Demokrasi nezaket gerektirir
Otokratlar bağırıp çağırıp zorbalıklar yaparken, Amerikan devrimcileri nezaketi radikal bir politika aracı olarak kullanmışlardı.
Steven Bullock*
Kamu hayatında ilgisizlikle ilgili şu anki korkular ve endişeler ortaya çıkmadan çok önce, Birleşik Devletler'in liderleri politik anlayışlarında oldukça nazik insanlardı. 1808'de ABD Başkanı Thomas Jefferson değer verdiği “zihin niteliklerini” sıralamıştı: Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, ‘dürüstlük’, ‘sanayi’ ve ‘bilim’ konularını içeriyordu. Bu prensipler, Amerikan devrimcileri için sağlam bir hükümdarlık veya devralınan bir ayrıcalık yerine, bağımsız vatandaşlara dayalı bir toplum yaratmak için özellikle önemliydi. Ancak Jefferson listesinin başına, bu tanıdık Aydınlanma değerlerini değil “ince mizah” ya da çağdaşların genellikle “nezaket veya kibarlık” olarak adlandırdığı şeyleri oturtmuştu.
Önceliği nezakete vermek gerçekten de şaşırtıcı görünüyor. Bugün, bu terim sıklıkla daha eskilere dayanan çocukluk kurallarını anımsatan daha küçük özel bir erdem ve yazılan teşekkür notları anlamına gelmektedir. Şu an nezaket, insanları adaletsizliğe karşı kendilerini açığa vurmaktan veya konuşmaktan alıkoyar hale geldi. En uzun süren ABD TV şovlarından The Real World (Gerçek Dünya / 1992’de başladı ve hâlâ sürüyor), tanıtımında insanların gerçekleri yalnızca nazik olmayı bıraktıklarında ifade ettiklerini ve açık biçimde konuşmaya başladıklarını ortaya koyuyor.
OTORİTER EGEMENLİĞE MEYDAN OKUMA
Bununla birlikte, 18. Yüzyıl İngilizleri ve Amerikalılar, nezaketin özgür bir toplum için esas olduğuna inanmaktadırlar. Otokratlar bağırmış, lanetlemiş ve azarlamıştı. Ancak onlar sadece itaat arayışındaydılar. Açık fikirli bir topluma öncülük etmek, diğer insanlara saygı göstermeyi, beklentilere ve endişelere karşı duyarlı olmayı gerektiriyordu. Jefferson'un sıralamasında nezaket, bir asırdan uzun süredir devam eden otoriter egemenliğe meydan okumasının da bir parçasıydı.
Daha sonraları 1808'de Jefferson, nezaketin önemini daha da net biçimde ifade etti. Başkanın on altı yaşındaki torunu Thomas Jefferson Randolph, yakın zamanda Philadelphia’da eğitim almak amacıyla evinden ayrılmıştı. Jefferson’ın bu durumda torununa “kişisel güvenlik” için önerdiği üç temel nitelik söz konusuydu: ahlâk erdemi, ihtiyatlılık ve nezaket tarafından desteklenen iyi mizah anlayışı. Ayrıca, nezaketin “iyi nitelikli mizah” olduğunu, iyi mizah yerine getirilince bunun alışkanlık ve disiplinin içini doldurduğunu belirtiyordu. Bu yolla da “birinci sınıf bir değer kazanılıyordu”. Diğer insanların göz önünde bulundurulması, topluluktaki uyuşmazlıklardan kaçınma ve başkalarını da memnun etmek için kişinin kendi “rahatlık ve tercihlerinden” ödün vermesi, diğer insanların “iyi niyetlerini” kazanmanın yollarıdır.
Jefferson aslında yeni bir şey söylemiyordu. Torunu zaten Kibar Öğrenci (1748) ve Kibar Filozof (1736) veya ‘Kibar yazışma sanatını tamamlama’, ‘nezaket ilkeleri’ ya da ‘kibar bir genç beyefendinin karakteri’ üzerinde çalışmaya hazırdı. Randolph’un annesi de büyük ihtimalle Polite Lady (Kibar Hanımefendi-1760) adlı kitabı okumuş olabilir.
