Felsefe ölmeyi öğrenmektir*
Bir ihtimal şu ki; felsefe ölmeyi öğrenmektir. Bu; felsefenin, on altıncı yüzyılın Fransız denemecisi -deneme türünün yaratıcısı- Michel de Montaigne'in Sokrates'in ölüme mahkum edilişini düşünürken Cicero'ya gönderme yaparak ortaya koyduğu şeklidir.
Simon Critchley**
"Ölümle yüzleşmek özgürleşmemizin ve hayatta kalmamızın anahtarı olabilir."
Korkuyoruz. Endişeliyiz ve yaptığımız işe konsantre olamıyoruz. Odak noktamızı bulamıyoruz. Zihinlerimiz pire misali bir güncel haberden diğerine uçup süzülüyor. Haberleri takip ediyoruz, çünkü bunu yapmamız gerektiğine inanıyoruz. Ardından bunun korkutucu ve üzüntü verici olduğunu bilerek bunu yapmamış olmayı diliyoruz. Gün içerisinde kestirmek gayri ihtiyari ve düzensiz gözüküyor. Genelde uyku bastırmıyor. Ancak bastırdığında, kimi zaman ölümcül bir panik içerisinde; gerçek olduğunu hissedip, olmadığını bildiğimiz melankoli semptomlarıyla uyanıyoruz. Ateşimize bakıyoruz. Bekliyor, yeniden bakıyoruz. Ve bu süreç devam ediyor. Can sıkıntısı ve güçsüzlük hissi yerini; ne yapılıyor olduğuna, daha çok da ne yapılmıyor ya da samimiyetsizce ve sorumsuzca ne yapılıyor olduğuna karşı bir hiddete bırakıyor.
Yalnızca soluk alıp vermekle ilgili olan bir hastalıktan ötürü ölmek düşüncesi korkunç. Bunun tam şu anda dibimizde binlerce insana olma durumunun bilinci çekilmez. Birçok hayat kayboluyor, geçinmek tahrip edilmiş durumda. Savaş metaforları bitkin ve sahte hissettiriyor. Kanıksadığımız sosyal yapılar, alışkanlıklar ve yaşam pratikleri çözünüyor. Aynı bizim gibi, diğer insanlar da bulaşımın olası kaynakları. Maskeli bir şekilde ilerleyip mesafemizi koruyoruz.
Her birimiz hayalet gemilerimizde sürükleniyoruz, özellikle ürkütücü bir şekilde burada, New York'ta. Komik "meme"ler dolaşıyor. Anın neşesini hissediyor, arkadaşlarımızla paylaşıyor, ve ardından dişlerimizi hafifçe sıkarak ayrıklığımıza geri dönüyoruz. Birkaç hafta içerisinde, başlangıçtaki iletişim telaşı ve uzak/yakın arkadaşlarla yapılan uzun telefon görüşmeleri, yerini daha gösterişsiz, daha kasvetli ve tümüyle daha ciddi bir şeye bıraktı. Ve bu şeyin uzun erimli olacağını biliyoruz. Ancak bu şeyin ne anlama gelebileceğini bilmiyoruz.
Bu şeyle nasıl başa çıkabiliriz, çıkmalıyız?
Filozofların sosyal mesafelenmeyle uzun zamanlı ve eziyetli bir aşk ilişkisi var. Sokrates'in hücreye atılmasıyla başlayan bu ilişkide; Boethius, Thomas More ve Antonio Gramsci gibi, Rene Descartes'ın (önceden katılımcı olduğu) 30 Yıl Savaşları'nın hezeyanlarından kaçarak Hollanda'da şömineli bir odada kesinliğin doğası üzerine kafa yorması, bu uzun soluklu düşünce ve izolasyon geleneğinin bir parçasıdır.
