Syriza'da duraklama dönemi

Syriza kemer sıkma uygulamalarını izlemeye devam ediyor. Fakat Yunanistan’da herkes umutsuz değil.

Google Haberlere Abone ol

George Souvlis -Petros Stavrou *

DUVAR - Yunanistan'da, sol parti Syriza'nın "yükselişi ve düşüşü" hakkında konuşmak epey zor. "Yükseliş ve duraklama" demek daha uygun olacaktır.

Syriza Ocak 2015'te, "troyka"ya (Avrupa Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası ve Uluslararası Para Fonu) karşı koyma sözü vererek Yunanistan'ın borç krizinden çıkmasını sağlamak ve Yunanlıların ıstırap çektikleri kemer sıkma politikalarına son vermek için iktidara geldi. Troyka tarafından sunulan anlaşmaya Yunan halkının yankılanan bir "Oxi," "hayır" dedikleri ulusal referandumla son bulan dramatik müzakereler dizisinin beş aylık maratonu da böylece start aldı.

Yine de bu tarihi tepki karşısında Syriza Başbakanı Alexis Çipras, görülmemiş aşırılıkta kemer sıkma ve özelleştirmelere destek vererek ülkeyi iflasa götüren üçüncü muhtırayı imzalayıp alacaklılardan yana tavır aldı.

Çipras'ın eşi benzeri görülmemiş şartlı teslimiyetini bir diğeri takip etti: muhtıra hükümlerini uygulamak için iktidarda kalma kararı. Birçoklarına göre, Syriza'nın devletin tepesine hızla tırmanması, müzakerelerdeki sert konuşmaları ve "Grexit" (Yunanistan’ın AB’den ayrılması planı) doğrultusundaki aldatmaca, Yunanistan'daki sınıf mücadelesinin hızlanmasına neden oldu. Artık parti, zombiler gibi, tarihte görülmemiş büyüklükteki işçi karşıtı ve sol karşıtı tedbirleri aptalca uygularken hantal hantal yürümek durumunda.

Kostas Lapavitsas, Syriza'nın bir milletvekili ve Avrupa Para Birliğini terk etmek ve uluslararası alacaklılarla Yunan halkının karşılaşmaya hazırlanması için çağrı yapan parti içerisinde bir blok olan Sol Platformu üyesi olarak, baş döndürücü sürecin her adımına eşlik etti. Sol Platform, Syriza'daki stratejik ve siyasi tartışmayı kazanmış olsaydı, Yunanistan muhtemelen çok farklı bir yola girmişti.

Bugün ne Lapavitsas ne de Sol Platform Syriza'nın bir parçası olmaya devam ediyorlar. Gerçi, Lapavitsas, Sol Platform'un temel savlarından feragat etmedi: Yunan işçi sınıfına tabi olmak kaçınılmazdır.

Floransa'daki Avrupa Üniversitesi Enstitüsü’nde tarih bölümünde doktora adayı olan George Souvlis ve eski bir Syriza danışmanı ve şu anda radikal sol girişimi ARK'nın üyesi olan Petros Stavrou, Syriza hükumeti, Avrupa çapında kemer sıkmaya karşı mücadele ve Yunan solunu canlandırma umudu konularında Jacobin adına Lapavitsas ile konuştu.

DÜŞÜNSEL ETKİLER

Giriş üzerinden, sizi güçlü bir şekilde etkileyen oluşumsal akademik ve politik tecrübelere dayanarak kendinizi tanıtır mısınız?

Yunanistan'da diktatörlüğün düşmesinden sonra dünyayı anlamaya başlayan nesilden geliyorum. Bu dönemde, radikalleşme Yunan toplumunun önemli bir özelliğiydi. Kendi ailem solda kaldı, bu yüzden üniversite çalışmalarıma başlamadan çok önce doğal olarak radikalleştim. Fakat, İngiltere'de 1980'lerin daha kapsamlı şartları oluşumumda hayati önem taşıdı. Bu dönemde, dünyanın çok daha büyük olduğunu ve 1970'lerde Yunanistan'da tecrübe ettiğimden çok daha fazla, ideolojik ve siyasi meselelerin çok daha engin olduğunu fark ettim. Başka bir deyişle, siyasi olgunluğumun çoğu İngiltere'de gerçekleşti. O zamandan beri İngiliz solu saflarında aktifim. Benim için önemli bir entelektüel deneyim de, yaklaşık 30 yıl önce Japon Marksizmini keşfetmekti. Bana, kapitalizme daha kapsamlı bir şekilde bakmanın yanı sıra Marksizmi ve ekonomileri daha geniş bir bakış açısıyla görmenin olanağını sağladı.

Marksist bir ekonomist olarak entelektüel oluşumunuz için çok önemli olan entelektüellerin bir kısmının (ekonomistler ve siyasal kuramcılar gibi) isimini verebilir misiniz?

