İklim değişikliği, Covid-19, hazırlıklı olma ve bilinç*
Bu makalede, insanlığın karşılaştığı krizin sadece üç bölümüne odaklandım: küresel salgınlar, iklim değişikliği ve diyabet hastalığı. Ayrıca bunlar da eklenmek zorundadır: Kasırgalardan sıcaklık dalgalarına tüm aşırı hava olayları, yaşamı mümkün kılan ekosistemlerin zayıflaması, gıda güvenliği ve azalan temiz su kaynakları… Amerika bunların hiçbirine ne hazırdır, ne de hazır olma durumuna yakındır.
“The Schwartzreport”, dünyayı ve özellikle Amerika Birleşik Devletleri’ni (ABD) etkileyecek olan yükselişteki akımları takip eder. “The Schwartzreport”, EXPLORE yayını için; hayatımızı ve kültürümüzü şekillendirecek olan biyosferdeki, teknolojideki ve politika değerlendirmelerindeki değişiklikleri kapsayan sağlık konularına en geniş anlamıyla odaklanmaktadır.
Araştırma yapmam ve günlük Schwartzreport’u yayınlamam nedeniyle olsa gerek; iklim değişikliği açısından odaklandığım pek çok hikaye, beni ne olup bittiğine dair duyarlı hale getirmiştir. Belki sadece meraktandır, belki de korkudan; sebebi ne olursa olsun, şimdi seyahat ederken kendimi etrafa bakar ve düşünür halde buluyorum: İklim değişikliğinin bu topluluk üzerine etkisi ne olacak? Evsizlerle nasıl ilgilenildiğini gözlemliyorum çünkü göç büyük bir mesele olacak ve böylece bu akım daha da kötü bir hale gelecek. Gıda durumu nasıl acaba? Geniş çaplı olaylarda sağlık önlemleri ve temizlik işleri nasıl idare ediliyor? Bu, çok büyük bir problem haline gelecek ve özellikle sağlık hizmetini etkileyecektir.
30 Ocak 2020 Perşembe günü, ABD’de Hastalık Kontrol ve Koruma Merkezleri, ülkede korona virüsünün insandan insana geçen ilk vakasını duyurdu. Bu kişi, salgının merkezi olan Çin’in Wuhan kentinden ABD’ye gelen 60 yaşında bir adamdı. Birkaç saat sonra Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), dünyada hızla yayılan bu salgını “küresel sağlık acil durumu” ilan etmişti.
Bir süre sonra ABD Başkanı Trump, Çin ile sınırları kapattı, Çin’den henüz ABD’ye gelen yüzlerce yolcuyu karantinaya aldı ve bir açıklama yaptı. CNBC’den aktarıldığı üzere: "Başkan Donald Trump, Çin’de en az 171 kişiyi öldüren korona virüsü salgınıyla başa çıkabilmek için Amerikan Hükümeti’nin, Çin ile oldukça yakın bir şekilde çalıştıklarını söyledi ve ABD için 'çok iyi bir son' öngördüğünü belirtti." Trump şunları ekledi: "Çin ve diğer ülkelerle çok yakın bir şekilde çalışmaktayız ve sizi temin ederim ki, bu durum sonunda bizim için çok iyi bir sonuç ortaya çıkmış olacak." Trump aynı zamanda ABD’li yetkilerinin inancını aktardı: “Tüm durum kontrolümüz altında. Bu ülke için çok küçük bir problem.”
Dört gün sonra, 17 bin 438 vaka tespit edildi ve bilinen 362 ölüm vardı. Devamındaki dört günün sonunda ise merkezi hala Çin olan virüs, 34 bin 546 kişiyi enfekte etti ve dünya çapında 720 insanın ölümüne neden oldu.
