Korona virüsü iktidarın gerçek doğasını ortaya çıkardı
Mevcut krizin de gösterdiği üzere siyasal varoluşun temelini oluşturan başlıca bir gerçek var: Bazı insanların diğerlerine ne yapmaları gerektiğini söyleyebilmesi. Hükümetler, onlara verdiğimiz olağanüstü güçleri ‘nasıl’ kullanacaklar? Peki bunu yaptıklarında biz ‘nasıl’ tepki vereceğiz?
David Runciman*
Bunun bir savaş olduğunu işitiyoruz. Acaba gerçekten de böyle mi? Mevcut krize bir savaş dönemi hissini kazandıracak olan şey, normal siyasi tartışmaların bariz biçimde yok olmasıdır. Başbakan, ülkeye özgürlüklerimizin kısıtlanmasıyla ilgili karamsar bir açıklama yapmak üzere televizyona çıkıyor ve muhalefet liderleri destekten başka bir şey sunmuyorlar. Parlamento, faaliyet gösterebildiği zaman zarfında, yalnızca önergeleri görüşüyor gibi görünüyor. İnsanlar evlerinde sıkışıp kalmış ve mücadeleleri bu alanla sınırlı. Bir ulusal birlik hükümetinden bahsediliyor. Politika her zamanki gibi kaybolup gitmiş durumda.
Yine de bu durum siyasetin askıya alınması anlamına gelmiyor. Bu, altında yatan daha ham bir şeyi ortaya çıkarmak üzere siyasi hayatın bir katmanının sıyrılması hâlidir. Bir demokraside, siyaseti, destek kazanmak amacıyla farklı partiler arasında süregiden bir rekabetmiş gibi düşünmeye eğilimindeyiz. Siyasi hayatın 'kim' ve 'ne' olduğu üzerinde odaklanıyoruz: Verdiğimiz oylardan sonra karşımızda kim var, bize neler sunuyor, bunlardan kimler faydalanıyor… Seçimleri bu meseleleri çözmenin bir yolu olarak görüyoruz. Fakat herhangi bir demokrasideki en büyük sorular her zaman ‘nasıl’ olduğuyla ilgilidir: Hükümetler, onlara verdiğimiz olağanüstü güçleri ‘nasıl’ kullanacaklar? Peki bunu yaptıklarında biz ‘nasıl’ tepki vereceğiz?
BİR ‘FAUST PAZARLIĞININ’ ORTASINDA MIYIZ?
Bunlar, siyaset kuramcılarını daima meşgul etmiş sorulardır. Ama sorular şu anda o kadar da teorik değiller. Mevcut krizin de gösterdiği üzere, siyasal varoluşun temelini oluşturan başlıca gerçek, bazı insanların başkalarına ne yapmaları gerektiğini söylemesi. Tüm modern siyasetin merkezinde kişisel özgürlük ve kolektif seçim arasında bir alışveriş bulunur. Bu, felsefeci Thomas Hobbes tarafından, ülkenin gerçek bir iç savaşla parçalandığı 17'nci yüzyılın ortalarında, ‘Faust pazarlığı’** diye tanımlanan olgudur.
Hobbes’un iyi bildiği üzere, siyasi bir yönetim uygulamak, vatandaşlar üzerinde yaşam ve ölüm gücüne sahip olmak anlamına gelir. Bu gücü herhangi birine vermemizin yegâne sebebi, bunun kolektif güvenliğimiz uğruna ödediğimiz bir bedel olduğuna inanıyor olmamız. Fakat aynı zamanda, neticede kontrol edemediğimiz insanlara ölüm-kalım kararlarını emanet ettiğimiz anlamına da geliyor.
Öncelikli risk, (verilen emri/ç.n.) alan taraftaki kişilerin söylenenleri yapmayı reddetmesidir. Bu noktada yalnızca iki seçenek vardır: Ya insanlar, devletin elindeki zorlayıcı güçlerin kullanılması neticesinde emirlere itaat etmek zorunda kalırlar ya da siyaset tamamen çöker ve Hobbes, bunun en çok korkmamız gereken sonuç olduğunu savunur.
