JG Ballard’ın dünyasında yaşıyoruz

İzolasyon ve karantina önlemleriyle dolu -distopik bir tarafı da olan- korona virüsü günlerinde, JG Ballard'ın tüm bunları görmek için etrafta olmamasına üzüldüm. Zira, bu tuhaf yeni varoluş hali içinde kendisini evinde gibi hissederdi.

Google Haberlere Abone ol

Mark O’Connel

Bazı yazarlar vardır, eserlerini okuduğunuz anda dünya deneyiminize ait bir parçaya sonsuza dek sahip olur. Eğer şaşırtıcı derecede karmaşık bir bürokrasiye sürekli biçimde maruz kalıyorsanız, bu yazar Kafka’dır. Dublin’de bir yerlere gidiyor, bir şeyler yapıyor veya birileriyle konuşuyorsanız, bu yazar Joyce’tur. Sıkılmış, hayali bir kaygı yaşıyor ve aynı zamanda bir sebepten ötürü Güney Kaliforniya’nın rüzgârlarından yorgun düşmüş gibi hissediyorsanız, bu yazar belli ki Joan Didion’dır. Buna karşın, şu anda dünyanın büyük bölümünü fetheden yazar, JG Ballard’dır. Az önce bahsettiklerim kadar büyük bir yazar olmayabilir ama şu an yaşadığımız gerçeklik, Ballard’ın hayal âleminin sınırlarına giriyor.

Özellikle de hayatın ölümcül bir virüs salgını tarafından idare edildiği bu günlerde, Ballard’dan ilham alan bir tür rol yapma oyununun neticesi olabilecek bir hikâyeyle karşılaşmadan haberleri izlemek bile zor. San Francisco Körfezi’nde karantinaya alınmış lüks bir yolcu gemisinin zengin yolcuları, haftalar boyunca kabinlerinde kapalı kaldı. Tenerife’de tatil yapanlar, bir İtalyan doktorun korona virüsüyle birlikte gelmesinin ardından, karantinaya alınan bir otelde kilitli kaldılar. Tecrit edilmiş bireyler nadiren evlerini terk eder, toplum içinde birbirlerinden temkinli bir mesafede durur ve yalnızca teknolojik yollarla arkadaşları ve sevdikleriyle iletişim kurarlar. Bu gibi durumlar, neredeyse telif haklarını ihlal edecek kadar Ballardvaridir.

KAYGI, TECRİT VE ÇAĞDAŞ İNSANIN PORTRESİ

Ballard’ın eserleri zorunlu karantinalar ve kendi kendini izole edenlerle, sıkılmış orta sınıflar arasında patlak veren ayaklanmalarla doludur. 1982 tarihli kısa hikâyesi ‘Having a Wonderful Time’ (Harika Vakit Geçirmek), kocasıyla birlikte Kanarya Adaları’nda tatilde olan genç bir kadının gönderdiği kısa kartpostallar vasıtasıyla anlatılır. Zaman ilerledikçe ve aylar geçtikçe, yazılan kartpostallardan, yönetici sınıfının bilinmeyen sebeplerden ötürü istihdam edilememesi nedeniyle, Kanaryalar’ın Batı Avrupa hükümetleri tarafından bir tür kitlesel gözaltı kampına dönüştürüldüğü ve bu kişilerin günlerini belirsiz bir süre boyunca sürecek bir işsizlik hâli içerisinde geçirecekleri anlaşılıyor. Bu hikâyeyi, şu anda karantina altında olan yolcu gemilerini ve tatil köylerine hapsedilmişken koruyucu yüz maskeleriyle havuz kenarında uzanan insanları aklımıza getirmeden düşünmek çok zor.

1977 yılında yazdığı ‘The Intensive Care Unit’ (Yoğun Bakım Ünitesi) adlı hikâyesi, insanların tüm hayatlarını, tecrit altında olmaktan memnuniyet duyarak, diğer insanlarla, hatta kendi aileleriyle bile yalnızca kameralar ve ekranlar aracılığıyla iletişim halinde yaşadıkları bir dünyada geçiyor. Hem hayal etmesi güç hem de bugünkü gerçekliğimize rahatsız edici bir şekilde benzeyen bir yaşam tarzı betimlenir. Anlatıcı, günlerini bir tür lüks ve sofistike Skinner Kutusu’nda** yaşarken asla başka bir insanla karşılaşmaz. (“Büyüme çağım, eğitimim, tıbbi uygulamalarım, Margaret’la flörtümüz ve mutlu evliliğimiz, hepsi televizyon ekranının cömert dikdörtgeni içinde gerçekleşti.”)

