İhtiyacımız olan şey ne? Otoriterleşme mi yoksa daha fazla demokrasi ve devlet kapasitesi mi?*
Korona virüsü salgınıyla mücadelede otoriterleşmeye övgüler düzmek sadece Pekin’in hatasını affetmek anlamına gelmez. Aynı zamanda korona virüsü krizini demokrasi için daha tehlikeli hale getirir: Eğer insanlar hastalıkla mücadele etmenin tek yolunun yetkelerini bir diktatöre devretmek olduğuna inanırlarsa, o zaman tam olarak bunu yapacakları ihtimali de doğar.
Zack Beauchamp
Pek çok insan korona virüsüne karşı mücadelede elimizde basit bir çözüm varmış gibi düşünüyor: Otoriterleşme.
Batı basınında Çin’in korona virüsüyle mücadelesinin Batı’ya göre üstünlüğünü ağızlarına sakız yapan makale üstüne makale yayınlanıyor. Bu analizler, Vuhan salgınından sonra Çin’in uygulamaya koyduğu tavizsiz karantina önlemlerini örnek göstererek, liberal demokrasilerin hastalığın yayılmasını engellemek için gerekli katı önemleri almakta başarısız olduklarını ima ediyorlar. Bu, aynı zamanda, Çin hükümetinin propaganda aygıtlarının da seve seve tekrarladığı bir mesajdır.
Fakat benim konuştuğum kamu sağlığı ve siyaset bilimcilerinin ortak fikri, bu krizi yönetmede otoriter rejimlerin üstünlüğü kuramının yanlış olduğudur: Covid-19’la mücadelede herhangi bir siyasal rejimin bir diğerine göre sistematik olarak daha iyi işlediğine dair elimizde somut bir kanıt yoktur. Çin’in nihayetinde iyi bir yönetişime evrilen tepkisi, başlangıçta kabahat olarak nitelendirilebilecek derecede yavaştı – bir diğer bilindik otoriter rejim olan İran’ın ilk tepkisi de benzerdi. Bu arada Güney Kore ve Tayvan gibi demokrasiler ise, belki de dünyamızdaki en iyi mücadele örneklerinden bazılarını geliştiren ülkeler oldular.
Kaiser Aile Vakfı’nda küresel sağlık politikası doçenti olan Joshua Michaud “Bütün diğer faktörler arasında [rejim türü] listenin en altında yer alacaktır” diyor. “Otoriter sistemde de demokratik sistemde de çok yetersiz kamu sağlığı pratiklerine sahip olabilirsiniz.”
Otoriter üstünlük miti sadece yanlış değil, aynı zamanda iki kilit açıdan bizzat zararlıdır.
Öncelikle, Çin’in erken aşamada korona virüsüne karşı alması gereken önlemleri savsaklayarak işlediği kabahatin unutulmasına sebep olur – kaldı ki, hastalığın küresel salgın haline gelmesinin temel sebebi de muhtemelen Çin’in bu ihmalidir. Çin’deki siyasal sistemin bazı özelliklerinin güçlü bir kınamayla itham edilmesini gerektiren şey, nasıl oluyorsa bir anda Pekin’in ideolojik zaferine dönüşüyor!
İkinci olarak bu mit, sözde demokratik devletlerin liderlerine kriz esnasında çok tehlikeli acil durum yetkilerini hayata geçirmeleri için bir mazeret sunuyor. Şu anda Macaristan’da ve İsrail’de olan budur. Otoriter eğilimleri olan liderler, normal zamanlarda hayal dahi edemeyecekleri yetkilere el koymak için salgını gerekçe olarak kullanılıyorlar. Otoriterlik miti, açıkça tehlikeli olan bu girişimlere hiç de gerek olmayan bir şekilde meşruiyet sağlayabilir – dolayısıyla da bu mite itiraz edilmelidir.
