Sadece organik beslenme çevre felaketi yaratabilir
Organik tarım, yeni beslenme anlayışında büyük bir öneme sahip. Peki, pratikte bunu nasıl gerçekleştirebiliriz?
Michael Le Page
Çevreyi korumak için dünya üzerindeki çiftlikleri yüzde yüz organik hale mi getirmeliyiz? Kesinlikle hayır!
Karşımızdaki en büyük sorun, organik tarım modelinin aynı miktarda yiyecek üretmek için konvansiyonel tarımdan çok daha fazla araziye ihtiyaç duymasıdır. Sonuçları açıklanan yeni bir araştırmaya göre, tamamen organik üretime geçilmesi durumunda, 2050 yılına dek dünyayı beslemek için, şimdiki üretimin üçte bir fazlasını üretmemiz gerekecek (bazı araştırmalara göre organik tarım, modern tarımla kıyaslandığında iki kat fazla araziye ihtiyaç duyuyor).
Ancak araştırmacılar, yine de bunu yapmamız gerektiğini söylüyor; çünkü çöpe atılan gıdalarda ve et tüketiminde büyük oranda azalma sağlandığı için, genel olarak tarımsal arazi kullanımında herhangi bir artış yapmadan da geçiş yapabileceğimizi iddia ediyorlar.
Bu konudaki mantıksal hatalara bir göz atalım. Bu fikir, herkesin sigara içmeye başlamasının önünde bir engel olmadığını, çünkü mevcut tıbbi imkânların sigaranın yol açtığı ölüm oranındaki herhangi bir artışı önleyecek durumda olduğunu savunmaya benzer.
Elbette insanların daha az et tüketmelerini ve daha az miktarda yiyeceği çöpe atmalarını sağlamalıyız. Öte yandan, çoğalan nüfusun zenginleşmesiyle et tüketimi durmaksızın artarken, bu alışkanlığın büyük ölçüde azaltılabileceği fikri çılgınca inanılmaz gözükebilir. Gıda israfının yarıya düşürülebileceği fikri de aynen böyle.
DEĞERLİ TOPRAKLAR
Peki, pratikte bunu nasıl gerçekleştirebiliriz? Et tüketimi azalmadığı sürece, tarım organik bir hale getirilebilir mi? Eğer gıda israfı artarsa geleneksel çiftçiliğe geri dönmek zorunda mı kalacağız?
Et tüketimini azaltarak bir kısım tarım arazisi (konvansiyonel tarımdan) kurtarılabilirse, bu toprakları organik tarım arazisi haline getirerek boşa harcamamalıyız. Arazi tarımdan daha değerli ve çiftliklerimiz, şehirlerimiz ve yollarımız büyürken, kısmen yaşam alanı kaybına uğrayan birçok canlının yok olduğuna şahit oluyoruz.
Dahası, küresel ısınma sorunumuz var. Araştırmanın öne sürdüğü kadarıyla, küresel ısınmanın olmadığı bir durumda, dünyayı geleneksel yollarla 2050 yılına kadar beslemek için arazi kullanımında sadece yüzde 6’lık bir artışa ihtiyaç duyardık. Ancak iklim değişikliğinin etkileri büyümeye devam ettikçe, geleneksel tarım için yüzde 55 daha fazla araziye ihtiyaç duyulacak; şayet tamamen organik tarıma geçersek, yüzde 81 daha fazla araziye ihtiyacımız olacak.
Bunlara ek olarak, küresel ısınmada sıcaklık artışını 3 derecenin altına düşürmek için atmosferden büyük miktarlarda CO2 (karbondioksit) eksiltilmesi gerekiyor. Bunu gerçekleştirmenin en sağlam yolu, biyokütle (biyolojik atıkları) yakma kaynaklı karbonu yakalamak ve bu karbonu gömmek, çok büyük miktarda toprak gerektirecek.
İsviçre Organik Tarım Araştırma Enstitüsü’nden araştırmanın başyazarı Adrian Muller, temel amaç arazi kullanımını en aza indirmekse, geleneksel tarımla uğraşmamız gerektiğini belirtiyor. Ancak argümanı, konvansiyonel tarımın zehirli kimyasal ilaçlar ve fazla azot kullanımı gibi başka nedenlerle daha kötü olduğunu da es geçmiyor; bu nedenle, bir şekilde arazi kullanımını arttırmadan, becerebilirsek tamamen organik tarıma geçilmesi gerekiyor.
İYİ Mİ KÖTÜ MÜ?
Aramızdan bazıları, bu çevresel olumsuzlukların vahşi doğayı korumak ve yok olan türleri kurtarmak için ödemeye değecek bir bedel olduğunu söyleyebilir. Ancak böyle bir bedel ödememiz gerekmiyor. Bilimsel açıdan gerçek olan şu ki; pek çok çevresel önlem bazında, organik tarımın üretilen gıda birimi başına geleneksel tarımdan daha verimli olmaması ve New Scientist dergisinin geçen sene aktardığı üzere, genellikle daha düşük ürün vermesidir.
Bu yılın başlarında yayınlanan en yeni veri incelemesi, daha önce yayınlanan veri incelemesiyle genel olarak uyumlu görünüyor. Örneğin, organik sera gazı emisyonları açısından daha iyi görünüyor. Dahası, bu veri inceleme, bilhassa tarımın çevresel etkisini azaltmak için en iyi yolun daha az et tüketmenin yanı sıra organik tarıma geçmektense geleneksel yöntemlerin iyileştirilmesi olduğunu ortaya koyuyor.
BİYOTEKNOLOJİ DEVRİMİ
Muller’ in çalışmasına dair bir başka büyük sorun daha var: Organik tarımın, modern genetik modifikasyon teknikleriyle üretilen tüm organizmaları reddetmesinden bahsetmiyor. Radyasyon bombardımanına tutulan bitkiler, kendine has özelliklere sahip tohumlar üretmek yolunda bir mükâfat sağlamak için kullanışlı olabilir; diğer yandan, genleri direkt olarak değiştirmek tepkiyle karşılansa da sonuçları (gen diziliminde değişiklikler olmakla birlikte) aynıdır.
Bu nokta oldukça önemli; zira CRISPR (bir genetik müdahale tekniği) gibi yöntemlerle bir biyo-teknoloji devriminin başındayız. Çok yakında, aşırı sulama ya da deniz seviyelerindeki yükselme sebebiyle suyun istila ettiği sahil şeritlerinde zarar gören tuzlu topraklarda yetişebilecek ve tuza dayanıklı bitkilere sahip olacağız.
Dahası, büyümek için çok az gübreye ihtiyaç duyan ürünler yaygınlaşacak; çünkü kendi besinlerini üretebilecekler, fotosentezde daha iyi oldukları için daha az toprağa ihtiyaç duyacaklar, mantar ilaçlarıyla yıkanmaya ihtiyaç duymayacaklar, zarar görmeye karşı dirençli olacakar... ve liste böyle uzayıp gidiyor.
Haşere kontrolü için de daha sağlıklı yöntemler yaygınlaşacak. Genetiği değiştirilmiş böcekler ve gen odaklı böcek ilaçları yalnızca hedefteki haşereleri yok eder ve diğerlerine zarar vermez.
Bütün bu bilimsel ilerlemeler, 2050 yılına dek geleneksel tarımın daha fazla çevre dostu olmasına yardımcı edebilir. Yani evet, besinimizi yetiştirme biçimimizi değiştirmemiz gerekiyor; fakat, yalnızca organik hale getirmek ilerlemenin tek yolu değil.