Politik ekonomide okuduğum ilk kitap, çok gençken Sweezy ve Baran'ın Tekel Sermayesi'ydi. 20. yüzyılda Marksizme önemli katkıları olan mükemmel bir kitaptı ve Sweezy'nin ekonomisi bende kalıcı bir saygı uyandırdı. Söylemeye gerek yok, ben de Marx'ın yazılarının çoğunu dikkatlice okudum, ancak asla kutsal metinler olarak görmedim. Benim için Marx harika bir düşünür ve devrimci idi, ama bundan ibaret. Ayrıca Marksist klasiklerin olağan tam takımını okudum. Ayrıca Marksist klasiklerin alışılagelmiş olan tamamlayıcılarını da okudum. Özellikle, Rus Devrimi, Sovyetler Birliği'nin gelişimi ve iki dünya savaşı arası faşizmin ortaya çıkışı üzerine yazıları beni çok etkileyen Troçki'ye ayrı bir paragraf açmalıyım. Uzun süreden beridir solun Sovyetler Birliği'ni ağır eleştiren, hatta reddiyeci kısmına dahildim. Son olarak, Marksist ekonomi konusundaki benim anlayışım, birincisi, 1970'lerin ve 1980'lerin Anglo-Sakson Marksist rönesansının ve ikincisi, Uno Okulu Japon Marksizminin bir karışımıdır. Birçoğuna büyük borcum var ama İngiltere’de Ben Fine ve Laurence Harris ile Japonya’daki Makoto Itoh ve Tomohiko Sekine’nin yerlerini ayrı tutacağım.

SYRİZA BİR ALTERNATİFE SAHİP Mİ?

Haydi Yunanistan'ı tartışalım. Syriza, yeni kurtarma paketi yenilgisinden sonra, ileri gitmenin tek yolunun bu olduğunu ileri sürerek bu gelişimin kaçınılmaz doğası hakkında bir hikaye yarattı.Bu olayları anlayışını paylaşıyor musunuz? Değilse, öteki yol neydi? Ekonomi açısından, Syriza bu gelişmelerden kaçınmak için ne yapmalıdır?

İlginçtir ki, Syriza’nın şimdiki liderliğinden gelen temel argüman, yapılabilecek başka bir şeyin bulunmamasıydı. Bu, aynı zamanda, Yeni Demokrasi, PASOK ve on yıllardır Yunanistan’ı yöneten diğer herkes tarafından etkin kullanılan bir argüman. Ancak Syriza, Yunanistan ve Avrupa’da gerçek değişimi sağlayacak başka bir yol vaat ederek iktidara geldi.

O sırada Syriza'yı destekledim, çünkü başka bir yol gerçekten de mümkündü. Değilse, Syriza’nın anlamı tam olarak neydi? Yeni Demokrasi’nin Antonis Samarasları yerine Alexis Çipras’ın başbakan olması mı? Hükumette kendilerine “sol” diyen ve kurtarma politikalarını umutla daha “yumuşak” bir şekilde uygulamak isteyen insanlara sahip olmak mı? Bu görüşü tamamıyla reddediyorum.

Syriza’nın gerçek sorunu, başka yolun olmaması değildi. Asıl sorun liderliğinin uyguladığı stratejinin baştan sağlam olmaması idi. Bu, yanlış siyaset, yanlış ekonomi, yanlış dünya anlayışıydı. Kısacası, Avrupa Para Birliği’nde (Eurozone) kalarak, borç verenlere karşı koymayı ve Yunanistan’ı değiştirmeyi hedeflediler. Syriza’daki diğer bazı kişilerle birlikte o sırada tartıştığım gibi, bu mümkün değildi. Liderliğe karşı çıkarak ve Avrupa Para Birliği’nden çıkarak ve ulusal borcu reddeden alternatif bir yol ileri sürerek savaş verdik. Yunanistan için yeni bir radikal sosyal değişim yolunu açan tek gerçekçi alternatif buydu.

Olaylar gösterdi ki, biz kesinlikle doğruyduk ve liderliğin stratejisi saçmalıktı. Fakat biz siyasi tartışmayı kazanamadık ve bu çok önemli bir şeydi. Stratejisinin başarısızlığından sonra Çipras borç verenlere teslim olmuş ve politikalarını benimsemişti. Syriza teslimiyeti tüm Avrupa solu için kara bir lekedir.

Yukarıda öne sürdüğünüz şey, makro ekonomik düzeyde. Sizce diğer kısa vadeli taktik alternatifler olduğunu düşünmüyor musunuz? (İktidarı ele geçirdikleri ilk günden itibaren sermaye ve bankacılık denetimleri uygulama, daha öncesinde bir referandum düzenleme gibi.) Çünkü sonunda olan şey, Yunan devleti ekonomik olarak neredeyse felce uğradığında, çok zor bir konjonktürde son dakikada sermaye denetimleri uygulamaya koymak oldu.

Ne için? Eğer Syriza tüm yolu, Avrupa Para Birliği’nden çıkarak ve borçların yükümlülüğünü yerine getirmeyerek almaya hazırlanmadıysa, erken denetimlerin taktik uygulaması ne anlam ifade edecekti ki?

Benim görevim değil, ancak bazıları, bu hareketlerin, Syriza ile troika arasındaki görüşmelerde, kurtarma anlaşmasının getirdikleriyle karşılaştırıldığında daha iyi sonuçlar alacağını iddia ediyor. Bu duruşu paylaşıyor musun?

Neyi başarmak için daha iyi müzakere? Bu sadece yanlış bir düşünce. Çipras, Varoufakis ve diğerlerinin müzakere yöntemleri başından beri de beceriksiz olmasına rağmen Syriza’nın sorunu taktik değildi. Gittiğiniz yol boyunca çelik gibi değilseniz, kışkırtıcı bir tarz ve laf kalabalığı borç verenleri kızdırmaktan başka ne anlam ifade eder? Gerektiği zaman yükümlülüğü yerine getirmeyeceğini ilan etmek için dik durmaya hazırsan takım elbise giymek ve kravat takmak çok daha iyi.