Böylesi aşırı sosyal mesafelenme durumunun kökleri -“başka bir insanla buluşmaya karşı arkaik bir yasak”- asla net bir şekilde tanımlanmamıştır; bununla birlikte anlatıcı, insanların büyük ihtimalle hem psikolojik hem de mikrobiyal sebeplerden ötürü yakınlaşmaktan korktuğu bir bağlamda hareket eder. “Bir çocuk olarak,” diyor, “hastane kreşinde büyüdüm ve böylece fiziksel olarak samimi bir aile hayatının tüm psikolojik tehlikelerinden kurtuldum (ortaklaşa kullanılan bir evdeki hijyenik, estetik veya başka türlü tehlikelerden bahsetmez).” Fakat, böyle bir durumun üzüntü veya yabancılaşma yaratabileceğine dair herhangi bir önermeyi engellemek için de hızlı davranır. “Televizyondayken asla yalnız değildim. Kreşimde, beni evlerinin rahat ortamından seyreden, ekranıma bir takım video oyunları, animasyonlar, vahşi yaşam filmleri ve aile dizilerini taşıyarak dünyamı besleyen ebeveynlerimle saatler boyunca keyifli oyunlar oynardım.”

Bu hikâye, çağdaş yaşamın en yabancılaşmış yönlerini kökten bir şekilde yoğunlaştıran korona virüsünün ani ve feci müdahalesi olmasa dahi, çağımızın kültürüyle apaçık benzerliklere sahip olurdu. Fakat şimdi, insan etkileşimine ilişkin yeni bir çağın şafağı gibi görünen bu anda, neredeyse inkâr edilemez derecede ileri görüşlü gibi görünüyor. Anlatıcı ve eşinin hızlı biçimde gerçek hayatta buluşmaya karar verdiği neredeyse ürpertici bir an var ve kadın, eşini ziyaret etmek için şehri boydan boya geçerek yaklaşık 50 km seyahat ediyor. Söylemeye bile gerek yok, her şey korkunç bir şekilde ters gidiyor. Kamera karşısına geçen herkesin daima kullandığı -David Foster Wallace’ın 1996 tarihli romanı ‘Infinite Jest’te insanların kullandığı görüntülü sohbet maskelerini ve Instagram’a özgü mevcut makyaj teknikleriyle ilgili fenomeni öngören bir ayrıntı olarak- makyajın yokluğunda, eşlerin ikisi de birbirini garip, kusurlu ve fiziksel açıdan itici buluyor.

Bütün aile bir araya getirildiğinde, hikâye, psikopatik şiddetin coştuğu bir cümbüş haline gelir. Bu, Ballard’ın çalışmalarında alışılagelen ve bir anlamda onun en büyük temasıdır. Dünyaya dair bakış açısı eğlenceli biçimde kasvetli ve acımasız biçimde insan karşıtıydı: Toplum, daima zalim ve hayvansal bir insan doğasına yol açan ince ve kırılgan bir yapı olarak var olmuştu. İrlandalı yazar Rob Doyle’un ifade ettiği üzere, “Özünde sürrealist bir komedyen ve inatçı bir iyimserdi: O, bizi yıkıcı öğenin içine daldırmayı ve medya teknolojisinin tahrik edici ve sınırsız psikopatolojisini serbest bırakmamızı arzuladı.”

SEÇKİNLERİN KIRILGAN DÜNYASI

Burjuva psikopatisi teması, en eksiksiz ve etkili şekilde 1975 tarihli ‘High-Rise’ romanında işlenir. Kitap, soğukkanlılık içerisinde, bir kaosa gömülmekte olan lüks bir apartman kompleksinin gerçeküstü bir tasvirini sunar; üst-orta sınıf sakinleri, bitmek bilmez bir yıkım ve şiddet ortamına sürüklenen dış dünya ile olan tüm bağlantılarını yavaş yavaş keserler. Kitabın yüz kızartıcı ilk satırı, Ballard’ın, Freudcu bir medeniyetin cilalı yüzeyinin altında gizlenen şiddet ve ahlâksızlık hakkında bilmeniz gereken şeylerin birçoğunu anlatıyor: “Daha sonra, , balkonunda oturup bir köpeği yerken, önceki aylarda bu büyük apartmanda meydana gelen olağandışı olaylar hakkında düşündü.” (Bir düzyazı stilisti olarak Ballard’ın becerileri hakkında ne derseniz deyin, açılış cümlesinin nasıl yazılacağını çok iyi biliyordu.)