Bryn Mawr’da siyaset bilimci olan ve krizlere karşı geliştirilen otoriter ve demokratik tepkileri çalışan Sofia Fenner şunu söylüyor: “Buradaki temel sorun, gerçekte farkı yaratan şey otoriterlik değilken çok sayıda insanın böylesi durumlarda otoriterizmin/yetkeciliğin işe yaradığını dillendirmesidir. Ve bu gerçekten de tehlikeli bir argümandır.”
Korona virüsüyle mücadelede en iyi performansa sahip ülkelerin bazıları demokrasi ile yönetilirken, en kötü performansa sahip olanların bazıları da otoriter devletlerdir.
Bir ülkenin korona virüsünü zapt etmedeki başarısını incelemek istediğimizde, sadece o ülkedeki ham vaka sayılarına bakmak yetmez; aynı zamanda hükümetin kamu sağlığı uzmanlarının önerdiği önlemleri ne kadar süratle ve etkili bir şekilde hayata geçirdiğine -zorunlu sosyal mesafe önlemleri, yaygın test uygulama, maske üretiminin hızla arttırılması gibi- ve bu önlemlerin hastalığın yayılmasını yavaşlatıp yavaşlatmadığına bakmak gerekir.
Bu kriterleri dikkate aldığımızda altın standart, bir grup Doğu Asya ülkesinden geliyor – Güney Kore, Tayvan ve Singapur (Hong Kong da bu açıdan not edilmelidir ama tam olarak bağımsız bir ülke değildir).
Bu örneklerin ikisi büyük nüfusa sahip demokrasiler iken, diğeri otoriter bir şehir devletidir. Öte yandan, üçü de kriz başladıktan sonra neredeyse anında harekete geçtiler. Testi pozitif çıkanları ya da pozitif çıkanlar ile temasta olanları izole etmeye başladılar ve aşırı baskı altında olan sağlık sistemlerini desteklemek için hızlıca çalışmaya başladılar.
Bu örüntü, hızlı ve kararlı bir şekilde davranabilmek için tüm yetkinin toplandığı tek adam liderliğine ihtiyacımız olduğu fikrini geçersiz kılıyor. Hem Güney Kore hem de Tayvan güçlü demokrasiler ve buna rağmen liderleri çok hızlı ve kararlı bir şekilde harekete geçebildiler.
Tayvan ve Güney Kore’nin Singapur’la ortaklaştığı şey, siyaset bilimcilerin “devlet kapasitesi” adını verdikleri şeydir: Hükümetin politikalarını hayata geçirmek için sahip olduğu mevcut siyasi ve ekonomik kaynaklar. Yüksek devlet kapasitesi olan ülkeler (başka şeylerin yanı sıra) etkin bürokrasilere, yüksek-kalitede kamusal alt yapıya ve siyasi erki ulusal düzlemde merkezileştiren bir sisteme sahipler.
Bu üç Doğu Asya başarı hikayesinin hepsi de genel olarak yüksek devlet kapasitesine sahiptir. Fakat aynı zamanda üçü de SARS, MERS ve H1N1 (domuz gribi) gibi hastalıklarla görece yakın dönem sayılabilecek deneyimlerden dolayı bulaşıcı hastalıklara karşı önlem almak konusunda özellikle güçlü devletlerdir. Bu ülkelerin hükümetleri, salgınları kontrol altına almak konusunda eylem planları ve çıkardıkları derslerle organize olmaya hazırlardı ve bu, onların hızlıca harekete geçmesine olanak verdi.
Duck of Minerva isimli uluslararası ilişkiler blogunda Fenner, “şimdiye kadar en iyi sonuçlar siyasi rejim tipinden bağımsız olarak kapasitesi yüksek devletlerden geldi” diye yazdı. “Pek çok yüksek-kapasiteli Asya devleti aynı zamanda SARS ve H1N1 ile yakın zamanda deneyim kazanmış olmalarının faydasını gördü; bu türden bir krize uygun devlet kapasiteleri geliştirme olanakları oldu.”
