Salgın popülizmin zafiyetlerini açığa çıkarıyor ama otoriterleşmeyi besliyor*
Vatandaşlarını koruyan kollayan güçlü paternalist/pederşahi ama aynı zamanda etkin bir devleti, özgürlükleri baltalayan otoriter bir devletten ayıran çok ince bir çizgidir. İnsanlar özgürlüklerini kolektif güvenlikleri için mübadele etmeye razıdırlar. Ama bu rızayı ne zamana kadar sürdüreceklerdir?
Daphne Halikiopoulou**
Covid-19 an itibariyle (bu yazıyı kaleme alırken) dünya çapında 700 binden fazla insana bulaştı. Virüsün üstel yayılışı ulusal sağlık sistemlerini aşırı yoğunluğa maruz bıraktı, sınırların kapanmasına ve uçuşların yasaklanmasına sebep oldu. Bu küresel krizin, özellikle de uluslararası girişimler ile ‘ulusal tercih’ arasındaki gerilimlerden beslenen popülistlerin pek çok ülkede iktidarda olduğu bir dönemde ortaya çıktığını düşünürsek, olası siyasi sonuçlarını nasıl değerlendirebiliriz?
Siyaset bilimciler olarak bizler gelecek hakkında, özellikle de böylesi akışkan ve hızla değişen durumlarda, tahminler yapmaktan sıklıkla sakınırız. Öte yandan var olan örüntüleri gözlemleyerek olası sonuçları tespit etmeye çalışabiliriz. Bunu yapmak için de karşılaştırmalara ihtiyacımız var: Farklılaşan ve ortaklaşan gidişatları belirleyerek, benzer koşullar altında neler olabileceğine dair bir parça kavrayış geliştirebiliriz. İzleyen bölümde, geçmişteki ve günümüzdeki vakaların karşılaştırmasından elde ettiğimiz bilginin korona virüsü salgınının, özellikle de popülizm açısından, siyasi sonuçlarını anlamamızda bize nasıl yardımcı olabileceğine dair kısa bir eskiz yer alıyor.
Farklı ülkelerin bu krize nasıl çare bulmaya çalıştıklarına hızlı bir bakış, etkin bir mücadelede erken davranmanın anahtar rol oynadığını gösteriyor. Örneğin, takip etmek, test yapmak ve bulaş öbeklerini tecrit etmek hayati öneme haizdir. Bu da iki meseleyi gündeme getirir. Birincisi, devlet kapasitesinin önemidir, yani devletin kaynaklarını etkin bir şekilde harekete geçirebilme, politikaları etkin bir biçimde uygulama ve vatandaşlarının güvenliğini ve hayatlarını koruma becerisidir. İkincisi de uzmanlığın önemidir – virüsün nasıl kontrol altına alınabileceğine dair tavsiyelerde bulunacak epidemiyologlara, hekimlere ve sağlık çalışanlarına ihtiyacımız var.
Bu durum, coşku odaklı ama çoğu zaman da boş retorikten beslenen popülistler için baş belasıdır. Salgına verdikleri tepkiler popülistleri, özellikle de iktidarda olanları, ifşa eder ve seçmenler artan oranda valansı – yani salahiyeti – coşkulu hitabetlere tercih etmeye başladıkça, onları kamunun denetimine maruz bırakır. Tam da bu nedenle, virüse karşı geliştirilen tepkilerde özellikle popülist olan bir örüntüyü belirlemek güçtür. Az sayıda istisna hariç, başlangıçtaki korkuları görmezden gelen ve virüsün etkilerini azımsayan tepkilerden hızlı bir U dönüşü yapılmıştır. Birleşik Krallık’ta Johnson’un ‘kendi başımıza ve Avrupa’dan farklı bir biçimde yapabiliriz’ tavrının tanımladığı ‘sürü bağışıklığı’ stratejisi, yerini hızla okul ve işyerleri de dahil olmak üzere her yerin kapatılması gibi ‘popülist olmayan’ Avrupalı liderlerin benimsediklerinden çok da farklılaşmayan önlemlere bıraktı. Benzer şekilde, Donald Trump’ın Paskalya Bayramı’nda ülkeyi yeniden normal hayata döndüreceğini ima eden abartılı retoriği bir yana, ülkede alınan önlemler bazı kentlere salgın eğrisinin yükselişte olduğu ‘riskli alan’ muamelesi yapmaktadır. Yakın zamana kadar siyasetin temel olarak popülist hatlar üzerinden müzakere edildiği Yunanistan’da, teknokratik merkez sağ hükümet hızlıca okulları ve kiliseleri kapattı – şimdiye kadar Kiliseyi karşılarına almanın Yunan hükümetlerinin çok azının arzuladığı ve de yapabildiği bir şey olduğunu da not edelim. Brezilya’nın Jair Bolsonaro’su yaygın eğilime direnirken, Sao Paolo tam bir kapanmaya gitti ve başkanın popülaritesi düşüşte. Kısacası, bütün bu vakaların bize söylediği, en azından kısa vadede, popülist dalga inişe geçebilir; çünkü insanlar için şu anda en önemli olan şey, uzmanların öncülüğünde güvenliğin hayata geçirilmesidir.
