Virüs biz değiliz

Küresel sokağa çıkma yasaklarının hava kirliliğinin azalmasına ve nehirlerin ve denizlerin temizlenmesine yol açıyor olması dolayısıyla Covid-19 salgınının beklenmeyen kazananı çevre olmuş gibi gözüküyor. Buradan hareketle birçok insan virüsün “doğanın intikamı” olduğunu, gerçek virüsün aslında biz olduğumuzu söylüyor. Jennifer Johnson korona virüsünün insanlara verdiği büyük zarar üzerinden iklim değişikliğine dair dersler çıkarmanın zararlarını inceliyor.

Google Haberlere Abone ol

Jennifer Johnson

Bazılarının süratle ilan ettiği gibi, küresel Covid-19 salgınının beklenmeyen kazananı çevre olmuş olabilir. Devlet denetiminde ilan edilen sokağa çıkma yasakları fabrikaların kapanmasına ve dünya genelinde uçuşların durdurulmasına yol açarak bu sayede hava kirliliği seviyelerinin de düşmesine sebep oldu. Avrupa’da virüsün etkilerini azaltmak adına atılan adımlar sertleştikçe insanlar da sosyal medyada kabalıklardan arınmış şehir hayatının fotoğraflarını paylaşmaya başladı. Alışılmadık bir şekilde temiz görünen Venedik kanalları geçtiğimiz haftalarda nispeten yersiz bir ilgiyle karşılaştı. Normalde sonu gelmeyen kayık trafiği şehrin kanallarındaki tortuları hareketlendirerek suyun daima bulanık gözükmesine sebep oluyordu. Son günlerdeki fotoğraflarda suyun altında balıkların yüzdüğü ve üstünde de kuğuların gezdiği görünüyor; bir tane bile turist gondolu yok.

Bu görüntüler ne kadar harika gözükse de bilim insanları Venedik’in kanallarının ille de temizlenmiş olmadığını, sadece berraklaştığını söylüyorlar. Ve hava kirliliği seviyeleri bir süreliğine azalacak bile olsa dünyadaki ulusal ekonomiler enerji üretmek için yakılan fosil yakıtların üzerine kurulular ve bu sayede ayakta duruyorlar.

Bu gerçeklere aldırmayan birtakım yorumcular terk edilmiş şehirlerin ve berrak kanalların fotoğraflarını süratle çeşitli ve kuşkulu bir takım çevresel iddialarda bulunmak için kullanıyorlar. Bir Twitter kullanıcısı su yollarının ve ekosistemlerinin insan faaliyetinin yokluğunda “iyileştiğini” iddia ediyor. “Korona virüsü Dünya için bir aşıdır” diyerek ve bir sonuca vararak da bitiriyor sözlerini: “Virüs biziz”. Birkaç kısa satırda iklim felaketinin sebeplerine dair inatçı ve mizantropik anlatıları tekrar etmeyi başarıyor. Bu anlatılar arasında “biz”in kitlesel bir şekilde çevresel yıkımın eşit paydaşları olduğu inancı var. Korona virüsünün insanlıkla denk tutulması fikriyatı kontrolsüzce büyüyor ve yayılıyor; bu aynı zamanda aşırı nüfus ve kaynak kıtlığına dair çetrefilli tartışmaları da akıllara getiriyor.

Mesele suçlamaya geldiği zaman bütün iklim suçlularının eşit olduğunu söyleyemeyiz. Aktivistler sıkça 2017 yılında yapılan ve dünyadaki sera gazı emisyonunun yüzde 71’inden sadece 100 şirketin sorumlu olduğunu gösteren çalışmaya atıfta bulunuyorlar. Son zamanlarda iklim söylemi tüm dikkatini sanayileşmiş küresel kuzeyin yoğun enerji tüketen yaşam biçimlerine veriyor. Birleşik Krallık’taki bir insanın beş gün içerisinde ürettiği karbon dioksiti Ruanda’da yaşayan bir insan bir yılda üretiyor. Artan kişisel servet açıkça ve kesin olarak artan karbon ayak izine yol açıyor.

Bu ayın başlarında Nature Energy dergisinde yayınlanan bir analiz enerji eşitsizliğini bariz bir biçimde ortaya koyuyor ve bu eşitsizliğin en görünür olduğu yer de ulaşım sektörü. En tepedeki yüzde 10 tüketici, hareketliliğin sebep olduğu enerji tüketiminin yarısından sorumlu. Bunun sebebini anlamak zor değil: gelir seviyeleri arttıkça insanlar araba satın alıyorlar ve yurt dışına tatile gidebiliyorlar. Tabii ultra-zenginler en yakın sıcak sahile giderken kalabalık ekonomi sınıfı uçaklarda uçmak yerine özel şetler kullanıyorlar ve bu jetler kişi başına oranlandığında yolcu uçaklarından 20 kat daha fazla karbon dioksit yayıyor. Bugün yaşayan insanların yüzde 80’inin henüz hiç uçağa binmemiş olduğu ve yüzde 10’unun hâlâ elektriğe dahi erişimi olmadığı düşünüldüğünde insanlığın genelinin bu gezegen için bir hastalık olduğu sonucuna varmak büyük bir haksızlık olur. Bazılarımız diğerlerinden çok daha zararlıyız.