Bu salgında en iyi performansı gösterenlerden en kötü performansı gösterenlere geçtiğimizde de rejim türüne göre belirgin bir farklılaşma yoktur. Salgından en kötü biçimde etkilenen -birazdan inceleyeceğim üzere özgün bir vaka olan- Çin dışındaki ülkeler İtalya, Amerika Birleşik Devletleri ve İran’dır. Yani Güney Kore ve Tayvan’a eş değer tutulabilecek olan iki zengin demokratik ve bir de orta-gelirli otoriter rejim.
Bu devletler, sadece Doğru Asya devletlerine göre düşük kapasiteye sahip değillerdir -örneğin Amerika’nın federalist sistemi her türden soruna devlet yönetiminin bütününün nihai müdahaleler geliştirmesini daha karmaşık kılmaktadır- aynı zamanda birer başarısız liderlik örnekleridir de.
Her üç ülkede de iktidarda bulunan partinin bileşenleri, ilk aşamada virüsün yayılmasını kesmek için hemen harekete geçerek gerekli ulusal politikaları uygulamak yerine, krizi küçümsemeyi seçtiler. Güney Kore ve Tayvan şubat sonuna doğru virüse karşı tam tekmil bir mücadele veriyorken, İtalya’nın Demokratik Partisi’nin başkanı insanları dışarı çıkıp sosyalleşmeleri için cesaretlendiriyor, Trump virüsün çok kısa sürede sönümlenip yok olacağını söylüyor ve İran rejimi teyit edilmiş salgın vakası olduğu halde insanların kutsal Kum şehrindeki dini mekanlarda toplaşmasına izin veriyordu.
İnsanların salgının yayılmaya devam ettiği dönemde otoriter salahiyete dair olumlu algılarının önemli bir kısmı, en azından Amerika Birleşik Devletleri’nde, İtalya ve İspanya gibi demokratik Avrupa devletlerindeki yüksek vaka sayılarından ve korkunç hikayelerden beslenmiş gibi görünüyor.
Gerçekten de çok önemli birkaç Avrupa ülkesindeki çarpıcı vaka sayıları dikkati çekiyor. Fakat Avrupa’yı yekun olarak değerlendirmek, kıta içindeki önemli farklılaşmaların üstünü örtüyor. Örneğin Almanya, görece yüksek vaka sayısına sahip olmasına rağmen, hem düşük ölüm oranına hem de görece yaygın test uygulama rejimine sahiptir.
Dahası, sadece resmi ya da doğrulanabilir vaka sayılarına dayanarak otoriter devletleri demokratik devletlerle karşılaştırmak çok yanıltıcı olabilir.
Demokrasiler bu tür meselelerde şeffaflığı gerektiren prosedürlere sahipken, otoriter devletler ise sıklıkla kendilerini başarılı göstermek için vaka sayılarını gizlemeye büyük çaba harcarlar -örneğin resmi söylemle çelişen gazetecileri, bürokratları ve hatta sağlık emekçilerini cezalandırmakla tehdit ederler.
Bu da otoriter ülkelerden gelen bulaş ve test verilerinin ne zaman ve ne kadar güvenilir kabul edileceğini bilmeyi güçleştiriyor. Örneğin Mısır’da 24 Mart itibariyle sadece 366 resmi korona virüsü vakası vardı. Öte yandan Kanadalı bir grup uzman, mart ayında herkese açık ve erişilebilir olan verilere dayanarak bir model geliştirdiler ve Mısır’daki gerçek vaka sayısının (varsayımlara bağlı olarak) ya 6 bin ya da 19 bin civarında olabileceği tahminini yaptılar.
Kuşkusuz, tüm demokratik rejimler test yapma konusunda iyi bir iş çıkarmıyorlar. Özellikle Amerika Birleşik Devletleri ve Japonya, kişi başına uygulanan test sayısının çok düşük olması ile diğer ülkelerden ayrılıyor - ve en azından Birleşik Devletler’de böylesine sınırlı testin uygulanmasının nedenleri temelde siyasi sebepler olarak görünüyor.