Ancak Syriza ile ilgili sorun, yöntemleri değil, stratejisi idi. Avrupa’nın neyle meşgul olduğunu, borç verenin ne kadar amansız olduğunu anlamadılar. Her şeyden önce, Avrupa Merkez Bankası’nın ekonomideki likidite mevcudiyeti üzerindeki muazzam gücüyle mücadelenin tek yolunun ulusal para birimi üretmek olduğunu anlamıyorlardı. Sol bir hükumet için başka seçenek yoktu. Çipras’a özel konuşmada bunu söyledim, ancak duymak istemedi; çünkü bu, Avrupa Birliği kurumlarıyla gerçek bir kopuştan bahsediyordu. Bu kırılma onun politik görüntüsüyle, yaradılışıyla, eğitimiyle ilgili olarak istediği şey değildi.

Bence Syriza’nın başarısızlığı için önemli ve -bu benim görüşüm- parti müzakereler sırasında Yunan halkına gerçeği söylemedi. İki taraf arasında neler olup bittiği ve hangi çıkarların olduğu söz konusu oldu. Eminim ki, bu süre zarfında parti adına üretilen ana söylem her şeyin kontrol altında olduğu, her iki tarafın da fayda sağlayacağı konusunda adil bir anlaşma olacağı idi. Sanırım bu yanlış bir taktik adım oldu; çünkü Syriza halkı hareketsizleştirdi, müzakerelerin sürecini bir grup uzmana, yani Çipras'ın çevresindeki ekibe devretti. Böylece Syriza, insanları er ya da geç çıkarlarının lehine bir çözüm olacağına inandırdı. Halk, ne Brüksel’de neler olduğu konusunda doğru bir şekilde bilgilendirildi, ne de troika tehditlerine karşı topluca protesto etmeye hazırdı. B Planı’nın, AB ile olası bir ayrılık için gerekli olduğu kadar Yunan halkını hazırlamayı içerdiğine inanıyorum. Siz ne düşünüyorsunuz?

İşçi sınıfının ve daha geniş sosyal katmanların yaygın desteği ve siyasi hazırlığı, Yunanistan’da gerçekten bir şeyler değiştirmek isteyen radikal bir hükumet için büyük önem taşırdı. Syriza, resmi muhalefet haline geldiği 2012 seçimlerinden sonra buna kalkışma fırsatı bulmuştu, ancak bunu yapmadı.

Bunun yerine liderlik, Alexis Çipras’ı bir sonraki başbakan ve küresel sol figür olarak yükseltme yolunu izledi. İktidara geldikten sonra, kilit sorularda, hatta insanlar cevaplarını istedikleri halde bile, asla gerçeği bütün açıklığıyla söylemediler. Son derece kararlı oldukları tek nokta, Avrupalı kurumların bünyesinde kalmak istemeleridir. Bu dürüst oldukları az sayıdaki konudan biri. Avrupalılığa bağlandılar ve bağlı kalmaya devam ettiler.

O halde, halkı Avrupalı kredi verenlere karşı büyük bir çatışma için hazırlayabilirler mi? Açıkçası bir kopuş noktası haline gelebilecek olan Temmuz 2015 referandumunda bile, savaşa hazırlanmaktan titizlikle kaçındılar. Yunanistan ve yurtdışındaki güçlü merkezler, “Hayır”ın Avrupa Para Birliği’nden çıkış ve felaket anlamına geleceğini söyleyerek Yunanlıları korkutmaya çalışıyordu. Syriza ve liderliği asla böyle söylemedi ancak her zaman referandumun borç verenlerle yapılan görüşmelerde diğer bir silah olduğunu söyledi. Ve sonuçta teslim oldular ve “Hayır”ı “Evet”e çevirdiler. Asla gerçek bir kavga istemediler.

Sizce bu stratejik seçim, Avrokomünist partilerin 1970’lerde benimsedikleri strateji ile mi bağlantılıydı yoksa sadece Çipras’ın çevresindeki insanlar tarafından verilen bir karar mıydı? Örneğin, Çevre ve Enerji Bakanı ve ipras’ın en önemli ekonomik danışmanlarından biri olan Giorgos Stathakis, Kasım 2016'dan itibaren iktidardaki partinin tek gerçekçi seçeneğinin derhal troyka ile bir muhtıra imzalamak olduğunu söyledi.

Bundan ne anlıyorsunuz? Bu seçim, ideolojik, ekonomik veya kişisel nedenlerle açıklanabilir mi yoksa kabul edilen stratejiyi etkili bir şekilde çözebilecek bu faktörlerin bazı bileşkesi mi?

Syriza fiyaskosunu doğrudan Avrokomünist geleneğe bağlayabileceğimizi sanmıyorum. Syriza’da yer alan solda birçok tarihsel akımlar var. Bazıları Avrokomünizmden (Avrupa komünist hareketlerinden) geldi, ancak en seçkin örneklerin bazıları Yunan Komünist Partisi’nin Stalinist geleneğinden geldi. Syriza’nın önde gelen kadrosunun önemli bir kısmı, hayal gücünü zorlamaya hiç gerek yok, tamamen Komünist Parti kadrosu idi, Avrokomünist değil.

