Mürüvve: İslam düşünce mirasının sol okuması

Hüseyin Mürüvve, tasavvufu yaygın olarak algılandığı şekliyle merkezinde zevk ve sezgi değil, akıl ve mantık olan bir felsefe olarak inceledi ve “Tasavvuf, felsefenin çelişiği değil, aksine onun bir parçasıdır” dedi. Mürüvve, İhvan-ı Safa’nın, döneminin en önemli fenomenlerinden biri olan ansiklopedik araştırma akımının temsilcilerinden biri olduğunu düşünüyordu.

Google Haberlere Abone ol

Musa Burhume*

Güney Lübnan’daki “Hadasa” köyünde dünyaya gelen Lübnanlı düşünür Hüseyin Mürüvve, doğduğu 1910 yılıyla 18 Şubat 1987 tarihleri arasında sadece hayatta değil, düşüncesinde de bakışını derinleştiren yoğun ve köklü dönüşümler yaşamaya başladı. Mürüvve, bilimsel düşünceye ilişkin yaptığı okumaların yanı sıra romantik edebiyat okumaları sayesinde, Çağdaş Arap düşüncesinin sembollerinden biri oldu. Aynı şekilde düşünsel makaleler, öykü, eleştiri, araştırma ve şiir de kaleme aldı. Taha Hüseyin, Akkad, Tevfik el Hakim, el Mazini, Mihail Nuayme gibi Modern Arap İslam Rönesansı’nın yolunu aydınlatan edebiyat ulularına ders verdi.

MARKSİZM’LE KESİŞEN BİR YOL

Mürüvve, kısa sürede, metodolojik ve teorik olarak kendisini uzak bulduğu Marksizm’le buluştu. Marks’la ilk tanışması, 1926 yılında Farah Antuvan’ın “Din, Bilim ve Para” adlı romanıyla tanışmasından sonra gerçekleşti. Roman, işverenlerle işçiler arasındaki sınıfsal ilişki ve çelişkileri ele alan felsefi, toplumsal ve ekonomik boyutu olan edebi bir eserdi. Ancak Mürüvve, “Marksist” Marks’la tanıştıktan yıllar sonra, Bağdat’taki Irak Komünist Parti kurucularından Hüseyin Muhammed eş Şebibi’den bu kitabı emanet alıp okuyunca “Komünist Manifesto”daki Marksizm’i yazdı. Bu an, “Arap ve İslam Felsefesi’nde Materyalist Eğilimler”e ilişkin araştırmalar yapan Mürüvve’nin hayatında bir dönüm noktasıydı. Mürüvve, Arap-İslam kültürel mirasını ele alırken bilgisini, geçmişteki düşünsel mirası yeniden üretmek için toplumsal altyapıyla tarihsel objektif ilişkisi olan devrimci güçlerin ideolojisi temelinde inşa etmeye çalıştı.  Bunlar, kültürel mirasın toplumsal bilinci şeklinde (felsefe, bilim, edebiyat ve sanat) ortaya çıkan maddi temelleri üreten geçmişteki toplumsal güçlerdi.

Mürüvve, “bir değil birçok kültürel miras”ın olduğunu vurgulayarak “Arap-İslam düşünce mirasını tarihsel materyalizm yöntemiyle ele almanın, gerçekliğe zorla ya da soyut bir düşünceyi dayatarak gerçekleşecek bir iş olmayacağını” ifade etti. Aksine, bu materyalist yaklaşım, ona göre, gerçekliğin doğasındandır; bu yüzden kültürel mirasa ilişkin geliştirilen materyalist ya da tarihsel metodolojinin “düşüncenin sadece materyalist düşünce ve felsefeyle sınırlanamayacağı, idealist düşünce ve felsefeyi ihmal edeceği anlamına gelmediği”ni vurguladı.

ÖNCE TEPKİYLE KARŞILANDI

Mürüvve’nin bu düşünceleri bazı Arap düşünürleri arasında kabul görmedi: Örneğin, Faslı müteveffa düşünür Muhammed Abid el Cabiri, “kültürel mirasın sol okuması” olarak adlandırdığı şeyi eleştirdi. Cabiri, Hegel’e göre bu çatışmada tarafların belirlenmesi, yerlerinin tayin edilmesi, Arap dünyasındaki sol hareketlerin Arap-İslam kültürel mirasının yorumlanması işini istenilen düzeyde icra etmesinin oldukça zor olduğunu ifade etmekteydi. Buna rağmen Mürüvve, Arap-İslam düşünce mirasında materyalist eğilimlerine özgü olan araştırma yöntemini, ilkin Cahiliye dönemi çağlarında felsefi düşüncenin ortaya çıkmasından önce, Orta Çağ’daki ekonomik ve toplumsal gerçekliği araştırmaya başladıktan sonra uygulamaya başladı.