Bir demokraside, siyasi liderleri hatalarından ötürü cezalandırmak için bir sonraki seçimi bekleme lüksüne sahibiz. Ancak bu, hayatta kalmaya dair temel meseleler tehlikeye girdiğinde bizleri teselli etmeye yetmez. Her neyse, göreli olarak konuşursak, bu pek de büyük bir ceza değildir. Çalışmaya muhtaç olan çok az sayıdaki siyasetçi işini kaybedebilir. Buna karşın, biz hayatımızı kaybedebiliriz.
DEMOKRASİNİN GİZLEDİKLERİ
Bu seçimlerin kusurlu yapısı, çoğunlukla uzlaşma aramak için gereken ‘demokratik zorunluluk’ tarafından gizlenir. Şimdiyse işler böyle yürümüyor. Hükümet, verdiği kararları sağduyulu bir tavsiye dili aracılığıyla yansıtmak için elinden geleni yapıyor. Hâlâ mantıklı karar verme konusunda bireylere güvendiğini söylüyor. Buna karşın, diğer Avrupa ülkelerinin yaşadığı deneyimin gösterdiği üzere, kriz derinleştikçe, acı gerçekler daha açık bir hale geliyor. Yalnızca İtalyan belediye başkanlarının, evde kalmaları için seçmenlerine çığlık çığlığa çağrıda bulunduğu görüntüleri izlemeniz yeterli. “İster bana ister diğer partiye oy verin” sözü rutin demokratik politikadır. “Bunu yapın, yoksa…” sözüyse çiğ demokratik politikadır. Bu noktada, başka türlü bir politikadan pek de farklı görünmüyor.
Bu kriz, diğer bazı acı gerçekleri de gözler önüne serdi. Ulusal hükümetler gerçekten önemli ve sizlerin, hangi hükümetin yönetimi altında bulunduğunuz daha da önemli. Pandemi (salgın hastalık/ç.n.) küresel bir olgu ve farklı yerlerde benzer şekilde yaşanıyor olsa bile, hastalığın etkisi büyük oranda her bir hükümet tarafından alınan tekil kararlar çerçevesinde şekilleniyor. Ne zaman harekete geçileceği ve ne kadar ileri gidileceğine ilişkin farklı fikirler, iki ülkenin aynı deneyimi yaşamadığı anlamına geliyor. Salgının sonunda, kimin doğru ve neyin yanlış olduğunu görebiliriz. Fakat şu an için, ulusal liderlerin insafına kalmış durumdayız. İşte bu, Hobbes’un bizi uyardığı bir diğer nokta: Hiçbir siyasetin odağında keyfiyet unsurundan kaçınma imkânı yok. Bu, tekil siyasi kararların keyfiliğini gösteriyor.
Bir tecrit altındayken, demokrasiler diğer siyasi rejimlerle ortak noktalarını ortaya koyarlar: Sonuç itibariyle, siyaset burada da güç ve düzenle ilgilidir. Ama aynı zamanda bazı temel farklılıkları da görmeye başladık. Demokrasiler daha hoş, daha kibar, daha nazik yönetimler değiller. Öyle olmaya çalışabilirler ama neticede bu pek uzun sürmez. Demokrasiler, gerçekten zor seçimler yapmakta zorlanırlar. Bir problemi akut hale gelmeden önce çözebilme becerisi olan ‘ön alım’ (erken davranma/ç.n.) hiçbir zaman demokratik bir güç olmamıştır. Başka bir seçeneğimiz kalmayana dek bekler ve ardından duruma uyum sağlarız. Bu gerçek, demokrasilerin daima bunun gibi bir hastalığın istatistiksel eğrisinin arkasında yarışa başlayacağı anlamına gelse de bazıları eğriyi yakalama hususunda diğerlerinden daha başarılıdır.
FARKLAR NASIL ORTAYA ÇIKIYOR?