Kariyerinin başlarında, kıyamet sonrasına odaklanan zihninde kurguladığı ve çeşitli felaket biçimleri ürettiği bir dizi daha bilimkurgu romanı yazdı (The Wind from Nowhere; The Drowned World; The Burning World; The Crystal World ). Bununla birlikte, medeniyetin çöküşü teması, kitlesel biçimde barbarlığa dönüş, onun tüm eserlerinde yankılandı. (2009’da, ölümünden önce yayınladığı son roman olan ‘Kingdom Come’ adlı eserinde, hiper-tüketici modern İngiltere dosdoğru faşizme doğru kayar; bu, günümüzde zar zor ‘spekülatif’ diye tanımlayabileceğiniz kurgusal bir senaryodur.)

Bu distopik hayal gücü, yazarın tuhaf ve çalkantılı gençlik döneminden kaynaklanır. James Graham Ballard, Şanghay Uluslararası Yerleşim Bölgesi’nde doğdu ve büyüdü; İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşadığı yerleşimin Japon işgaline girdiği zaman zarfında, gençlik döneminin iki yılını ailesiyle birlikte müttefik devletler üyesi siviller için hazırlanan bir toplama kampında geçirdi. Genel olarak bu deneyime dayanan otobiyografik romanı ‘Empire of the Sun’ (Güneş İmparatorluğu/1984), obsesif temalarının ve motiflerinin kökenlerini açığa çıkarmaya doğru bir yol kat ediyordu. Ballard kültünün asli üyelerinden olan Martin Amis bunu şöyle ifade ediyordu: “Güneş İmparatorluğu hakkında duyulan genel saygıyı paylaşırken, gerçek fanatikler alttan alta Ballard tarafından ihanete uğradığını hissetti. Roman geniş bir hayran kitlesi kazandığı ve kültün kapalı sınırlarını açtığı için böyle olmamıştı. Hayır; İmparatorluk, bize Ballard’ın hayal gücünün nereden kaynaklandığını gösterdiği için ihanete uğramış hissettik. Şaman, tüm alevinin ve büyüsünün kaynağını ortaya koymuştu.”

Kitap, harap olmuş haldeki bir üst-orta sınıf yaşamının yapay dokusunun, gerçeküstü bir toplu çöküşün arka planı karşısında konumlandırıldığı anlarla doludur. Ballard’ın (kendisini tasvir ettiği/ç.n.) kurgusal karakteri Jim, şaşırtıcı derecede komik bir sahnede, çoğunlukla İngiliz savaş esirlerinin kampa götürmeye uygun gördüğü gündelik eşyalarının tuhaf derecede bol olduğunu fark ediyor. “İyi vakit geçirmenin,” diyor Ballard, “esir kampına gitmeden önce valizlerini hazırlayan tutukluların öncelikler listesinde her şeyden önemli olduğu ortaya çıkmıştı. Uzak Doğu’nun tenis kortları ve kriket sahalarında barış dolu yıllar geçirdikten sonra, savaş yıllarını da aynı şekilde geçmeyi bekliyorlardı. Bavul kulplarında onlarca tenis raketi asılıydı; bunlarla birlikte kriket sopaları, oltalar ve hatta birkaç golf sopası da vardı…” (Benzeri görülmemiş güç ve ölçekte bir virüs salgınını milyonlarca ölüme neden olurken ve küresel ekonomiyi bir uçurumun kıyısına getirmişken, son günlere dek çeyrek milyon bahisçi Cheltenham’daki tribünleri sıkış tepiş doldurmuyor muydu? Ballard, burada, mevcut tabloya saldırıyordu.)

Ballard’ın çalışmalarında diklemesine bir düşüş gösteren aylak sınıfıyla ilgili tüm göstergeler arasında en başat simge, kurumuş yüzme havuzunun görüntüsüdür. ‘Hello America’ (Merhaba Amerika) adlı kitabında, kurumuş yüzme havuzları “tüm kıtayı kaplıyor gibi görünüyordu.” ‘High-Rise’ (Gökdelen) romanında, kurumuş bir yüzme havuzunun eğimli zemini “düzinelerce cesedin kafatasları, kemikleri ve parçalanmış uzuvlarıyla kaplı” diyerek tasvir edilir. ‘Cocaine Nights’ (Kokain Geceleri, 1996) kitabında terk edilmiş bir spor kulübünü aktarır: “Tenis kortları güneşin altında tozla kaplıydı, yüzme havuzu boşaltılmış ve unutulmuştu”. Empire of the Sun’da (Güneş İmparatorluğu), Jim, ailesi zorla kampa götürüldükten sonra evin havuzunu boşaltır; romanın ilerleyen sayfalarında, havuzun içine atlarken dizini yaralar ve bir sinek havuzun yüzeyinde bıraktığı taze kan kalıntısıyla beslenmek için oraya konar.