Syriza’nın asıl sorunu, Avrokomünizm değil, partinin nasıl kurulduğu ve neye dönüştüğü idi. Syriza, 1990’ların başında belirsiz bir şekilde, işçi sınıfı içinde kök salmayan ve her zaman gerekenden fazla yöneticinin bulunduğu Komünist Parti’nin etkileyici yan ürünü, daha çok Synaspismos olarak başladı. 2000’lerde Syriza oldu, küçük bir ekip kendisini potansiyel olarak Yunan siyasetinde önemli bir oyuncu olarak görüyordu; çünkü çoğulcu, demokratik ve benzeri bir şekilde siyaset yapmanın yeni bir yolunu öneriyor gibi görünüyordu. Syriza’da en büyük değişim, solda belki de neslinin en yetenekli politikacısı olan Alekos alavanos liderliğinde gerçekleşti. Syriza, sürekli tartışmalar ve görüş alışverişinde bulunulan bir ortamda solun birçok farklı akımını cezbeden yeni bir kitle partisinin özelliklerini edindi. Aynı zamanda bilinçli bir eylemciydi.

Alavanos’un yaptığı felaket getiren hata, yeni, taze ve radikal bir neslin önünü açmayı düşünerek, Çipras’ı ve küçük grubunu Syriza’nın yeni liderliği olarak atamaktı. Çipras partiyi devralmak için aşırı derecede hırslı ve aynı derecede hünerliydi. 2011-12 arasında Syriza’yı büyük bir seçim başarısına taşıdı. 2010 civarlarında Syriza, soldaki birçokları arasında sadece küçük bir parti idi ve açık sözlü olmak gerekirse, yayılmakta olan krizin doğasına ilişkin en büyük anlamsız sözleri cafcaflı bir şekilde söyledi. Çipras, daha sonra Yunan şehirlerinin meydanlarında vuku bulan kitle protestolarına katılması için Syriza’yı cesurca zorladı. Hepsinden önemlisi, Çipras, solun diğer liderlerinin aksine, yönetmeye hazır olduğunu söylemeye hazırlandı. Yönetme istekliliği ile meydanlardaki hareketlere Syriza’nın dahil olması, partiyi 2012 seçimlerinde ileriye doğru sürükledi. Sırada bekleyen hükumet idi.

Kısa bir süre için, Syriza, sadece Yunanistan’da değil, aynı zamanda Avrupa’da da solun geleceği olabilecek yeni bir örgüt oluşumunu temsil eder gibi göründü. Seçmenlerin desteğini çekebilecek güçlü kadro ile devamlı tartışmalarla uğraşan çeşitli akımların gevşek ittifakı ve parti hükumet oldu. Gerçek, 2015’te netleşti. Syriza, sol için politika yapmanın yeni bir yolu değildi, sadece Yunan politik düzeninin hükmetmeye devam ettiği en yeni yoldu. Bitmeyen politik tartışma ve hareketçilik, ne iç demokrasinin bir garantisini ne de kapitalizme karşı mücadeleyi ortaya koydu. Syriza, gerçek politik tartışmanın olmadığı ve en tepede mutlak güçe sahip bir liderle birlikte sınırları belli olmayan politik bir organ olan hükumette tamamen kendini demokratik olmayan bir şekilde gösterdi. Bu, Yunan devletiyle iç içe olan ve yalnızca iktidarda kalmaya çalışan bir seçim makinesi. Syriza modelinde solun bir geleceği yok, bu kesin.

Temmuz 2015 anlaşmasından sonra Yunanistan hükümetinin resmi açıklamasını bildiren açıklayıcı bir slogan, şu ana kadar karşı karşıya kaldığı pek çok sıkıntıya rağmen, hükumetin mali performansının, 2016 Gayri Safi Yurt İçi Hasılası’nın kabaca yüzde 4’ü kadar devletin ana bütçe fazlasını arttırması nedeniyle bir başarı öyküsü olarak tanımlanabilir. Bu iyimserliği Yunan Hükümeti adına paylaşır mısınız? Ekonomik performansını başarılı olarak tanımlayabilir miyiz?

Bazı şeyleri sıraya koymalıyım. Yunanistan’daki büyük ekonomik daralma 2013’te sona erdi. 2014 yılından beri Yunan ekonomisi etkili bir biçimde durgundu: Bir parça yukarı, bir parça aşağı. Krizin en kötü kısmı, Syriza iktidarı almadan bir yıl önce sonlanmıştı. Dolayısıyla Syriza’nın Yunanistan ya da Yunan halkı için bir çeşit başarı sağladığını söylemek gülünç bir şey. Gerçekçi kavramlar içinde, Syriza yönetimi ele geçirdikten sonra ekonomik durgunluk hafifledi ve 2016 boyunca ve bir yere kadar 2017’de farklı bir yol izledi. Tabii ki, Yunan siyasetinde yalancılıkların sürekli tekrarlanması yoluyla paralel bir gerçeklik yaratmak mümkündür ve Syriza bu konuda çok iyidir. Ancak gerçekler, rakamsal verilerde ve insanların yaşanmış deneyimlerinde açıktır.