Araştırmasında, felsefenin istikrar bulduğu Ebu Bekir er Razi, Farabi, İbni Sina ve diğerlerinin döneminden, Şiiler, Hariciler ve daha sonraki süreçte Kaderiyye ve Cehmiyye’ye, Mutezili-Eşari çatışmasına, Kelam ilmi (Teoloji) ve mantığın ortaya çıkışından siyasi, teorik ve düşünceye ilişkin kavramsal araçlarıyla tasavvufun ve İhvan-ı Safa’nın ortaya çıkışına varana kadar, cenin dönemindeki felsefi düşüncenin karakteristiğini inceledi.

YETKİN BİR ANSİKLOPEDİST

Hüseyin Mürüvve, tasavvufu yaygın olarak algılandığı şekliyle merkezinde zevk ve sezgi değil, akıl ve mantık olan bir felsefe olarak inceledi ve “tasavvuf, felsefenin çelişiği değil, aksine onun bir parçasıdır,” dedi. Mürüvve, İhvan-ı Safa’nın, döneminin en önemli fenomenlerinden biri olan ansiklopedik araştırma akımının temsilcilerinden biri olduğunu düşünüyordu. Bu durum onların risalelerinde açıktır.

İhvan-ı Safa’nın yanı sıra, Arap-İslam düşünce mirasının en olgun felsefi tezahürlerinden biri olarak gördüğü Farabi’ye özel bir önem vermiştir. O’na göre Farabi, “felsefenin gelişiminde ve metafizik kavramlardan bağımsızlığını kazanmasında önemli bir rol oynamıştır. Farabi’nin Arap tarih felsefesinin gelişimi çerçevesinde değerlendirdiği ‘Platoncu Feyz ve Sudur’ teorisini ve bu teoriyi çağın koşullarıyla uyumlu hale getirmesi noktasındaki tarihsel değerlendirmelerini, Farabi’nin gerçekleştirmiş olduğu en önemli felsefi başarılardan biri olarak telakki etmiştir. Zira bu sayede Arap felsefi düşüncesi yükselişe geçmiş ve derinleşmiştir.”

HERKESİN HEDEFİNDE OLAN BİR “DİNSİZ”

Buna ilaveten Mürüvve, felsefesini tıp ve kimyanın deneysel temeli üzerine yerleştirmesi ve düşüncelerinin birçoğunda cüretkâr olması nedeniyle, Ebu Bekir er Razi’nin, Farabi ve İbni Sina arasında tarihi ve felsefi bir dönüm noktasını teşkil ettiğini düşünüyordu. Bu durum onun mülhit (dinsiz) olarak nitelenmesine yol açmış, hem resmi otoritenin hem de İsmaililerin kendisine savaş ilan etmesine neden olmuştur. Aynı şekilde bu rol, teolojik argümantasyonda bulunurken ve iktidara karşı alaycı bir dil kullanırken de aklın ve akılcılığın bayraktarlığını yapmasını beraberinde getirmiştir.

İbni Sina’ya gelince, o, miladi 8. yüz yıldan 11. yüz yılın ilk çeyreğine kadar Arap Felsefi düşüncesinin kat ettiği aşamaların zirvesidir. İbni Sina’nın bilgi epistemolojisi, onun ampirik yöntemine bağlıydı. Pratik akıl da teorik akıldan diyalektik bir ilişki üzerinden yardım almaktaydı. Lenin’in “dinamik düşünceyle tefekkür ve pratik arasındaki karşılıklı etkileşime dair yaklaşımını hatırlatmaktaydı.”

Hüseyin Mürüvve’nin Çağdaş Arap düşüncesine katkısı, onun söz konusu düşüncenin seyriyle bağdaşmayan bir yol tutmasına ve bu mirasın çağdaş yeni metodolojik araçlarla ele alındığı yeni bir bağlamda “kültürel miras”la “çağdaşlık” kavramlarının birbiriyle çatışmaya girdiği anlaşmazlıklara neden olmuştur. Belki de Hüseyin Mürüvve’nin en büyük etkisi, Çağdaş Arap düşüncesinin Arap İslam düşünce mirasını çözümlemeye uygun olmadığı, ithal ve Arap düşüncesine yabancı olduğu iddia edilen metodolojik araçlarla değerlendirme gücüne sahip olduğunu kanıtlamasında yatmaktadır.

*Ürdünlü yazar. Sınır Tanımayan Müslümanlar adlı kurumun yayınlamakta olduğu el-Bab Dergisi’nin Genel Yayın Yönetmenliği’ni yapmaktadır.

Yazının aslı mominoun dergisinden alınmıştır (Çeviren: İslam Özkan)