Ancak Jefferson nezaketin karmaşık bir davranış olduğunu da iyi bilmekteydi. Bu terim, aslında “cilalanmış” veya “pürüzsüz” anlamına gelmekteydi. ‘Kibar’ kelimesi 17. Yüzyılın sonlarında insanları nitelendirmek için kullanılmaya başlandığında, toplumu iyileştirme düşüncesiyle bağlantılı hale gelmiş oldu. Dönemin çağdaşları, ‘kibar toplum’ ve ‘kibar dünya’yı, bazen de ‘kibar edebiyat’ı yücelttiler (veya bir ahlâki erdem olarak gördüler).
POLİTİK ALANDA NEZAKETİN DOĞUŞU
‘Kibarlık’, insan etkileşimleri üzerine odaklandığı için ‘zarafet' ve ‘ciddiyet’ gibi ilgili terimlerden farklıydı. Jefferson’un diğer insanlarla ‘uzlaşma’ çağrısı da bu ayrımı vurguluyordu. Üretken bir yazar olan Abel Boyer, 1702'de, “‘ihtişam’, sözcüklerimizin ve eylemlerin vazgeçilmez bir yönetim aracıdır, böylece diğer insanlara görüşümüzü daha iyi aksettirir ve kendimizi daha iyi hissederiz” diye yazıyordu. Benjamin Franklin’in de 1750'de basitçe söylediği gibi: “Kibar Adam başkalarını hoşnut etmeyi hedeflemektedir.”
18. Yüzyılın İngilizleri ve Amerikalıları, bu sempati ve halka saygı ideallerini ve kişisel ilişkileri uygulamaya başladılar. Kısıtlanmış ve duyarlı bir liderlik amaçlayan 18. Yüzyıl ‘nezaket siyaseti’, hiddetli ve zorba yapıdaki otoriter kurallara karşı büyük bir mücadeleye girişti. Birçok çağdaş için bu eleştiri, bugün daha iyi bilinen hukuki ve anayasal tartışmalardan daha geniş ve cazip görünmektedir.
İngiltere ve Avrupa’da bir bütün olarak nezaket gelişti; ancak politik uygulamalar 18. Yüzyılın İngiliz-Amerika’sında özel bir önem kazandı. Kısıtlanan iktidar kültürü, 18. Yüzyılın başında bu ülkede ortaya çıkan daha istikrarlı Amerika doğumlu elitlerin şekillenmesine ve sürdürülmesine yardımcı oldu. Dahası, nezaket Amerikan Devrimi’nde güçlü bir rol oynamıştı. Ancak Jefferson’ın torununa yazdığı dönemlerde, bu değerleri bir arada tutan bağlar aşınmaya başlamıştı. “Nezaketin gizli geçmişi” olarak adlandırılan bu gelişmeler, sadece zarif Jefferson’un kendisi için değil, aynı zamanda 18. yüz yılın başlarında Virginia’yı yöneten iki valinin (Jefferson ve kesinlikle çok kaba olan yarı-deli olarak bilinen selefi Francis Nicholson) deneyimlerinde de açıkça görülmektedir.
SORUNU KAN DÖKEREK ÇÖZMEK
Nicholson, Virginia’nın en büyük liderlerinden bazılarını bile korkutmuştu. Koloninin başkentindeki kolejin başkanı James Blair “Kimse ona yaklaşamazdı, korkunç birisiydi” diyor. “Nicholson bizi yönetiyor” diye şikayet ediyor Blair. “Gallilerin bir köle şirketiymişiz gibi...” Nicholson sömürge liderlerinin “köpek, sahtekâr, kötü adam, pis kokulu, hilekâr ve korkaklar” olduğunu söylüyordu. “Kadınları fahişe, sürtük ve şirret” diye niteliyordu. Genç bir kadın, Nicholson’un romantik tavırlarını reddettiğinde, yöneticilere yaptığı bir konuşmada (altı saatlik bir konuşmanın sonunda) sorunun “kan dökerek çözülmesi” gerektiğini söylemişti.