Gerçek ekonomi politikaları açısından Syriza, krizin başlangıcından bu yana Yunanistan’ın sahip olduğu en itaatkar hükumet olduğu kanıtlanmıştır. Kredi verenin ekonomik politikalarını kabul ettiler, Ağustos ayında üçüncü kurtarma anlaşmasını imzaladılar ve uygulanmasında çok titiz davrandılar. Bağımsızlıkla ilgili bir belirti, egemenlikle ilgili bir deneyim yok. Bu bağlamda, Mayıs 2017’de imzaladıkları üçüncü kurtarma planının ikinci kez gözden geçirilmesini tamamlayan son anlaşma, borç verenlerin emirlerini bir kez daha itaatkâr bir biçimde takip etti.

İktidara yükseliş sırasında Syriza, önceki “yumuşak” Yunan hükumetlerinin aksine, sert müzakere etme, sert olma ve borç verenlere karşı ayaklanma konusunda ortalığı çok büyük velveleye verdi. Pratikte, kriz sırasında Yunanistan’ın sahip olduğu en kötü müzakereciler olduklarını kanıtladılar. Borç verenler, herhangi bir borç hafifletme olanağı sağlamaksızın, kemer sıkma tedbirleri, vergiler ve emeklilik kesintileri dayatarak tamamıyla onlara egemen oldular.

Gelecek Yunanistan için kasvetli görünüyor. Muhtemelen durgunlaşmaya devam edecektir: Büyüme muhtemelen biraz azalacaktır, daha sonra biraz gerileyecektir ve sonra yine aynı olacaktır. Sürekli yüksek işsizlik oranı ve yüksek gelir eşitsizliği olan bir ülke; eğitimli gençlerin terk edecekleri fakir bir ülke; devasa borçlarla boğuşan yıpranmış bir ülke; Avrupa’nın saçaklarında ilgisiz küçük bir ülke haline gelecektir. Egemen sınıf bu olası sonucu kabul etti, bu onun egemenliğinin tarihi iflasıdır. Syriza da bu felakette rol oynamaktadır.

Borç ne olacak? Syriza yakında borcun hafifletileceğini iddia etti.

Mayıs 2016'da, esasen para birliğini yürüten organ olan Eurogroup, Syriza’nın kabul ettiği Yunan borçları için bir taslağa karar verdi. Bir “kesinti” olmayacak çünkü para birliği içerisinde bir devletin kayıplarını diğer devletin politikalarından alacak bir mekanizma yok. Taslağa göre, Yunan borcu, borcun ödenmesinin toplam maliyeti (faiz ve ana para) yıllık GSYİH'nin yüzde 15’ini geçmediği sürece sürdürülebilir olarak kabul edilecek. Faiz indirimi sağlanarak ve var olan borçların vadesini uzatarak bu “sürdürülebilirlik”i başarması için Yunanistan’a yardım edilebilir. Bu, Yunanistan’ın Avrupa Birliği’ndeki “ortakları”ndan umut edebileceklerinin en iyi olanıdır. Bunun için, Yunanistan, uzunca bir süre, çok önemli bir faiz dışı fazla elde etmek için maliye politikasını şekillendirmek zorunda kalacak. Yani, onlarca yıl sürecek olan düşük hükumet harcamaları ve yüksek vergilendirme, derin kemer sıkma politikaları... Sonuç olarak, büyüme oranları düşürülecektir. Bu, Yunanistan’ın borçlarını orta ve uzun vadede kesin bir şekilde sürdürülemez hale getiren korkunç bir açmazdır.

Mayıs 2017’de Syriza hükumeti, tam da bu taslağa dayalı başka bir anlaşma imzaladı. 2022 yılına kadar yüzde 3,5'’uk faiz dışı bütçe fazlasının büyük miktarda temini için emeklilik maaşlarını düşürmek ve vergilendirmek suretiyle yeni tedbirler yasası çıkarttılar. Ayrıca, 2060 yılına kadar yılda ilave yüzde 2 faiz dışı fazla elde etmeyi kabul ettiler! Bu olağanüstü acımasız tedbirlerini yasalaştırmaya rağmen, kesinlikle bir borç indirimi almadılar. Bu inanılmaz bir beceriksizliktir. Böylelikle işsizliği düşürerek Yunan ekonomisinin iyileşmesine olanak verecek koşulları sağlamada berbat halde başarısız olurken, emekçi kesim üzerinde acımasız tedbirler dayatarak ve ulusal egemenliğin son kalıntılarını teslim ederek taviz verdiler.

Yunanistan’da olan bu durumu, 1980’ler krizi esnasında Latin Amerika devletlerinde olanla karşılaştırabilir miyiz, çünkü her iki olayda da borç belirleyici bir özellikti; ne düşünüyorsunuz?