Çin gibi otokratik rejimler de zorunda kalana dek krizlere yüzleşmekten kaçınırlar ve demokrasilerin aksine, eğer kötü haber işlerine geliyorsa uzun süre saklamaya devam ederler. Ancak eylem kaçınılmaz hale geldiğinde daha ileri gidebilirler. Çin’in uyguladığı tecrit, acımasız bir ön alma sayesinde hastalığı kontrol altına almayı başardı. Demokrasiler de 20'nci yüzyıldaki devasa savaşları gerçekleştirirken gösterdikleri üzere, eşit oranda acımasız olma becerisine sahiptir.
Buna karşın, bir savaştayken düşman tam karşınızdadır. Bu salgın sırasında, yalnızca hastalığa yakalanan ve ölenlerle ilgili günlük verileri içeren açıklamaların paylaşıldığını görüyoruz. Demokratik siyaset bir çeşit gölge boksu haline geliyor: Devlet ise hangi 'bedenlerin'nn gerçekten tehlike arz ettiğini bilmiyor.
Kimi demokrasiler duruma daha süratli biçimde uyum sağlamayı başardılar: Güney Kore’de, hastalık, olası taşıyıcılara ilişkin kapsamlı takip ve yaygın gözetim sayesinde etkisini yitiriyor. Fakat bu vakada, rejim, 2015’te yaşanan ve vatandaşlarının toplumsal hafızasını da şekillendiren MERS salgınını ele alma konusunda taze bir deneyime sahipti. Ayrıca İsrail de birçok Avrupa ülkesinden daha iyi bir iş çıkarıyor olabilir; ama onlar zaten kesintisiz bir savaş zemininde yaşayan bir toplum. Bir duruma daha önce uyum sağlamışsanız, tekrar uyum sağlamanız zor olmaz. Eğer bunu sorunla uğraştığınız esnada yapıyorsanız, çok daha zor olacaktır.
Son yıllarda, kimi zaman, küresel siyasetteki rakip teknokrasi biçimleri arasında bir tercih yapıldığı ortaya çıktı. Çin’deki, tek partili bir devlet tarafından desteklenen bir mühendisler hükümeti niteliğinde. Batıda ise, demokratik bir sistemin sınırlamaları dahilinde faaliyet gösteren iktisatçıların ve merkez bankası yöneticilerinin yönetimi söz konusu. Bu durum, gerçek seçimlerde, geniş ve karmaşık ekonomik ve sosyal sistemlerin nasıl yürütüleceğiyle ilgili teknik bir karar alındığı izlenimi yaratıyor.
Bununla birlikte, geçtiğimiz birkaç hafta içinde başka bir gerçeklik daha kendini dayattı. Nihai kararlar, zorlayıcı gücün nasıl kullanılacağıyla ilgilidir. Bunlar yalnızca teknik sorular değildir. Bir miktar keyfilik kaçınılmazdır. Ve bu gücün kullanılması hususundaki demokratik uyum ve otokratik acımasızlık arasında süren rekabet, tüm geleceğimizi şekillendirecek. Hobbes’un yaklaşık 400 yıl önce kaçmaya çalıştığı korkutucu ve vahşi dünyadan çok uzaktayız. Yine de siyasal dünyamız hâlâ Hobbes’un tanıyabileceği bir dünya.
*David Runciman, Cambridge Üniversitesi’nde siyaset profesörüdür.
**Alman edebiyatının tanınmış yazarı Johann Wofgang von Goethe’nin bir roman kahramanı olan Faust, benliğinin “dünyadaki tüm zevklere erişmesini sağlayacak olan ulaşılamaz bilgi ve büyülü güçler” karşılığında şeytanla bir anlaşma yapar ve ruhunu şeytana teslim eder. Thomas Hobbes’un bu hikâyeden türettiği ‘Faust pazarlığı’ kavramı, bir kişinin kişisel değerler veya ruh gibi üstün ahlâki veya manevî öneme sahip şeyleri bilgi, güç ya da zenginlik gibi dünyevi ve maddi faydalar karşılığında değiş-tokuş ettiği bir ticareti meta haline getirmesine atıfta bulunur. (ç.n.)
Yazının aslı The Guardian sitesinden alınmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)