Fakat, güvenilir verilere sahip olduğumuz durumlarda, genele bakıldığında, otoriter devletlerin demokratik devletlerden bariz olarak üstün olan bir performansı söz konusu değildir. Daha gerçekçi ve kapsamlı bir resim elde ettiğimizde, muhtemeldir ki, nihai olarak demokratik devletler mücadelede çok daha iyi durumda olabilirler.
ÇİN: İLGİNÇ BİR ÖRNEK
Otoriter yetkinlik/üstünlük iddiasının merkezinde korona virüsü savaşında dünyanın Çin’i model alması gerektiği fikri vardır. Çin hükümeti de tam olarak böyle düşünmenizi istemektedir -fakat uzmanlar gerçekliğin bundan çok daha karmaşık olduğunu söylüyorlar.
Çin, kendi hükümetinin Vuhan kentinde salgın hızla yayılmaya başladıktan sonra krizle mücadelede sıra dışı bir iş çıkardığını iddia etmektedir. Halkı karantinaya almış, korona virüsü hastalarını genel hastane nüfusundan uzakta tutacak özel tedavi merkezleri kurmuş ve bina giriş çıkışlarına kişilerin ateşini ölçecek ve anında onları tedavi merkezlerine gönderecek vücut ısısı detektörleri koymuştur. Bugün Çin hükümetine göre Vuhan’da sıfır yeni vaka vardır.
Bu verinin kuşku götürür güvenirliğini şimdilik bir yana koyarsak, uzmanlar genel olarak Çin hükümetinin Vuhan salgınına yaklaşımından dolayı takdiri hak ettiğine inanmaktadır. Enfekte olmuş kişileri belirlemek ve izole etmek için -zaman zaman yüz tanıma programları gibi pek çok liberal demokrasinin kullanmak konusunda çekinceli davranacağı gözetim yöntemlerini işe koşmak da dahil- ortaya koyduğu yoğun çabalar, salgının yayılmasını durdurmuş gözüküyor.
Fakat başarıyı sadece virüsün Vuhan’da yayılmaya başlamasından sonra olan bitenle sınırlayarak tanımlamak, Çin’in devasa hatasını görmezden gelmektir: En başında kendi topraklarında ortaya çıkan bir hastalığı erken safhalarında iken önemsizleştirmesi ve görmezden gelmesi, Covid-19’un hızla yayılmasına sebep olan temel nedendir.
Chicago Üniversitesi’nde siyaset bilimci ve Çin uzmanı olan Dali Yang’a göre: “Vuhan karantinaya alınmadan önce bölgeyi 5 milyon kişi terk etti ve tam da bu nedenle şu anda küresel bir meselemiz var.”
Çin’deki salgına dair Axios’dan Bethany Allen-Ebrahimian’ın verdiğine benzer haberler, Çin hükümetinin gerçekte işleri nasıl berbat ettiğini gösteriyor. Sadece aralık ayında karantina uygulamamakla kalmadılar; aynı zamanda Çin’in yeni ve tehlikeli bir solunum yolları hastalığı ile karşı karşıya olduğu belli olduğunda hemen olayın üstünü örtmeye çalıştılar.
En meşhur örnek Dr. Li Wenliang vakasıdır. Bu hekim kamuyu yaklaşan tehlikeye karşı uyarmaya çalışmış ancak “gerçek dışı söylentiler yaydığını” kabul eden bir itirafnameyi imzalamaya zorlanmış ve nihayetinde korona virüsünden hayatını kaybetmiştir. Fakat Dr. Wenliang tek örnek değildir: Yılbaşı günü Çin polisi sosyal medyada hastalıkla ilgili paylaşım yapan sekiz doktoru da sorgulamak için gözaltına almıştır.