Bir ölçüde, evet, çünkü Yunan krizi özünde bir ödeme dengesi krizi idi. Dahası, kriz IMF tarafından ele alındı, bu nedenle birisi Latin Amerika’yla benzer sonuçlar bulabilir. Bununla birlikte, Yunanistan için gerçek benzerlik, Latin Amerika değil, I. Dünya Savaşı’ndan sonraki Alman krizi, savaş tazminatı krizidir. Savaşı kaybettikten sonra Almanya, daha çok muzaffer olan Fransa’ya büyük tazminatlar ödemek zorunda kalırken, aynı zamanda ekonomisi üzerinde ihracat kapasitesini kısıtlayan ve böylece gerekli ödemeleri yapamadığı durumlar ile karşı karşıya kaldı. 1920’li yıllar boyunca, John Maynard Keynes’in de hemen fark ettiği gibi, Almanya olmayacak bir konuma yerleşti. Tabii ki nihai sonuç, borcu kaldıracağını duyuran ve II. Dünya Savaşı hazırlığı için ekonomiyi askerileştiren Hitler’in yükselişi oldu. Yunanistan bugün benzer bir konumdadır. Çok büyük bir dış borcu vardır ve dış ödemeler yapmakla yükümlüdür; ancak dış fazla (ihracat fazlası) üretemez; çünkü para birliği ona etkili bir şekilde izin vermez. Günümüzde bütçe fazlası, iç ekonomiyi sıkıştırıp büyüme potansiyelini azaltarak yaratılmaktadır. Yunanistan için, ancak tuzaktan özgürlüğünü zor kullanarak kurtarması yoluyla çözülebilecek imkansız bir durum.

Eski Maliye Bakanı Yanis Varoufakis yakın zamanda bir B Planı’nın olduğunu teyit etti. Bu ifadeye inanıyor musunuz? Eğer vardıysa, manevra yapmak için halen zaman ve boşluk varken, neden müzakereler sırasında Çipras’ın ekibi tarafından bir seçenek olarak kullanılmadı? Çipras’ın bu kartı oynaması halinde, bu ekonomik ve siyasi açıdan ne gibi bir etki yaratacaktı, ne düşünüyorsunuz?

Kendinle yaşamana imkan veren geçmiş hakkında hikaye anlatmak yaygın bir şey. Aynı zamanda, günümüzün ihtiyaçlarına daha çok uygun gelen, geçmişi yeniden keşfetmeye yönelmek de yaygındır. Şahsen bunu elimden geldiğince önlemeye çalışsam da, insanlar siyasette sıklıkla bunu yapar. Gerçek anlamda bir B Planı olmamıştır; yani, Yunanistan’ı para birliğinden çıkarıp Avrupa Birliği ile ipleri koparacak bir plan. En fazla, borç verenlerin baskısı artarsa ne yapılacağına ilişkin yuvarlak hesaplar vardı. Halkın desteğine dayanan tutarlı bir bütün olarak talep ettikleri ve önerdikleri gibi bir B Planı’nı hiç ifade etmediler. Syriza için olamazdı da, çünkü böyle bir plan Avrupa Para Birliği’nden çıkmayı muhakkak gerektirecekti. Yanis Varoufakis de dahil olmak üzere Syriza liderleri, Avrupa’dan ayrılmayı tasvip etmeyen Avrupacıları görevlendirdiler. Avrupacı olmayan ve ayrılma talep eden Syriza üyeleri sonunda Çipras tarafından kenara itildi.

Son zamanlarda siz ve Theodore Mariolis, RL Enstitüsü tarafından yayınlanan “Euro Bölgesi başarısızlığı, Alman politikaları ve Yunanistan için yeni bir yol” adlı analitik bir rapor yazdınız; burada Yunan halkının çoğunluğu için yıkıcı sonuçlar doğurmaksızın uygulanabilir bir proje olan Grexit (Yunanistan’ın AB’den ayrılması planı) için gelecekteki hükumete yol gösterecek adımları tarif ettiniz. Olası bir Grexit’i uzun vadede bir başarı hikayesi haline getirmek için gelecekteki bir hükumet ne yapmalıdır?

Grexit’in adımları epeydir iyi anlaşıldı. Gizem yok. Grexit, öncelikle parasal egemenliğin bir parlamento kanalıyla yeniden ele geçirilmesini, böylece ulusun yasal parasının yeniden tanımlamasını gerektirir. Yunan yasası uyarınca sözleşmelerde, para akışlarında ve toplam parada 1:1 kambiyo oranı derhal uygulanacaktır. Aynı zamanda, banka kamulaştırması, sermaye kontrolleri, bankacılık denetimleri ve ekonominin dönene kadar başlangıç döneminde ilaçların, yiyecek ve enerjinin düzenli tedarikini sağlamak için adımlar atılacaktır. En ciddi ekonomik problem Yeni Drahmi’nin (Yunan para birimi) devalüasyonu olacaktır; bu da büyük ölçüde cari hesabın durumuna ve ekonominin gücüne bağlı olacaktır. Yunanistan’da bunu tahmin etmek kolay değil, fakat dengenin yeni konumunda yüzde 20-30’luk bir devalüasyon olacağını tahmin ediyorum. Uluslararası pazarlarda ve yurt içinde rekabet gücünü geri kazanması gereken Yunan endüstrisi için devalüasyon olumlu olacaktır. İstihdam korunuyor olacağı için orta vadede işçiler de faydalanacaktır, fakat kısa vadede destek isteyeceklerdir, özellikle de vergi indirimi ve devlet yardımları vasıtasıyla... Bu herhangi bir hayal gücünü zorlayan kolay bir yol değil, ancak mükemmel şekilde uygulanabilir ve kararlılık ve yaygın katılım gerektiren bir yol. Belki de altı aydan on iki aya kadar büyük zorluklar dönemi yaşanacaktır, ancak ekonomi geri dönecektir.

Bununla birlikte, çıkış Yunan sorunları için tek başına bir tedavi değildir. Bunu, her zaman, sermayeye karşı ve emeğin yararına olan toplumsal güçler dengesini değiştirecek, böylece ülkeyi farklı bir yola sokacak ekonomi politikalarının farklı bir grubunun bir parçası gibi anladım. Başka bir deyişle, Yunanistan’ın ilerici bir çıkışa ihtiyacı var.

