Alman sosyal demokratların yenilenme süreci

Almanya’da sosyal demokratlar ciddi bir yol ayrımında: Ya piyasa güçleri tarafında kalarak kitle partisi olmamayı kabul edecekler ya da tekrar sosyal güçler tarafına geçerek içinde bulundukları krizi aşacaklar.

Google Haberlere Abone ol

Tamer İlbuğa - [email protected]

DUVAR-Alman Sosyal Demokrat Parti’sinin (SPD) 22 Nisan 2018 tarihinde gerçekleştirdiği olağanüstü kongrede Andrea Nahles oyların yüzde 66’sını alarak yeni genel başkan oldu. Böylece SPD’nin 155 yıllık siyasi tarihinde bir kadın ilk kez genel başkan seçildi. Kongrede genel başkan seçimiyle beraber partinin yenilenme süreciyle ilgili stratejisi de belirlenmiş oldu. Bu yazıda yeni genel başkan Nahles’in partideki konumu ve tutumu yanında, SPD’nin neden bir yenilenme sürecine gerek duyduğu konusu, genel olarak Avrupa ülkelerindeki sosyal demokrat partilerin koşulları bağlamında tartışılacaktır.

Öncelikle bu yenilenme sürecine etken olan nedenlerden başlarsak, çoğu Avrupa ülkelerinde son 20 yılda yapılan seçimlere baktığımızda genel olarak sosyal demokrat partilerin gerilediğini söyleyebiliriz. Bu durumu somut örneklerle açıklamak gerekirse, 28 Avrupa Birliği ülkesinden sadece 5’inde (İsveç, Romanya, Portekiz, Slovakya, Malta) merkez-sol hükümetlerin yönetimde olduğu görülecektir. Bu duruma ülkeler örneği üzerinden tek tek bakmak gerekirse şöyle bir tablo ortaya çıkmaktadır:

Geçen sene Fransa’da yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminde “Sosyalist Parti” (PS) adayı Benoit Hamon oyların yüzde 6'sını alarak beşinci olmuştu. Birkaç hafta sonra yapılan parlamento seçimlerinde ise Sosyalist Parti 20 puandan fazla oy kaybetti ve yüzde 10'un altına düştü. Bu sonuçla beraber, Fransa’nın sosyal demokrasi geleneği neredeyse yok olma sınırına geldi. Sosyal demokrat seçmenin büyük bir bölümünün Emmanuel Macron’un yeni hareketi “en Marche”a kaydığı kabul edilmektedir.

AVUSTURYA, ÇEKYA, HOLLANDA… SANKİ BUHARLAŞTILAR

Avusturya’da ise bir önceki hükümeti oluşturan “Avusturya Sosyal Demokrat Parti’si” (SPÖ) geçen sene yapılan seçimlerde oy oranını korumasına rağmen hükümeti sağ ve sağ popülist partilerden oluşan bir koalisyona kaptırdı. SPÖ son 15 yılda yaklaşık 15 puan seçmen kaybına uğrayarak Avusturya’daki merkezi önemini kaybetti.

Çekya’da bir zamanlar çok güçlü olan “Sosyal Demokrat Parti” (CSSD) oyların sadece yüzde 7’sini alarak Çekoslovakya’nın bölünmesinden sonra sandıkta en büyük yenilgisini almış oldu. Hollanda’da koalisyon ortağı “İşçi Partisi” (PvdA) 13 puan kaybederek oyların sadece yüzde 6’sını alabildi.

Yunanistan’da iktidarda olan sosyal demokratlar (PASOK) ekonomik kriz başladıktan sonra yapılan ilk seçimlerde büyük oy kaybı yaşadı. Seçim anketlerinde başka partilerle ortak seçime girse bile oy oranı yüzde 10’ları aşmamaktadır. Bu sonuca göre sosyal demokrat seçmenlerin büyük ölçüde Alexis Çipras’ın önderliğindeki SYRİZA partisine geçtiği görülmektedir.

İspanyol Sosyalist İşçi Partisi'nin (PSOE) 2008 genel seçimlerinde oyu yüzde 43’lerde iken son seçimlerde bu oran yarı yarıya düşerek yüzde 23’lere kadar gerilemiştir. İspanya’nın sosyal demokrat oyları PSOE’den Podemos hareketine kaymıştır. Polonya’da ise durum daha vahim bir sonuç ortaya çıkarmıştır. Çünkü bugüne kadar seçimlerde dört başbakan çıkarmış sosyal demokratlar, son seçimlerde ancak yüzde 5 oranında oy alabilmiş ve siyasi arenadan silinmişlerdir.