Çin otoriteleri bu başarısızlığı şehir ve eyalet yönetiminin başarısızlığından kaynaklanan yerel bir sorunmuş gibi sunmaya çalıştılar. Fakat yakın zamanda Wall Street Journal’da yayınlanan bir rapor, Çin Başkanı Xi Jinping’in hastalığın yayılmasındaki kritik dönemde salgınla mücadeleyi bizzat yönettiğini ortaya koydu.
Xi Jinping’in şubat ayında Komünist Parti yayınlarından birine verdiği mülakata göre, virüsün daha fazla kişiye bulaşma ve yayılma riski olmasına rağmen insanlar Vuhan’da Yeni Yıl kutlamalarına devam ederken salgınla mücadele girişimlerini idare eden kişi kendisiydi. Yöneticiler yaklaşık 5 milyon insanın herhangi bir test ve kontrol olmadan Vuhan dışına çıkmasına izin verirken ve ardından virüsün insandan insana geçtiğini açıklamak için 20 Ocak tarihine kadar beklediklerinde de salgınla mücadeleyi yöneten kişi oydu.
Yapılan bu hataların önemini ve ciddiyetini abartmak gerçekten mümkün değil. Yakın zamanda yapılan bir çalışma şuna işaret ediyor: Eğer Çin Vuhan’ı sadece üç hafta önce karantina altına almış olsaydı, vakaların sayısını yüzde 95 azaltabilirdi -ve dolayısıyla da “hastalığın coğrafi yayılımını da ciddi bir şekilde sınırlandırmış olurdu.”
Ayrıca, rızaya dayanmayan yaygın ve kapsamlı elektronik gözetim sistemlerinin kullanılması gibi Çin’in kendine özgü otoriter özelliklerinin, demokratik ülkelerdeki önlemlere kıyasla, onu salgınla mücadelesinde daha başarılı kılıp kılmadığı da açık değil. Yaygın ateş ölçümleri gibi Çin’in başvurduğu pek çok etkin yöntem Güney Kore ve Tayvan’ın kullandıkları yöntemlere benzerdir -ki bu ikisi muhtemelen Çin’e göre etkin önlemleri çok daha hızlı hayata geçiren demokratik ülkelerdir.
Öte yandan Çin’in bu konudaki ihmalleri ve hataları ise, gayet açık bir şekilde, sahip olduğu siyasi rejimin özelliklerine atfedilebilir. Çin hükümetinin partinin saygınlığını ve iktidarını tehdit edecek bilgiyi hem yerel hem de ulusal düzlemlerde bastırma ve saklama eğilimi olduğu yaygın olarak biliniyor. Çin’in başlangıçta virüsün yayılımını saklamaya çalışan tavrı tam olarak bu siyaseten hassas bilgiyi kontrol etmekteki ısrarından geliyor.
Çin’in korona virüsüne verdiği tepkiden çıkaracağımız bazı önemli pozitif dersler vardır. Ancak belli başlı kamu sağlığı önlemlerinden öğrenmek gerekliliği ile (hastalığın salgına dönüşmesinden bizzat sorumlu olan) Çin’in otoriter rejimine güzellemeler yapmayı birbirine karıştırmamalıyız.
OTORİTERLİĞİ SAVUNMANIN RİSKLERİ
Korona virüsü salgınıyla mücadelede otoriterleşmeye övgüler düzmek sadece Pekin’in hatasını affetmek anlamına gelmez. Aynı zamanda korona virüsü krizini demokrasi için daha tehlikeli hale getirir: Eğer insanlar hastalıkla mücadele etmenin tek yolunun yetkelerini bir diktatöre devretmek olduğuna inanırlarsa, o zaman tam olarak bunu yapacakları ihtimali de doğar.