Peki rahatlamalı mıyız? Bu soruya kısa yanıt hayırdır. Korona virüsü salgını, ‘popülizm’ kavramının ne kadar şişirildiğini ve istismar edildiğini göstermiş olabilir. Öte yandan otokratik zihniyete sahip liderler, yükselen güvensizlik ortamında desteklerini arttırmak için bunun bayraktarlığını yaptıkça, oluşturdukları tehdit gerçektir. Popülist maskelerini indirdiğimizde geri kalan sıklıkla kriz sonrasında kendini gösteren geleneksel milliyetçi ve otoriter politikalardır.
Geçmişten öğreneceğimiz önemli bir ders, benzer kriz durumlarında liderlerin olağanüstü durumları iktidarlarını pekiştirmek için kullandıklarıdır. Yaşamakta olduğumuz salgın da farklı değildir. İktidardaki sağ milliyetçiler ve muhalefet, küresel salgının yayılımında göçmenleri ve mültecileri suçlu ilan etmekte gecikmediler ve onları kişilerin hareket özgürlüğüne saldırmak için mazeret olarak kullandılar. Diğerleri de – örneğin Macaristan ve İsrail – salgını iktidar istismarı için bir fırsat olarak kullandılar. Popülist olarak tanımladığımız bu aktörlerin çoğunda bizi kaygılandırması gereken şey, gerçekte onların popülizmi – yani iyi insanlar ve kötü seçkinler ayrımına dayanan ideolojileri – değil, daha ziyade milliyetçi, otoriter ve/veya aşırı sağ gündemleridir. Orbán demokratik olmayan önlemlerini popülist olduğu için değil, otoriter olduğu için dayatabilmektedir. Marine Le Pen ve Matteo Salvini, popülist oldukları için değil, milliyetçi oldukları için göçmenleri salgını yaymakla suçluyorlar.
Bu durum, çok ciddi uzun erimli siyasi sonuçlar doğurabilir. Demokratik kurumların zayıf olduğu yerlerde, demokratik kazanımların kaybedilmesi ciddi bir risk olarak karşımızdadır. Krizin sebep olacağı uzun erimli ekonomik maliyetler bu eğilimi daha şiddetlendirecektir. Artan servet eşitsizliklerinin, toplumsal statü kaybının ve kayıpların tazminine sınırlı erişimin, seçmenleri aşırı uçlara savurabileceğini zaten geçmişten biliyoruz.
Vatandaşlarını koruyan kollayan güçlü paternalist/pederşahi ama aynı zamanda etkin bir devleti, özgürlükleri baltalayan otoriter bir devletten ayıran çok ince bir çizgidir. İnsanlar özgürlüklerini kolektif güvenlikleri için mübadele etmeye razıdırlar. Ama bu rızayı ne zamana kadar sürdüreceklerdir? Bu sorunun yanıtı, bu mübadelenin içerdiği şeyleri ne kadar başarıyla dengeleyebileceğimize ve eş zamanlı olarak krizden ne ölçüde en savunmasız ve kırılgan olanlarımızı ve liberal demokratik değerlerimizi koruyarak çıkabileceğimize bağlıdır. Bu ise, başarılması çok da kolay olan bir iş değildir.
Bu salgının kendine özgü boyutları olabilir; ancak temsil ettiği şeyler bakımından hiç de benzersiz değildir: Bu, toplumlarımızın sistemik zafiyetlerini ifşa eden ve istikrarını tehdit eden bir olağanüstü haldir. Benzer tarihsel emsallerden çıkaracağımız dersler bizlere yaşadıklarımıza dair tecrübe ve öngörü sunabilir.
*Bu yazı ilk olarak blog.lse'de yayınlanmıştır. (Çeviren: Şerife Geniş)
**Doç. Dr. Daphne Halikiopoulou Reading Üniversitesi’nde Karşılaştırmalı Siyaset Bölümü’ndedir. The Golden Dawn’s ‘Nationalist Solution’: Explaning the rise of the far right in Greece (Sofia Vasilopoulou ile) kitabının ve Avrupalı aşırı sağ partiler üzerine çok sayıda makalenin yazarıdır.