Nicholson’un öfkesi, siyasi ve kişisel kaygılarının bir yansımasıydı. Daha önceleri Kuzey Afrika’da bir garnizonda hizmet etmiş olan İngiliz doğumlu bir asker olan Nicholson, Kuzey Amerika’daki İngiliz Kraliyet Hükümeti’nin gelişmiş askeri teşkilatının bir parçasıydı. Amerika’daki kariyeri, 1680’li yılların ortalarında, İngiltere’nin kuzey kolonilerini bir yasama meclisi olmadan tek bir kraliyet valisi olarak yönetmekle görevlendirilerek, yeni kurulan bir vilayet olan New England kolonisine bağlı birliklerin komutanı olarak başladı. Nicholson’un son emri,Güney Carolina’nın ilk kraliyet valisi olmasından 40 yıl sonra, 1725'te yayınlandı.
Ardından, Britanya gelişmekte olan Kuzey Amerika sömürgelerine nispeten az ilgi gösterdi. Ancak, 1600'lü yılların sonlarına doğru durum değişmeye başladı. 1689'da Massachusetts liderleri, Kraliyet Valisi Edmund Andros’tan nefret ederek onu hapse attılar. Aynı kaderden korkan Nicholson, çıkan bir ayaklanma sonrasında New York’tan kaçtı. Yerel ve sömürgeci yetkililere karşı ayaklanma, 1670'li ve 1680'li yıllarda sömürgeler genelinde yayılmıştır. 1676'da, Virginia direnişçileri başkentlerini yaktılar.
DEVRİM VE SONRASI
İngiltere’nin kendisi de benzer şekilde gergindi. 1688'deki Görkemli Devrim, ülkenin bir nesilde bir hükümdarı öldürmesine ikinci kez tanıklık etti. 1640’ların İngiliz İç Savaşı daha da fırtınalı olmuştu. Asiler on yıldan fazla bir süredir monarşiyi ve kiliseyi İngiliz toplumunun yönetimindeki yerinden uzaklaştırdılar. Kral, vatan hainliği nedeniyle yargılandı ve mahkûm edildi.
Nicholson, bu küstahlıklar nedeniyle “en kutsal” monarşi denilen şey hakkında dehşete düşmüştü. Her seferinde kraliyetten aldığı yetkiyi güçlendirmek için yola çıktı. Virginia valiliğine gelmeden önce hizmet ettiği Maryland’de, Annapolis bölgesinin iki otorite göstergesini (başkent ve kilise) iki yüksek tepenin üzerinde tasarladı. Virginia’da, en küçük sözlü emirlerini dahi “kraliçe adına” yayınladı. Koloni savcısı generali sorduğunda, Nicholson karşı çıktı ve ‘tereddüt etmeden ya da emirlerden ayrılmadan itaat edilmesi gerektiğini” ısrarla vurguladı. Yönetim kurulu üyeleri tarafından rahatsız edildiğindeyse, ‘onları terbiye etmekle’ tehdit etti.
Nicholson’un altı saatlik söylevleri ve sürekli biçimde tehditlere başvurması alışılmadık olabilirdi; ancak itaate ilişkin otoriter gerginliği oldukça bilindikti. Çoğu İngiliz, Nicholson’ın monarşi ve toplumsal hiyerarşi görüşlerini paylaşıyordu. İç Savaş’ın ardından politikacılar ve kilise liderleri, dayanılmaz ve sınırsız itaat yükümlülüklerini hiç durmadan vaaz ediyorlardı. Nitekim, 1680’den sonra bu tür düşünceler yeni ve güçlü Tory Partisi'nin ideolojik temelini oluşturdu.
Öte yandan, bütün İngilizler bu yaklaşımı kabul etmedi. Whig Partisi hiyerarşi ve itaat için talep edilen güçlü desteği reddetti. Keyfi hükümet, keyfi yasallık, özel ya da kamusal etkenlerle sınırlanmamış bir otorite tehlike demekti. Whig Partisi, sert uygulamaları reddetti ve ‘uygunluk’ adını verdiği prensipleri destekleyerek, tam itaat taleplerini reddetti. Whig Partisi itaatsizlik önermiyordu. Ancak yöneticilere görevlerinin yanında yükümlülüklerini de vurguluyorlardı.
UNUTULMAYACAK BİR DERS
Nicholson döneminin derin ayrışmaları siyasi kargaşadan daha fazlasına yol açtı. Toplumu etkileyen nezaket idealleri, bölünmüş bir sosyal ve politik ortamda barışçıl etkileşimleri desteklemekteydi. Ancak nezaket politik olarak tarafsız olmak anlamına gelmiyordu. Halkın hassasiyetlerine kulak verme çağrısı, 1705 yılında Nicholson’u valilikten alan Virginia liderleri üzerinde unutulmayacak bir ders olan otoriter fikirlere meydan okuyordu.