Ballard, 2008’de yayınlanan ‘Miracles of Life’ (Hayatın Mucizeleri) adlı anı kitabında, bu simgeyle yaşam boyu süren meşguliyetini ve savaşın patlak vermesinden sonra Şangay’da bir araya gelen ailevi köklerini anlatıyor. “İlgi çekici biçimde,” diye hatırlıyor, “taşındığımız evin bahçesinde suyu boşaltılmış bir yüzme havuzu vardı. Bu, gördüğüm ilk susuz havuz olmalı ve beni asla tam olarak kavrayamadığım, garip bir şekilde etkiledi. Ailem havuzu boş bırakmaya karar vermişti ve bahçede gizemli ve boş bir varlık gibi uzanıyordu... Sonraki yıllarda, Şangay’ın İngiliz sakinleri Avustralya’ya ve Kanada’ya ya da ‘güvenli’ diye kabul edilen Hong Kong ve Singapur’a gitmek üzere ayrılırken, hepsi de Fransız İmtiyaz bölgesindeki ilk havuz kadar gizemli görünen tamamen ya da yarı yarıya boşaltılmış çok sayıda havuz görecektim. İngiliz gücünün uzaklaştığını gösteren bu bariz sembolizmin farkında değildim; zira o sıralar hiç kimse bunu düşünmüyordu ve İngiliz İmparatorluğu’na olan inanç şovenist bir düzeydeydi.”

ZAMANIMIZIN BALLARD-VARİ RUHU

Şayet çok küçük bir miktar bile Ballard okumuşsanız -kendisi, ana fikri anlamak için yalnızca birkaç satır okumanın yeterli olduğu bir yazardır-, ona doğru dönüp şapkanızı çıkarmadan boş bir yüzme havuzu görmeniz mümkün olmayacaktır. Bir süre önce, zamanımızın kıyamet ruhu hakkında yazdığım bir kitap için araştırma yapmak amacıyla Ukrayna’daki Çernobil tecrit bölgesinde iki günlük rehberli bir tura katıldı. Terk edilmiş haldeki Pripyat kentinde, boş bir olimpik yüzme havuzunun kenarında durup eğimli zeminin aşağı kısmında toplanan ölü yaprak yığınlarını izlerken, Ballard’ı ve bu manzarayı ne kadar çok beğeneceğini düşünmeden edemedim.

Yirmi birinci yüzyıl hayatı, hâlihazırda Ballardvari bir yapıdaydı. Yeni viral düzen altında yaşarken, teknolojik yabancılaşmanın daha uç noktalarına erişmek, onu daha da Ballardvari bir hale getirdi. Batı Avrupa şimdi boş sokakları ve ıssız otoyollarıyla büyük bir karantina alanı. İnsanlar neredeyse yalnızca elektronik yollarla iletişim kurarak evlerine kapanmış durumda. Marks&Spencer koridorlarındaki yüzü maskeli müşteriler, yaklaşan sıkıntılara karşı hellim peyniri ve organik şaraplar stoklarken, birbirlerine karşı dikkatli bir şekilde mesafelerini koruyorlar. Salgın korkusu yüzünden evden çıkmaktan çok korkan bir evcil hayvan sahibinin kullandığı bir drone ile şımartılmış küçük köpeğini terk edilmiş sokaklarda gezintiye çıkartışını gösteren ve birçok defa paylaşılan video görüntüleri var. Bunların tamamı katıksız biçimde Ballard’ı anımsatıyor.

Ondan, genellikle deneysel bir yazar diye bahsedilir. Bu tanımlama, ‘the Atrocity Exhibition’ (Vahşet Sergisi/1970) kitabında olduğu üzere, Kennedy suikastını bir spor faaliyeti gibi kısaltarak aktaran tasviri ve Burroughs’u anımsatan bir anlatı kopukluğu denemesi yüzünden kesinlikle haklıdır. Bununla birlikte, Ballard, çalışmalarının büyük kısmında, sanatsal bir uğraşı alanı olarak roman formunun ya da cümlelerin barındırdığı sonsuz olasılıklara karşı ilgisiz görünüyordu.