Bunun için iki adım önemlidir. İlk olarak, hükumet faiz dışı fazlalık için saçma ve yıkıcı yüzde 3,5 amacından vazgeçerek kemer sıkma yükümlülüğünü kaldırmalıdır. Bu, istihdamın çok çabuk yaratılabildiği yer olduğu için çoğunlukla hizmetlere yönelik yatırım ve diğer şeylerde kamu harcamalarını yükseltecektir. İkincisi, hükumet, hizmetlerden ziyade sanayi ve tarım yararına ekonomiyi dengelemek için kamu kaynaklarını kullanan bir endüstriyel strateji benimsemelidir. Bu politikalar benimsenirse, emekçilere yararları değerli olur, sınıf gücünün dengesi değişir, ücretli emek koşulları iyileştirilir ve gelir ve servetin yeniden dağıtılması için bir niyet olurdu.

Yunanistan’ın, toplumun sosyalist yeniden yapılanmasına yol açabilecek güçlü antikapitalist bir karaktere sahip farklı bir gelişme yoluna girmesi konusunda konuşmak mümkündür.

Muhtemel bir Grexit senaryosunda, AB dışında bir Yunanistan küresel ekonomide nereye oturacaktır, kimle, hangi ticareti yapacaktır; AB ile bir ticaret savaşı beklenir mi?

“Ticaret savaşı” argümanı tipik olarak kurtarma politikalarına devam etmek isteyen ya da radikal değişimi düşünmekten bile korkan insanlar tarafından kullanılır. Kırılma yoluna girmesi halinde Yunanistan kesinlikle zorluklarla karşı karşıya kalacaktır, zira kaçınılmaz olarak borcunu ödememek zorunda kalacaktır. Zaten Yunan borçlarının sürdürülemez olduğu yaygın olarak biliniyor ve kabul edildi. Yükümlülüğü yerine getirememe ciddi bir iş, ancak günümüzde savaşa, boykotlara ve diğer renkli sonuçlara yol açmıyor. Ülkeler faaliyet göstermeye ve hayatta kalmaya devam ediyor. Sonuçta, yükümlülüğü yerine getirmeyen devlettir, bireysel üretken unsurlar değil.

Yükümlülüğü yerine getirmemekten daha riskli olan şey, yükümlülüğü yerine getirmeme nedeniyle basitçe gerçekleşmeyecek olan, aynı zamanda AB’nin ekonomi politikalarıyla çelişecek olanları Yunanistan uygulayacağı için, Avrupa Birliği’nden ayrılma ihtimalidir. Yunanistan, ekonomisini düzene sokmak için buna karşı hazırlıklı olmalıdır. Kestirme bir yol yok. Özel şartlar, muafiyetler vb. müzakere etmek zorunda kalacak ve ihtiyaç duyduğu politikaları uygulama adına bir kavga için hazırlıklı olunmalıdır. İşçiler ve halk tabakaları kararlı olurlarsa, ülke başarılı olabilir.

AVRO BÖLGESİNİN GELECEĞİ

Şimdi AB gelişmelerine geçelim. Avro bölgesinin geleceği nedir sizce ve AB için Almanya’nın şu andaki planı olarak görünen Avrupa Komisyonu’nun çok hızlı bir Avrupa için senaryolarını nasıl görüyorsunuz?

Avro bölgesi krizi, AB’nin tarihsel gelişiminde belirgin bir dönem olarak hemen hemen bitmiştir. Almanya kendi çözümünü dayattı ve tüm muhalefeti yendi. Amaç yeniden başlatmayı içeriyor: Almanya üstün geldi ve isteklerini on yıl boyunca Avrupa’ya dayattı. Tartışılmaz baskın ülke olarak ortaya çıktı. Bu gerçekleştikçe, yeni Avrupa’nın merkez ve birkaç çevre ülkeyle beraber oldukça tabakalaşmış bir oluşum olduğu belirgin hale geldi. Marksistlerin hakkında konuşmaya alışık oldukları merkez ve merkezin dışında kalana dair eski ayırım, Avrupa’da yeni ve düşmanca yollarla tekrar ortaya çıktı. Merkez, daha belirli bir biçimde, esas olarak otomobil, kimyasal maddeler ve imalat makinelerinden oluşan sanayi üssü Almanya’dır. Kuzey İtalya istisna olmakla birlikte, Avrupa’da Almanya ile karşılaştırılabilecek başka hiçbir sanayi kompleksi yok.

Merkez birkaç periferi (çevre ülke) tayin etti; ikisi ön plana çıkıyor. Birincisi, Almanya’nın endüstriyel merkezine doğrudan doğruya bağlıdır: Polonya, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Slovakya ve Slovenya. Bu perifer, hepsi de Almanya’ya akan, emek, kaynak ve üretken kapasite sağlayarak Almanya sanayi sermayesinin bir hinterlantı (doğal yaşam alanı) olarak görevini yapıyor. İkinci perifer güneyde: Yunanistan, Portekiz ve İspanya. Bunlar zayıf endüstrileri ile, düşük verimlilik artışının ve rekabet gücünün olduğu, istihdam sağlayan ancak artık bunu yapamayan büyük bir kamu sektörüne sahip ekonomilerdir. Görevleri, Alman merkeze vasıflı iş gücü sağlamaktır.