Nicholson’ın yerini alan ve daha yetenekli bir subay olan Edward Nott, yalnızca bir yıl görev yaptı ve ardında kalıcı bir başarı bırakmadığı halde, koloni halkı onu seviyordu. Blair Nott’un ‘çok sakin mizacı' ve 'ılıman karakteri' övgü aldı. Yasama organı, yaklaşık on yıl sonra yönetiminin Nott’un 'yumuşaklığına' övgü sunan bir anıt dikti. Yazıtın ilk taslağı, Nott’un ılımlı karakterini öven siyasi sebepleri ayrıntılı olarak açıklıyordu. Nott'u ‘halkı baskı altına almaya ve keyfince hükmetmeye isteksiz olduğu için’ kutladılar.
Nicholson’a karşı direnen Virginia liderleri, sahil kesiminde gelişen, giderek istikrar kazanan ve kendinden emin bir Amerikalı elitin bir parçasını oluşturuyordu. Bu yeni gruplar, nezaket siyasetini oldukça cazip buluyorlardı. İdealleri ve uygulamaları, koloni liderlerinin yeni ve müdahaleci imparatorluk hükümeti ile anlaşma yapmasına yardımcı oldu. Nezaket, aynı zamanda, yeni sömürge seçkinlerinin taleplerine benzer şekilde şüpheyle yaklaşan yerel toplulukları da kazanmalarına yardım etti. Koloni seçkinlerinin kolonilerini bir devrime götürmelerine yardım etmesi nedeniyle, nezaket siyaseti kendi dillerinin önemli bir bölümünü oluşturur hale geldi.
1781’de, Virginia bir İngiliz işgaline uğradı. Geleceğin bağımsız devleti, işgale karşı kötü hazırlanmıştı ve kendini savunamadı. Bununla birlikte, Vali Jefferson, güçsüzlük konusunda felsefi bir bağlamda kalmıştı. Marquis de Lafayette bağımsızlık yanlısı birliklerle birlikte geldiğinde Jefferson, ‘Hafif Yasalar’ ile kutsanmış olan Virginialıların ‘itaat etmeye’ alışık olmadığı konusunda uyarıda bulundu. Sonuç olarak, hükümet emirleri ‘genellikle etkisizdi.’ Buna karşılık Lafayette ‘halkın öfkesine’ uyum sağlamayı vaat etti.
HALKIN TEVECCÜHÜ
Halkın, Jefferson ve Lafayette’in kendi güçleri üzerindeki etkilerini olağanüstü bir şekilde kabul etmeleri (sabırsız Nicholson’ın aksine), nezaket siyasetinin yaratıcı etkisini de ortaya koymaktadır. Devrimci liderlerin hepsi itaat istemekle ilgili olarak temkinli davranmak, iktidarı kısıtlamak ve yanıt hakkı gereksinimlerini halkla birlikte düşünmeye yaklaşık yüz yıldır devam ediyorlardı. Kendilerini ‘Whigler’ olarak anmak yanlış olmaz; vatanseverler Virginialı askeri lider George Washington'u bu değerlerin güçlü bir örneği olarak kutsadılar. 1784'te birçok Amerikalı’nın gözde generali olan Jefferson ‘ılımlılık ve erdemin’ devriminin, özgürlük ve ‘diğerlerinin öneminin’ sonuna kadar sürdürüleceğine inandığını bildirdi.
Elbette nezaket politikası da devrimcilerin toplumsal ilişkileri yeniden tasarlamasına yardım etmiş oldu. Savaşın ardından işbirlikçileri cezalandırma girişimlerine karşı direnen Alexander Hamilton, devrimin ruhunun ‘cömert’ ve ‘insancıl’ olduğunu ilan etti ve böylece ‘iyilik’ bir gelenek haline geldi. Jefferson’ın daha önce benzer şekilde savunduğu üzere, esir düşmanlar bile ‘nezaketle’ tedavi edilmeliydi. 1776 yılında Abigail Adams, 'Kadınları Hatırlamak' adlı çağrısında yasal değişiklikler konusunda öncülük yaptı; ancak öncelikle 'kötüler ve yasa tanımazlar’ hakkında yeni yasaların gerekli olduğunu da ifade etti. Adams’ın daha da aydınlanmış ekibi, çoktan istekli bir şekilde Adams’a “arkadaşının daha şefkatli ve sevimli birisi olabilmesi için Jefferson’a atfettiği ‘Usta’lık ünvanını önemsememesi gerektiğini” belirttiler.