Onun karakterleri, parçalar halinde yaratıp sonradan birleştirdiği, hayali senaryo yapıları arasında hareket etmek üzere tasarlanmış, az ya da çok birbiriyle yer değiştirebilen ve kartondan yapılma figürlerdi. Sadık Ballard tutkunları, bu eleştiriyi söz konusu bile etmeme eğilimindedir. Çünkü canlı karakterleri ve ilgi çekici cümleleri temelde burjuva kaygıları olarak görürler; dedikleri kadarıyla, eğer peşinde olduğunuz şey bu ise kitap raflarında bulunan Barnes ya da Julian’a yönelebilirsiniz.

Kültür eleştirmeni Mark Fisher, 2003 yılında Ballard hakkında yazdığı makalesinde, ‘Millenium People’ (Milenyum İnsanları) kitabının kahramanının “Yazarın teorileri açısından bir sözcüden biraz daha fazlası” olduğunu kabul ediyor ve şöyle devam ediyordu “bu tabii ki iyi; ancak daha ‘iyi yazılmış cümlelere’ olduğu kadar daha ‘iyi çizilmiş karakterlere’ de ihtiyacımız var. UEA (University of East Anglia) İngiliz Edebiyatı mafyası, Ballard’ın kundakçı yazın tarzının diğer keyifli ve iç karartıcı örneklerinden herhangi biri karşısında olduğu gibi, onu (Milenyum İnsanları adlı eserini/ç.n.) da kurban etmek için hazır bekliyor.”

En azından Ballard anlatısının kundakçılıktan başka bir şey olmaması nedeniyle, özellikle de bu iddiayı hiç ikna edici bulmadım; o, dil düzeyinde, genellikle hilekârlık ya da deneysellik yahut herhangi bir estetik oyun duygusundan yoksun. Bence, zavallı eski UEA mafyasının -Kazuo Ishiguro, Ian McEwan- yapacağı daha eksik bir softbol (beyzbola benzeyen bir oyun/ç.n.) karşılaştırması, medeniyet entropisine (dağılma, yok oluş/ç.n.) Ballard kadar takıntılı biçimde ilgi duyan ama eserleri hem biçimsel olarak radikal hem de büyüleyici karakterlerin yanı sıra güç ve incelik barındıran cümlelerle dolu olan çağdaş Macar romancısı Laszlo Krasznahorkai olabilirdi.

Ballard, 'Milenyum İnsanları’nda geleneksel didaktik üslubuyla “Müreffeh banliyöler, tarihin son durumlarından biriydi” diye yazıyordu. “Bir kez buraya tutunduğunda, yalnızca veba, sel ya da nükleer savaş onun kavrama gücünü tehdit edebilir.”

Son birkaç hafta içinde, çağımızın melankoli ve kaygı nöbetleri arasında, şahsen ihtiyar delikanlının tüm bunları görmek için etrafta olmamasına üzüldüm. Belki bu hali seveceğini söylemek yanlış -zira şu anda dünyayı bu katı biçimde kısıtlanmış haliyle kim sevebilir ki- fakat bu hali iyi tanıdığını söylemek kesinlikle doğru olurdu. Bu tuhaf yeni varoluş hali içinde, kendisini evinde gibi hissederdi.

Hakkında yazdığı hayatlar tecrit edilmiş, yalnızca kendini barındıran ve kişiler arası gerçek ilişkilerden yoksun olmaktan dolayı memnundu. Özlem duydukları insani ilişki biçimleri temelde Freudyen olanlardır: Seks ve şiddet. Ve şu anki deneyimlerimizin, onun dehşet verici hayal gücünün dışında kalan bir kısmı mevcut. Korona virüsü salgınının gösterdiği şey izole olmak istemediğimiz, teknolojik bir şekilde iletişim kurduğumuzdur. Birden bire Ballard’a özgü bir Araf’ın içine itilen çoğumuzun asıl istediği şey, zamanımızın büyük kısmında, arkadaşlardan ve yabancılardan oluşan bir dünyada, bir arada olmaktır. Şu anda, hepimiz Ballard’ın dünyasında yaşıyoruz ama hepimiz Ballard’ın insanları gibi değiliz.

*Distopya, çoğunlukla ütopik bir toplum anlayışının karşı-tezini tanımlamak için kullanılır. Distopik bir toplum otoriter-totaliter bir devlet modeli ya da benzer bir başka baskıcı sistem altında karakterize edilir. Kelime ilk defa John Stuart Mill tarafından kullanılmıştır. ‘Ütopyanın tersi’ olarak değil, ‘kötü bir yer’ anlamında kullandığı düşünülür.

**Skinner Kutusu, edimsel koşullanmada kullanılan, içerisinde hayvanın basarak yiyecek, içecek almasını sağlayan bir anahtar veya tuş yani manivela barındıran kapalı bir düzenektir.


Yazının aslı NewStatesman sitesinden alınmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)