Bu kaygılar, özellikle de “demokrasiden geri çekilme” yaşayan ülkeler için yakıcıdır: demokratik siyasi sistemden uzaklaşma ve otoriterleşmenin farklı biçimlerine doğru ilerleyen bir süreçtir bu. Böylesi ülkelerde, başlangıçta seçilmiş olan liderler zamanla artan oranda güç biriktirmekte, yetkeleri üzerindeki denetim mekanizmalarını bir, bir yok etmekte ve muhalefeti zayıflatmaktadırlar. En kötü senaryoda da, artık seçime dayalı süreçlerle onları iktidardan uzaklaştırmak imkansız hale gelmektedir.
Karşı karşıya kaldığımız risk, korona virüsünün zorunlu kıldığı uygulamaların bu liderlerin daha da fazla güç toplamasına -ve aynı zamanda gözlemcilerin de bu liderlerin anti-demokratik uygulamalarını küresel krize karşı alınması zorunlu önlemler olarak mazur görmesine- sebep olmasıdır.
Bu, farazi bir kaygı değildir. İsrail’de Başbakan Benjamin Netanyahu’nun muhalifleri, yakın zamanda yapılmış bir seçimden sonra, onu yeni bir başbakanla değiştirecek süreci başlatmak için yeterli siyasi desteği kazandılar. Öte yandan 2009’dan beridir iktidarda olan ve o zamandan beridir de her geçen gün daha fazla otokratikleşen Netanyahu ise, iktidarını daha da güçlendirmek isin korona virüsü araç olarak kullanmaktadır.
Netanyahu’nun kilit müttefiklerinden biri olan İsrail’in Knesset (tek meclisli parlamento, ç.n.) sözcüsü, yasama organının toplantısını bloke etti ve Knesset neredeyse sadece başbakanın kişisel emirleri ile ülkeyi idare etmeye başladı – bazı İsrailli gözlemciler bu durumu bir tür darbe olarak nitelemektedirler. Anayasa Mahkemesi Netanyahu’nun parlamentonun çarşamba günü itibariyle toplanmasına izin vermek zorunda olduğuna hükmetti; muhalefet lideri ise bu karara tepki olarak Netanyahu ile hükümetinde yer almak üzere bir anlaşma yaptı ve hiçbir makul gerekçesi olamayacak şekilde anti-demokratik kıyıma bir zafer kazandırmış oldu.
Macaristan’da Başbakan Viktor Orbán, ülkede ismi dışında demokrasi diye bir şey bırakmadı ve bu salgın krizi sırasında demokrasinin resmi ölümü de pekala ilan edilebilir. Orbán destekçilerinin üçte iki çoğunluğu ellerinde tuttukları Macaristan parlamentosuna sunulan yeni bir yasa tasarısı, tek adamın ülkeyi belirsiz bir süreye kadar kişisel buyruklarla yönetmesine izin vermeyi öneriyor. Aynı zamanda hükümetin ‘yalan bilgi’ addettiği şeyleri kamuyla paylaşan gazetecileri de 5 yıla kadar hapisle cezalandırmasına izin verilmesi öngörülüyor.
Hem İsrail hem de Macaristan örneklerinde, bu güç ve yetki gaspları olağanüstü durum için gerekli ve zorunlu adımlar olarak pazarlanıyor. Böylesi bir mantık ise, ancak kamu sağlığını tehdit eden olağanüstü bir durumda süratli ve etkin bir mücadele geliştirmek için demokratik siyasetin temel normlarını askıya almanın gerekli ve zorunlu olduğuna inandığımız bir dünyada akla yatkın gelebilir.
Çok şükür ki, bu iddia yanlıştır. Demokrasiler, şu anda yaşamakta olduğumuz kriz de dahil, kamu sağlığını tehdit eden krizlerle özgür toplumun en temel ilkelerini askıya almadan da baş edebilirler. Bu -Çin hükümetinin bizleri inandırmaya çalıştığı şeye rağmen- ısrarcı olmamız gereken tek hakikattir.
* Bu yazının orijinali VOX’da yayınlanmıştır. (Çeviri: Şerife Geniş)