Usta ve arkadaşı arasındaki gerilim ve şefkat, Jefferson’un köleliğe yönelik en ilerici eleştirisini de şekillendirmiş oldu. Amerika’daki sorunlardan en zor olanı, yani insan esareti, 17. Yüzyılın sonlarındaki karmaşa dolu yıllar boyunca Amerikan Güney bölgelerinin temel emek sistemini oluşturmuştu. Bir asır sonra 1780'li yıllarda yazan Jefferson, köleler üzerindeki tam kontrol yönündeki eğilimin cumhuriyetin temellerini baltaladığını savunuyordu. Köle sahipleri “en katıksız despotizm” ile var olmaktaydılar. Esaret altındaki insanlar ustaya veya ulusa karşı bir sadakat hissetmediler. Yerleşik durumun kötü etkileri köle sahiplerinin çocuklarını dahi etkiliyordu. Ebeveynlerinin davranışlarını gözlemleyen (ve taklit eden) çocuklar da bu tiranlığa yardım etmişler, bu eğitime maruz kalarak ve zorbalaşmışlardı.
SİYASİ TUTKUNUN HİDDETLİ OKYANUSU
Jefferson torununa “geniş bir dünyaya” katılma konusunda danışmanlık yaptıktan kısa bir süre sonra, 1809'un başlarında eve dönme arzusunu ifade etti ve “Monticello Münzevisi” ilan edildi. Jefferson, bir arkadaşına yazdığına göre “siyasi tutkunun hiddetli okyanusunda” kalması için zorlanmıştı; ancak yakında Başkanlıktan emekli olacak olması, kendisinin “ailesi, kitapları ve çiftliklerinin” sakin limanına dönmesine olanak sağlayacaktı.
Jefferson'un rahatsızlık verici politik dünya ile huzur dolu evi arasındaki ayrımı bugün bile tanıdık geliyor. Ancak bu başarısı, kamu ve özel hayat arasındaki süreklilik vurgusu ile nezaket, önceki politik eğilimlerinin üstünü örtüyor. Jefferson ilk önceleri güneydeki evini tiranlık için bir eğitim alanı biçiminde tasvir etmişti: ‘Şahsi siyasi’ tavrını ortaya koyduğunu savunuyordu. ‘Şöminesine geri dönme' konusundaki sözleri retorik bir geri çekilme içerse de evdeki konforu var eden köle sistemini kınamayı es geçiyordu.
Bununla birlikte, 19. Yüzyılın nezaket siyasetiyle dönüşümü nedeniyle değerlerini reddetmedi. Jefferson, siyasi hayatın, halka olan inancı reddeden güçlere karşı sürekli bir savaşı gerektirdiğinde ısrarcıydı. Şekillendirdiği Amerikan siyasi kültürü, keyfi gücün ve eleştirisiz liderliğin tehlikeleri konusunda takıntılıydı. İyilik ve kendini kontrol, benzer şekilde önemli kültürel köşe taşları olarak varlığını sürdürdü. Yine de git gide ayrı bir kategoriye ait oluyor gibiydi.
Bu ayrışmaların devam etmesi, onların iktidarına tanıklık etmek anlamına gelmektedir. Ancak, çatışmalı zamanlarda kamusal dünya bir kez daha hiddetli, sert ve hatta işlevsiz görünüyorsa, uzun süredir egemen olan ve nezaket içeren görüşleri yeniden düşünmek, yaşadığımız sorunları çözmeye yardımcı olabilir.
(Kaynak: Aeon / Çeviren: Tarkan Tufan)
*Steven Bullock Massachusetts’teki Worcester Politeknik Enstitüsü’nde tarih profesörüdür. Araştırmaları Sömürge ve Devrimci Amerika üzerine yoğunlaşmaktadır.