Zenginliğin ve kaynakların elit bir azınlığın ellerinde sürdürülemez bir şekilde yoğunlaştığını biliyor olmamıza rağmen birtakım çevreciler hâlâ nüfus artışının doğal hayatın en önde gelen düşmanı olduğunu söylüyorlar. Bu mantığa göre dünyanın sınırlı kaynakları var ve dolayısıyla artan insan nüfusunu desteklemeye yetmiyor. Bu tür bir nüfus kaygısı yüzyıllardır süregeliyor. 1798 yılında Thomas Malthus meşhur bir varsayımla kontrolsüz nüfus artışının tarımsal üretimi geride bırakacağını söylüyordu. 1960’ların sonunda Paul Ehrlich’in Nüfus Bombası kitabı aynı şeyi tekrar ısıtarak 20. yüzyılın sonlarının denetimsiz nüfus artışı sonucu on yıllar sürecek bir kıtlığa şahitlik edeceğini iddia etti.

Modern Malthusçuluk ise daha çok kimin çoğaldığı ve hangi oranda çoğaldığı ile ilgileniyor. Nüfus kontrolü talepleri zımnen ya da açıktan küresel güneyde artan doğum oranlarının ve yaşam standartlarının gelmekte olan bir felaketin sorumlusu olduğuna işaret ediyor. Bu savlar bugünün popülist liderlerinden sıkça duyduğumuz göçmen karşıtı söylemlerle retorik bir benzerlik içeriyorlar. Göçmen grupları “sürüler” ve “güruhlar” olarak görülüyorlar ve zaten sıkıntıda olan emek piyasası içerisindeki işlerimizi çalmaya, veya zaten zorlanmakta olan refah devletlerimize daha büyük sıkıntılar yaratmaya çalışıyorlarmış gibi etiketleniyorlar.

Sağcı politikacıların bu fikre sarılması gayet doğal. Muteber birtakım çevreciler nüfus artışının çevresel felaketin sorumlusu olduğu fikrine prim verdiler. 2013 yılında Daily Telegraph gazetesi ile yaptığı bir söyleşide David Attenborough, Etiyopya’da yaşanan kıtlıkların suçlusunun “küçük bir toprakta çok büyük bir nüfusun yaşaması” olduğunu söylüyordu. Bu yıl Davos’ta gerçekleşen Dünya Ekonomik Forumu sırasında primatolog Jane Goodall “eğer nüfusumuz beş yüz yıl önceki gibi olsaydı” sürdürülebilirlik gibi bir sorunumuzun olmayacağını söyledi. En iyi olasılıkla bu savlar toplumsal bir problemin (kaynakların kıtlığı) varlığına işaret ediyor ancak yanlış bir teşhisle sonuçlanıyor (insan kalabalığı). En kötü olasılıkla da bu fikirler ekofaşist ideolojinin köşe taşlarını oluşturuyor.

Malthusçuluk gibi, aşırı sağ içerisinde çevrecilik de yeni bir şey değil. Bu izi takip eden birçok yorumcu Nazi sloganı olan “kan ve toprak” fikrinin Alman ırk grubu ile Alman toprakları arasındaki mistik bir bağa işaret ettiğini söylüyor. İçerisinde olduğumuz iklim krizi döneminde ekofaşistler, birçok “ılımlı” çevrecinin aksine, ekosistemlerin yıkıma uğradığını inkâr etmiyor. Bilakis, bu çöküşü kendi otoriter ve milliyetçi dünya görüşlerini yansıtacak yeni bir toplumsal düzen kurmanın bir fırsatı olarak görüyorlar. Bugün ekofaşist fikirler aşırı sağcı internet forumlarının dışarısına çok yayılmış değiller. Ancak tabii ki buradan çıkanlar da var. 2019 yılında Yeni Zelanda’nın Christchurch kentindeki cami saldırılarının sorumlusu olan aşırı sağcı kişi kendini ekofaşist olarak tanımlıyordu.