Ya felsefenin kendisi? Felsefeyle uzun zaman boyunca yararsızlığından ve üç bin yıldır süre gelen, insanlığın en derin problemlerini çözmek konusundaki başarısızlık sicilinden ötürü dalga geçilmiştir. O halde nasıl olur da felsefe bu son derece zor durumda bize yardımcı olur? Anksiyete, keder ve ölümün dehşetengiz hayaletiyle damgalanmış bu yıkık yeni gerçeklikte felsefe bir tür aydınlanma, hatta teselli sağlayabilir mi?
Bir ihtimal şu ki; felsefe ölmeyi öğrenmektir. Bu; felsefenin, on altıncı yüzyılın Fransız denemecisi -deneme türünün yaratıcısı- Michel de Montaigne'in Sokrates'in ölüme mahkum edilişini düşünürken Cicero'ya gönderme yaparak ortaya koyduğu şeklidir. Montaigne, ölümü sahiplenme alışkanlığının sadece hayal gücünde değil, daima ağzında da edindiğini söyler, yemek yerken ve kafayı çekerken. Tecrit zamanında yemek yapmakla ve sıkça içmekle meşgul olanlarınız için bu marazi görünebilir. Ancak hiç de öyle değildir. Montaigne bu düşüncesini şu hayret verici cümleyle sonuçlandırır: "Ölmeyi bilen kimse, köle olmaktan vazgeçmiştir". Bu şaşırtıcı bir fikirdir: Kölelik, ölüm korkusuna esarete dayanır. Bu bizi esir tutan yok oluşumuzun dehşetidir.
Tam tersine özgürlük faniliğimizi, yani ölüme bağlılığımızı kabullenmeye dayanır. Özgürlük tam tamına sadece, hayatlarımızın ölümün kaçınılmaz ve zorunlu günbegün yaklaşması üzerinden belirlendiği bilincinde hissedilebilir. Bu görüşe göre, iyi yaşanmış felsefi bir hayat, ölümün yaklaşmasını içtenlikle karşılayan hayattır. Varoluş sonlu, ölüm kesindir. Bu yeni bir haber değildir. Ancak felsefi yaşam sonlu olmayı coşkulu bir şekilde kabullenmekle başlamalıdır. T.S. Eliot'ın jakoben oyun yazarı John Webster hakkında söylediği gibi, derinin altındaki kafatasını görmeliyiz.
Ancak hala korkuyoruz. Hala endişeliyiz. Bunu bir kez de korku-anksiyete ayrımı üzerinden düşünmeye çalışalım. En azından Aristo'dan beri biliyoruz ki korku, dünyada mevcut bir tehdide karşı gösterdiğimiz tepkidir. Ayılardan korktuğumu düşünün. Eğer devasa bir ayı dairemin kapısının önünde bitseydi, aşırı bir korku (ve muhtemelen şaşkınlık) hissederdim. Ve ayı birden sokağa gerileseydi, korkum buharlaşırdı.
Tam tersine anksiyetenin belli bir objesi (yani bir ayısı) yoktur. Buna karşılık anksiyete belirli olguların görüşümüzden kaybolması durumudur. Her şey, bir anda anlaşılmaz ve yabancı bir halde görünür. Bu, dünyada aynı anda her şey ve belirli hiçbir şey olmanın (being-in-the-world) hissiyatıdır. Şu an birçoğumuzun hissettiğinin bu derin anksiyete olduğunu savunuyorum.
Pandeminin kendine mahsus doğası, virüsün (gerçek olmasına karşın) çıplak göze görünmez ve her tarafa yayılmış olmasıdır. Covid-19 gerçekliğin formuna büründü: Her yerde ve hiçbir yerde olan, kesin olmayacak biçimde bilinen ancak tedavi edilemez bir hastalık. Ve bugün çoğumuz, birçok haftadır (ve muhtemelen aylardır) bir virüs denizinde yüzdüğümüz hissine sahibiz. Ancak korkudan titrememizin altında derin bir anksiyete yatıyor; faniliğimizin, ölüme doğru çekilişimizin anksiyetesi. Ve belki de bu, özgürlüğümüzün koşulu olarak, yakasına yapışmamız gereken şey.