YALNIZCA JEREMY CORBYN PARTİSİNİ GÜÇLENDİRDİ

Sosyal demokrasinin güçlü olduğu İskandinav ülkelerinde de durum pek iç açıcı görünmemekte ve bu ülkelerde de artık sosyal demokratlar tek başlarına hükümet kuramamaktadırlar. Örneğin son dönemde sadece İsveç’te sosyal demokratlar bir azınlık hükümeti ile iktidara gelebilmiştir. İtalya’da ise Demokratik Parti (DP) 4 Mart 2018 tarihinde yapılan seçimlerde oyların yüzde 19’unu ancak alabildi. Bu sonuca göre sosyal demokratlar bir sonraki hükümeti kuracak çoğunluğa sahip değil. Bununla birlikte, Avrupa ülkelerindeki sosyal demokrat partilerin oy kaybına karşın Büyük Britanya’da İşçi Partisi (Labour Party), Jeremy Corbyn’in partiyi neoliberal bir pozisyondan tekrar sol bir çizgiye çekmesiyle ciddi bir hükümet alternatifi oluşturmakta olduğunu göstermektedir.

Bazı Avrupa ülkeleri örneği üzerinden sosyal demokrasinin son zamanlarda gösterdiği gerilemeye bir de Almanya örneği üzerinden bakmak gerekirse, şöyle bir tablo önümüze çıkmaktadır: Alman Sosyal Demokrat Parti’si (SPD), Ekim 2017’de yapılan federal parlamento seçimlerinde aldığı yüzde 20.5 oy ile 1949 yılında savaş sonrası yapılan ilk seçimlerden bu yana en düşük oyu alarak, tarihi bir yenilgi yaşamıştır. Kohl hükümeti döneminde 16 yıl muhalefette kalan SPD, 1998 yılında oyların yüzde 40.9’nu alıp Yeşiller Partisi ile koalisyon kurarak iktidara gelmiş ve 20 yıl sonra oylarının yarı yarıya eridiğini fark ederek bir yenilenme süreci başlatmıştır. 1998 yılındaki seçim başarısının başlıca nedenleri ise Almanlar için 16 yıllık muhafazakâr Helmut Kohl hükümetinin yarattığı bıkkınlık ve SPD’nin merkez-sol reform paketiyle inandırıcı bir alternatif oluşturmasından kaynaklıdır. Ancak 1999 yılında Maliye Bakanı Oskar Lafontaine’nin partiden istifa etmesi sonucu SPD içerisindeki sol kanadın gücünün azalması, Başbakan Gerhard Schröder’in partiyi neoliberal bir çizgiye çekmeyi başarmasına neden olmuştur.

CLINTON’LA BİRLİKTE SERMAYENİN TARAFINA GEÇTİLER

Sosyal demokrasinin neoliberalleşme süreci 1993 yılında ABD’de “New Democrats” adayı Bill Clinton’ın başkan seçilmesi ve eski Goldman Sachs yöneticisi Robert Rubin’i maliye bakanı olarak atamış olmasıyla hızlanmıştır. Bill Clinton özellikle de finans sektörünü liberalleştirilmesiyle küreselleşmeye yeni bir ivme kazandırmıştır. Bu hızlanan küreselleşme süreci Avrupa sosyal demokratlarını da etkisi altına aldı. Almanya’da SPD, Büyük Britanya’da ise New Labour (Yeni İşçi Partisi) hükümetlerinin gelecekteki neoliberal politikalarının temelini 8 Haziran 1999 yılında hazırlanan Schröder-Blair Ortak Deklarasyonu oluşturmaktadır. Ortak hazırlanan bu deklarasyonun özünü, küreselleşme sürecinden dolayı yoğunlaşan uluslararası rekabet koşullarında sosyal devletin işlevsiz kaldığı ve aynı zamanda da tamamen katı neoliberal politikalara karşı gelindiğinden, bir “üçüncü yol”, yani ılımlı neoliberal politikaların gerekliliği oluşturmaktaydı. Böylece Blair, Yeni İşçi Partisi adına “üçüncü yol”, Schröder SPD adına “yeni merkez” sloganlarıyla yeni-liberal politikalarını ortaya koymuş oldular.

Henüz SPD’ye Genel Başkan olarak seçilen Andrea Nahles’in parti içindeki kariyerine bakıldığında uzun soluklu ve oldukça aktif olduğu görülmektedir. Nahles 1995-1999 yılları arasında SPD’nin gençlik kollarında görev almış ve özellikle partinin sol kanadında olan “Genç Sosyalistler”in başkanlığını yapmıştır. 1998 yılında parlamentoya seçildiğinde Schröder hükümeti döneminde partinin sol bir çizgi izlemesi yönünde mücadele etmiş ve günümüze kadar SPD içindeki sol akımından tamamen kopmamışsa da merkezin temsilcisi olarak siyasi hayatını sürdürmüştür.

NAHLES DENEYİMLİ BİR İSİM

Aynı şekilde Andrea Nahles, 2010 yılında başlatılan parti politikalarının yenilenme tartışmalarında aktif yer almıştır. Bu dönemde yapılan tartışmalar sonucunda hazırlanan raporda, SPD’nin son yıllardaki başarısızlığının en büyük nedeni olarak 1999 yılında Blair ile birlikte imza atılan Ortak Deklarasyon gösterilmekte ve partinin bu deklarasyonla emek piyasasını esnekleştirme politikasının siyasi alandaki gerilemesinde büyük payı olduğu belirtilmektedir.