İklim adaleti hareketlerinin doğası düşünüldüğünde, bu kampanyaya katılanlar ve aktivistler aşırı sağcı çevreciliğin saldırılarını fark etmekte çabuk davranabiliyorlar. “Virüs bizleriz” argümanının geçersizliği defalarca ve kapsamlı bir şekilde ortaya koyuldu. Başka bir şüpheli (ve fazlasıyla popüler olan) tweet ise virüs salgınının ertesinde Vuhan’da yaşayanların yıllardır ilk defa kuş sesleri duyduğunu iddia ederek: “Bu bir kıyamet değil, bir uyanış” diyordu. Yüzbinlerce insanın ölümüne yol açabilecek bir krize “bir uyanış” demek insanların ne kadar kolay gözden çıkarılabileceğini göstermekle kalmıyor, büyük ölçekte gerçekleşecek olan ölümlerin ve acıların çevreyi iyileştirmek için gerekli olduğu fikrini yaratıyor. Ekofaşist hareketin aleni etnik milliyetçiliğine sahip olmasa da bu retorik yadsınamaz bir şekilde ekofaşist dünya görüşünün bir parçası.

Tabii ki kapitalizm altında zayıf bedenler de aşağılanıyor ve değersizleştiriliyor. Elbette bu can sıkan “virüs biziz” fikri emekleyerek yaklaşan bir ekofaşizmi işaret ediyor. Ancak bu insanın değerine dair zaten yaygın olan fikirlerden çok da radikal bir sapma değil. Donald Trump’ın korona virüsü ile mücadele bağlamında aldığı pozisyona bakın mesela: “Bazılarınız ölmek zorundasınız ki Amerikan ekonomisi yaşasın”.

İçinde bulunduğumuz an, daha eşit bir dünya kurmak isteyen herkesin kendi tasavvurunu ortaya koyması ve bunu gerçekleştirmenin planlarını yapmaya başlaması için çok elverişli bir an. Serbest piyasa ekonomisinin çatlakları kriz anlarında daha da belirginleşiyor. Gezegenimiz şu anda daha önce görmediğimiz bir toplum sağlığı ve ekonomi krizinin ortasında. İklim bilimleri, politikaları ve aktivizmi içerisinde tanınmış olan birtakım isimler, salgın esnasında ve sonrasında Amerikalıların hayatlarını ve geçim kaynaklarını korumak ve yaşanacak olan ekonomik yavaşlama ile başa çıkabilmek için 2 trilyon dolar değerinde bir Yeşil Teşvik paketi talebini içeren bir açık mektup yazdılar. Bu planın mimarları bunun bir yeşil ekonomi içerisinde milyonlarca istihdam yaratacağını ve fosil yakıtlardan vazgeçişi hızlandıracağını söylüyorlar: “bu salgının ve yaratacağı resesyonun, aynı zamanda önümüzdeki yıllarda karşılaşacağımız iklim felaketlerinin karşısında toplumumuzu ve ekonomimizi daha güçlü ve dirençli kılacak bir paket”.

Salgına karşı verilen devasa karşılık devletlere sahip oldukları araçları gösterdi. Çevre hareketleri içerisindeki birçok insan kaçınılmaz olarak şu soruyu sordu: “Eğer ülkeler bir salgın karşısında uçuşları ve endüstriyel faaliyetleri durdurabiliyorsa bunu gezegenin geleceğini ve gelecek nesilleri korumak için de yapamaz mı?” Ancak süratle varılan bir yargı bir takım faydalı karşılaştırmaları gündeme getirse de, ortaya çıkardığının bir o kadarını da ıskalama riskini taşıyor. Bu dönemde patolojik metaforlar kullanmanın da riskini alarak şunu söyleyebiliriz; akut bir problemimiz var. Tahmin edilebilir olsalar da süratle ve dramatik bir şekilde birtakım önlemler almamız gerekiyor: izolasyon, fiziksel mesafelenme ve seyahat kısıtlamaları. Diğer problemimiz ise kronik. Potansiyel tedavilerin birçoğu teorik (örneğin jeomühendislik), diğerleri ise henüz ancak küçük ölçekli bir şekilde deneniyor (karbon yakalama teknolojileri). Birtakım diğer seçenekler ise ya çok riskli ya da rağbet görmüyorlar.

Covid-19 krizi henüz doruğa ulaşmadı. Dünya tedirgin bir şekilde ekonomik duraklama dönemine yaklaşırken bizlerin virüsün karbon emisyonunu azaltıyor olmasını övmenin cazibesine direnmesi gerekiyor. Bu emisyonların azalıyor oluşunun getirdiği “ilerleme”, eğer yeni fosil yakıt projeleri yöneticilerin ekonomiyi canlandırmak için merkeze alacağı yol olursa, tamamıyla yok olabilir. Bugün karşımızdaki felaketle bugünün karar vericileri uğraşmak zorunda. Virüsün en kötü etkilerinden -fiziksel, finansal ve psikolojik- kaçabilecek kadar şanslı olacak olursak bizler de geleceği yeniden kurgulamaya başlamalıyız.

Yazının orijinali versobooks.com'da yayınlandı. (Çeviren: Can Öztürk)