Anksiyeteden saklanmak, kaçmak veya onu bir obje veya neden üzerinden açıklamayı aramak yerine onu kabul edip olumlamanın hayati derecede önemli olduğunu düşünüyorum. Bu tür bir anksiyete sadece tedavi edilmesi, ilaçla uyuşturulması gereken bir rahatsızlık değildir. Tersine, tanınmalı, ve bir özgürleşme aracı olarak şekillendirilip bilenmelidir. Bunun basit olduğunu söylemiyorum. Ancak anksiyetenin yarattığı temel ruh halini felç edici bir şeyden cesareti sağlayan bir şeye dönüştürmeyi deneyebiliriz.
Çoğumuz, çoğu zaman, sahte olarak ebediyen yaşamak konusunda, normalik olarak geçen şey tarafından ikna ediliyoruz. Hayatın devam edeceğini ve ölümün diğerlerine mahsus bir şey olduğunu düşlüyoruz. Ölüm, Heidegger'in sosyal bir zahmet veya açık bir nezaketsizlik dediği şeye indirgenmiş vaziyette. Bu vaziyette felsefenin tesellisi ölümü reddeden alışkanlıklardan vazgeçmeye ve durumun verdiği anksiyeteyle, keskin bir cesaret ve ağırbaşlı bir realizm eşliğinde yüzleşmeye dayanır. Mesele ise bu olguyu ortak bir cevabın temeli olarak kararlaştırmaktır, çünkü sonlu olma durumu ilişkiseldir: Mesele sadece benim ölümümle değil, önemsediğimiz uzak/yakın arkadaşlarımızın ve tanımadıklarımızın ölümleriyle ilgilidir.
Birkaç hafta önce kendimi, kaygısızca veba edebiyatı üzerine konuşurken buldum: Boccaccio’nun Decameron'u, Defoe’nun Veba Yılı Günlüğü, Camus’un Veba'sı. Birçok insanın benimle aynı şeyleri söylediğini fark edene kadar kendimi zeki sanıyordum. Doğrusunu isterseniz, üzerine en derinlemesine düşündüğüm düşünür on yedinci yüzyılda yaşamış parlak bir matematikçi ve teolog olan Blaise Pascal, özellikle onun Pensees'si.
Pascal bir odada yalnız başına oturamamanın tüm insanlığın problemlerinin kaynağı; kararsızlığın, can sıkıntısının ve anksiyetenin insanlık durumunu, alışkanlığın makinesel gücünü ve insan gururunun kemirgen sesini tanımlayan özellikler olduğunu yazar. Bilhassa, beni etkileyen Pascal'ın insanı kamışa benzetmesidir: Buharla -veya havadaki damlacıkla- yok olabilen, "doğanın en güçsüzü".
İnsanlar lanetlenmiştir; Pascal bize bunu hatırlatır. Biz güçsüz, kırılgan, savunmasız ve bağımlı yaratıklarız. Ancak -ki bu yaşamsal bir dönemeçtir- lanetlenmişliğimiz yüceliğimizdir. Evren bizi ezebilir, küçük bir virüs bizi yok edebilir. Ancak evren bunu bilmiyor, keza virüs bunu umursamıyor. Tam tersine biz ölümlü olduğumuzu biliyoruz. Ve bizim itibarımız bu bilince dayanıyor. Pascal şunu söylüyor: "İyice düşünelim. Bu ahlakın prensibidir." İnsanın kırılganlığına, zayıflığına, bağımlılığına ve lanetlenmişliğine yapılan bu vurguyu hastalığın ve budalaca bir pesimizmin tersi olarak görüyorum. Bu, yüceliğimizin anahtarıdır. Zayıflığımız gücümüzdür.
* Bu yazının orijinali New York Times'ta yayınlanmıştır. (Çeviri: Atahan Erbaş)
**Felsefe profesörü, yazar