Avrupa’nın bu tabakalaşması muazzam bir Alman siyasi iktidarının da temelini oluşturmaktadır. Almanya'nın üstünlüğü Alman tarihsel bloğunun bir planından kaynaklanmadı; ancak bir noktadan sonra bilinçli bir politika haline geldi. Almanya’nın üstünlük sağlamasının en önemli kaldıracı, Almanya’ya Avrupa’ya ticari olarak hakim olma imkanı sağlayan ve Almanya’nın sanayi sermayesi için bir üs vazifesini görerek Çin ve ABD’ye ihraç etmesi ve diğer şeyler için temel oluşturan para birliğidir. Para birliği sayesinde Almanya büyük bir küresel güç olarak ortaya çıkmıştır. Fakat bu türün herhangi bir kapitalist sürecinde olduğu gibi, gerilim ve iç çelişkiler de ortaya çıktı. Bunlar çoğunlukla Avrupa nın merkeziyle ilgilidir ve iki konu büyük önem taşımaktadır.

İlki, Almanya’nın kendisi ile ilgilidir. Almanya’nın sanayi sermayesi ihracatı Alman işçilerinin omuzları üzerinde gerçekleşti: Almanya’da sürekli kemer sıkma politikaları, ücret sınırlaması, kamu harcamalarında kısıtlama, yurt içi yatırım eksikliği ve iç talebin sıkıştırması. Bu, Avrupa’nın Alman kapitalist egemenliğinin temelini oluşturuyor ve Alman sermayesinin dünya pazarında pay sahibi olmasını sağlamıştır. Uzun vadede açıkça istikrarsız ve dayanılmaz bir durum. Alman emeğinin üçte ikisi, düşük ücret ve zorlu iş koşullarıyla, istikrarsız şartlarla ayakta kalıyor.

İkincisi, Almanya, Fransa ve İtalya arasındaki ilişkilerdir. Bu büyük bir zafiyet noktasıdır. Fransa elbette merkezin bir ülkesidir, ancak Almanya’ya dayanamaz çünkü sanayi üssüne, rekabet gücüne ve para birliğini şekillendirme becerisine sahip değildir. Gerçekte, tarihi bloğun Almanya ile nasıl yüzleşeceğine dair stratejik bir planı yok ve hızla Berlin’e boyun eğiyor. İtalya daha da kötü. Önemli bir sanayi üssü var ancak para birliğindeki varlığı derinden sorunlu; çünkü makul şartlarda rekabet edemiyor ve büyüme oranı çok zayıf. İtalya yıllardır düşük seviyeli kemer sıkma durumunda. Bu sonsuza kadar süremez ve gerginlikler bir noktada patlar. Özetlemek gerekirse, Almanya’nın yükselişi, muazzam bir gerginlik yaratarak Avrupa’yı daha önce hiç görmediği şekilde tabakalaştırdı. İşte bu noktada patlamalar ve tarihin ivme kazanacağı yılların gelmesini bekliyorum.

Bu patlamaların yukarıdan mı aşağıdan mı geleceğini düşünüyorsunuz?

Son yıllarda sağ kanat popülizmin ve otoriterciliğin faşist biçimde, Avrupa’nın birçok yerinde yükseldiğini gördük. Bu, Avrupa’nın tabakalaşmasının ve Alman egemenliğinin ortaya çıkmasının bir sonucudur. Ayrıca, Avrupa giderek daha eşitsiz hale geldiği için demokrasinin gerilemesinin de bir sonucudur. Avrupa’da tezahür eden parlamenter demokrasinin başarısızlığı ve siyasi sürecin emekçilerin endişelerinden kopuk olması, Alman sermayesinin Avrupa’nın dört bir yanındaki üstünlüğünün bir parçasıdır. Tepki kaçınılmaz olarak daha fazla egemenlik talep etme biçimini almıştır ve aşağıdan gelmektedir: İnsanlar nerede yaşadıkları, nerede çalıştıkları, yasaları kimin yaptığı, yasaları kimin uyguladığı, kimlerin ve nasıl hesap verebilir olduğu üzerinde güç kaybettiklerini hissediyorlar. Avrupa çapında yaygın ve ulusal egemenlik için talepler var.

Geçmişte, Avrupa’daki sol güçler, bu talepleri, emekçilerin ihtiyaçlarını ve isteklerini ifade etmek için, Avrupa'da büyük şirketlere ve Alman egemenliğine karşı koyarak formüle ederlerdi. Trajedi, solun Avrupa’da artık bu rolü oynamaması ve hatta yaygın taleplere karşı otoriter bir eğilime yönelen ve solun ifade şeklini kendine mal eden, sonuç olarak, sağa yol vermesidir. Fakat bu gelişmede kaçınılmaz hiçbir şey yoktur. Her şey solun şu andan itibaren nasıl tepki vereceğine bağlı olacaktır. Emekçilerin Avrupa’daki aşırı sağa sıkı bir bağlılığı yoktur. Asıl mesele, solun birlikte hareket edip etmeyeceği ve etkili bir şekilde müdahale edip etmeyeceği. Şimdi solun yapması gereken şey, Avrupa’daki tarihsel rolünü bir kez daha oynamasıdır.

*Makalenin Türkçe çevirisi Özgürlük Dergisinde yayınlanmıştır.