2009 yılında SPD’nin seçimleri kaybetmesi ve hükümette yer alamaması sürecinde, yeni Genel Başkan Sigmar Gabriel’in yanında Andrea Nahles partinin genel sekreterliğine getirildi. 2013 yılında Angela Merkel başbakanlığında SPD ve CDU/CSU (Hıristiyan Demokrat/Sosyal Birliği) koalisyon hükümetinin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Nahles oldu. Nahles bakanlığı döneminde SPD politikalarına uygun olarak asgari ücret uygulamasının yasallaşması ve belirli koşullarda 63 yaşında kesintisiz erken emekliye ayrılabilme yönünde getirmiş olduğu düzenlemelerle büyük başarılara da imza atan isim oldu.

Aynı şekilde Nahles kongrede yaptığı seçim konuşmasında, partisinin yenilenme sürecinde de yeni bir “dayanışmacı piyasa ekonomi konsepti”ne ihtiyaç olduğunu belirten isim olarak öne çıktı. Nahles, günümüz dünyasında artık sosyal açıdan kendini dışlanmış hisseden birçok vatandaşa ulaşılamadığını, “küreselleşen, neoliberalleşen ve dijitalleşen bir dünyada en çok eksik olan şeyin dayanışma” olduğuna vurgu yaparak, partisinin yenilenme sürecinin merkezine “dayanışma” kavramını koymuş oldu. Ancak bu kavramın içeriğinin belirlenmesi parti içi ve diğer sosyal güçler arasında yapılacak olan mücadelenin sonunda gerçekleşecektir. Yani “dayanışma” kavramının merkezi konumda olması kendiliğinden daha ilerici bir politikaya işaret etmemektedir.

RODRIK’İN UYARILARI

Harvard ekonomisti Dani Rodrik, 1990’larda hızlanan küreselleşme sürecinin sonucunda refah düzeyinin artmasına karşın, toplumun bu artıştan eşit bir şekilde yararlanamadığını ve bunun sonucunda giderek artan toplumsal eşitsizliğin sağ popülist bir karşı devrime neden olduğunu belirtmektedir. Rodrik, devletin küreselleşme sürecinin kaybedenleri için daha aktif bir politika izlemesi gerektiğinin altını çizmektedir. Tam da Rodrik’in altını çizdiği noktada SPD’nin içinde olduğu paradoksal durum daha anlaşılır olmaktadır. Çünkü bir tarafta devletin daha aktif olması gerektiği vurgulanırken, diğer tarafta devletin maliye politikasında muhafazakar/neoliberal politikanın ekonomik özünü oluşturan devletin borçlanmama ilkesinden vazgeçilememektedir. Bu durum, aslında Nahles’in bahsettiği sosyal açıdan dışlanmış hisseden insanlara ulaşamamak anlamına gelmektedir. Çünkü SPD’nin hükümetteki koalisyon ortağı CDU zenginlerin daha fazla vergi vermesini kategorik bir biçimde reddetmektedir. Andrea Nahles’in temsil ettiği SPD içindeki çoğunluk ise bir şekilde bu iki eğilimin aynı anda gerçekleştirilebileceğini düşünmektedir. Bu durum ise SPD’nin içinde olduğu büyük çaresizliği göstermektedir.

Buraya kadar yapılan tespitler ışığında şu soru sorulabilir: Yeni parti başkanı olarak Andrea Nahles’in SPD’nin yenilenme sürecini başarıyla gerçekleştirebileceği ne kadar inandırıcıdır? Sonuçta, kongrede uzun zamandır partiyi yöneten kadroların tekrar yönetime gelmesi yenilenme sürecinin eski kadrolar tarafından yapılacağını göstermektedir. Çünkü bir yanda parti içinde yenilenme beklentisi öne çıkarken, öte yandan yeni koalisyon anlaşmasında partinin hükümet içinde daha fazla reel siyaset yapmak zorunda kalacağı açıktır. Nahles’in yüzde 66 gibi bir oranla Sosyal Demokrat Parti Genel Başkanlığı’na seçilmesi aslında partinin ne kadar bölünmüş olduğunu göstermektedir. Öte yandan SPD’nin 1/3 oranında daha çok sol çizgide bir politika istediği anlaşılmaktadır ki bu da Nahles ve partiyi sol çizgiye kaymaya zorlayabilir.

Tekrar yazının başındaki “Sosyal demokrasi ölüyor mu?” sorusuna dönersek, Avrupa’daki sosyal demokrat partiler üzerinden yaptığımız bu değerlendirmede ölmese de zayıfladığı sonucunu çıkarabiliriz. Sonuç olarak Karl Polanyi’nin ifadesiyle kapitalizmin bir çifte hareket halinde olduğu ve bunun bir tarafında piyasa güçlerinin, diğer tarafında ise sosyal güçlerin olduğu görüşünden hareket edersek, örgütlü sosyal demokrasi için iki önemli yol görünmektedir: Ya piyasa güçleri tarafında kalarak kitle partisi olmamayı kabul edecekler ya da tekrar sosyal güçler tarafına geçerek içinde bulundukları krizi aşacaklar.