yandan da bombalardan uzak, güvenli bir ortamda eğlenebilmeleriydi. İki yılda inşaatı tamamlanan oyun alanına her gün 200’e yakın çocuk geliyordu.
Peki, uluslararası topluluk, çatışma bölgelerinde yaşayan çocukların travmaların üstesinden gelmelerinde “oyun” olanaklarını ne oranda sağlayabiliyor?
Savaş coğrafyalarındaki çocukların “oyuncak” ve “oyun” algısının, bahçesine düşen bir şarapnel parçası veya Kızılay’ın dağıttığı bir pelüş bebeğin ötesine geçmesi için neler yapılıyor?
Norveç hükümeti, Norveç Kalkınma İşbirliği Ajansı ve kâr amacı gütmeyen bazı kuruluşların altı yıl kadar önce çatışma nedeniyle okuldan ayrılmak zorunda kalan milyonlarca Suriyeli çocuk için halen aktif olan mobil oyunlar (Antura ve Mektuplar ile Canavarı Besle) geliştirmişti.
Benzer şekilde UNICEF ile Sığınmacılar ve Göçmenlerle Dayanışma Derneği (SGDD-ASAM) iş birliğiyle 2016 yılında “Mülteci Çocuklara Yönelik Al Farah Çocuk ve Aile Destek Merkezleri Projesi” başlatılmış; bu proje dahilinde mülteci çocuklara yönelik travma-sonrası stres bozukluğunun tedavisine ve duygusal güçlenmelerine yönelik çocuk-dostu oyun projeleri ve oyun terapisi yürütülmüştü.
Şurası bir gerçek ki, ideal dünyada oyuncakların masumiyeti, yüklendikleri tarihsel ve bölgesel anlamlarla birlikte, çocukluğu ve oyun hakkını da içine çeken bir kara deliğe dönüşüveriyor. Yıllar sonra Suriyeli bir çocuk, çalışmak için gittiği Avrupa kentinde başını tesadüfen sağa doğru çevirdiğinde karşısında heybetli bir dönme dolap gördüğünde savaşın travmasını bir kez daha iliklerine kadar hissedecek, ama bir yandan da tüm o zifiri karanlığın içinde yer altında kendilerine açılan o oyun mekanındaki çocuksu mutluluğunu anımsayacak.
Ama herkes onun kadar da şanslı olmayacak elbette. Suriye’de iç savaştan veya Afganistan’da Taliban’dan komşu ülkelere kaçan çocuklar için oyun hakkının anlamsızlaştığı, ekonomik zorluklarla mücadele eden ailesini geçindirmek için oyun oynamak yerine merdiven altı iş kollarında çalıştığı, çocukluğu es geçerek yetişkin dünyasında büyüdüğü bilinen bir gerçek. Çünkü Birleşmiş Milletler’in tüm sözleşmeleri, taraf devletlerin tüm yükümlülükleri ve UNICEF’in tüm projeleri bir yanda, dezavantajlı ortamlarda doğup büyüyen çocukların geçim dertlerini çocukluklarının önüne koymaları diğer yanda...
Durdurak bilmeyen terör saldırıları sonucu tuz buz olan çocukluklar ve kana bulanan oyuncaklara ne demeli? Annesi ve babasıyla ilk şehirlerarası seyahatini yapan, az önce oyun parkında babasının büyük bir gururla salıncağa bindirdiği, neşeyle kıkırdayan üç yaşındaki kız çocuğu, bir süre sonra pusetinde anneciğini beklerken az ötedeki intihar bombacısının hedefi olabiliyor. Gök kan kırmızısı oluyor, çocukluk da...
Çocukların temel haklarından olan oyun oynama hakkı kâğıt üzerinde korunurken, dünyayı kendi ellerimizle dönüştürdüğümüz bu cehennem içerisinde çocukların temel yaşam hakkı giderek kırılganlaşıyor.
Uzmanlar ne kadar “oyun hakkı”, “güvenli yaşam hakkı”, “iyi olma hali” gibi güçlü, sağlam kavramlar üzerinden çocukluğu tartışadursunlar, sahada çocukların omuzlarına yüklenen yetişkin dünyanın dertleri, onları çok farklı kulvarlara itiyor. Birçok çocuk, çabuk büyümek için oyun oynamak istiyor. Çünkü biliyor ki o oyunlar onu dış dünyanın “saklambaçlarına”, “kovalamacalarına” dirençli kılacak.
Çocukların oyun hakkı ve oyuncakların görece masumiyeti karşısında gündelik hayatın kaosu büyük bir zıtlık doğuruyor. Peluş bebeğin karşısında silahların acımasızlığı, çim adamın karşısında terörizmin yıkıcılığı, dönme dolabın sığındığı yeraltı oyun alanının karşısında dronların vızıltısı, rengarenk misketlerin karşısında savaşların kaosu...
Bu zıtlıkların dikiş izlerinden ise, zorluklar ve mücadelelerden geçen, kâh kırılganlaşan, kâh güçlenen, kâh yaralanan, kâh endişelenen bir çocukluk anlayışı doğuyor. Ne de olsa yetişkinlerin dünyasında çocuk olmak zordur.
Dünya Çocuk Hakları Günü’nü sadece uluslararası metinlerin kuru maddeleriyle, çocuk işçilere dair istatistiksel verilerle veya erken evliliklerin teorik sebepleriyle değil, sahadaki gerçekliklerle, konjonktürle, oyuncaklara sıçrayan kan lekeleriyle, çocukların güvenli yaşama haklarıyla ve kapitalist çarklar arasında yitip giden masumiyet üzerinden de okumamız gerekiyor.
Bugün Dünya Çocuk Hakları Günü. Amerikalı yazar Garry Landreth ne güzel söylemiş: “Kuşlar uçar, balıklar yüzer, çocuklar oyun oynar.” Çocukların özgürce oyun oynayabileceği bir dünya yaratmak ise, uçan kuşlardan, yüzen balıklardan çok, düşünen ve aklını kullanan insanların sorumluluğu.
Not: Fotoğraflar Oyuncak Müzesi'ne aittir.