Bunu, ben yazdıktan aylar sonra okuyor olacaksınız ve durumun nasıl geliştiğine tanıklık edeceksiniz. Fakat göstermek istediğim nokta sadece sayılardan ibaret değil. Bu virüs, tüm tıbbi ilerlemelere rağmen çok hızlı yayılıyor ve tüm dünyayı etkisi altına alan sonuçlar yaratıyor. Tıpkı AIDS küresel salgınının 75 milyon kişiyi enfekte etmesi ve 2019’a gelindiğinde 32 milyon kişiyi öldürmüş olması, ya da daha küçük çapta yayılan Ebola epidemisinin 11 bin kişiyi öldürmesi gibi. Kayıtlardaki en ölümcül salgın olan, dünya çapında yaklaşık 500 milyon insanı enfekte eden, 20-50 milyon arası insanı (kabaca dünya nüfusunun üçte birini) öldüren (tahminen 675 bin Amerikalıyı içeriyor) 1918 İspanyol Gribi’nden bu yana ise kesinlikle çok uzun bir yol kat edildi.
Tüm bu göstergelerle yansıtmaya çalıştığım şey; deneyimin ve verinin bir yüzyılı bize öğretmiştir ki, bu felaketler tüm tıbbi ilerlemelere rağmen vuku bulmaktadır ve öngörülememe ihtimali vardır. Aklımdan çıkmayan soru ise şudur: Tıpkı iklim krizi etkilerinin Amerikan sağlık hizmetini zora sokması gibi, eğer Çin’de gelişen korona virüsü Amerika’da baş gösterseydi, ABD’de bu küresel salgınla nasıl başa çıkılabilirdi? Bu duruma hazır mıyız? Hiç zannetmiyorum, peki ya siz ne düşünüyorsunuz?
Gerçek şudur ki; sadece Amerika değil, tüm dünya bu çeşit salgınlara hazır durumda değildir ve iklim değişikliğinin mecbur bıraktığı göçler bu resme eklendiğinde durum pek iç açıcı gözükmemektedir. Uluslararası Göç Örgütü, bu konudaki bilgi açısından en iyi kaynak olarak değerlendirilmektedir ve onların kaynağı da Oxfordlu profesör Norman Myers’dır. Myers’ın aktardığına göre bundan 30 yıl sonra 2050’ye geldiğimizde “Küresel ısınma dünyayı tamamen etkisi altına aldığında, Muson sistemlerinin ve diğer yağış rejimlerinin bozulması, şiddeti ve süresi açısından eşi benzeri görülmemiş kuraklıklar, deniz seviyesinin yükselmesi ve kıyılardaki taşkınlar nedeniyle yaşanacak felaketler 200 milyon insanı yerinden edebilir."
Göç akımı içerisindeki bu yükseliş bir süredir devam etmektedir. Bu konuda, Birleşmiş Milletler (BM) şunları söylemektedir: "İklim krizi bir süredir etkisini gösteriyor: Ülkesinde Yerinden Edilenleri Takip Merkezi’ne göre, hayatlarını olumsuz yönde etkileyen afetler nedeniyle 17,2 milyon insan geçen yıl evlerini terk etmek zorunda kalmıştır. Okyanus asitlenmesi, çölleşme, kıyı erozyonu gibi ağır ilerleyen çevresel değişiklikler insanların geçim kaynaklarını ve yaşadıkları yerlerdeki hayatta kalma kapasitelerini doğrudan etkilemektedir."
Fakat ben, özellikle Amerika’da gerçekleşen iç göçlere odaklanmak istiyorum. Deniz seviyesinin yükselmesi nedeniyle oluşan sel ve taşkınlardan dolayı, kıyılardaki irili ufaklı yerleşim merkezlerini terk etmek zorunda kalması öngörülen iç göçmenleri düşünün sadece…
Georgia Teknoloji Enstitüsü Sayısal Bilimler ve Mühendislik Bölümü’ndeki Caleb Robinson tarafından yürütülen ve birden fazla üniversitenin dahil olduğu bir araştırma ekibi, birtakım hesaplamalar yaparak (bkz. Şekil 1) tek başına deniz seviyesi yükselmesinin 13 milyon iç göçmene sebep olacağını öne sürmüştür. Ekibin yorumu hayret verici niteliktedir: “Deniz seviyesi yükselmesi potansiyel olarak çok yıkıcı bir etkiye sahiptir.” 2000 yılında, Dünya üzerindeki kentsel alanların yaklaşık yüzde 30’u sıklıkla sellerin ve taşkınların yaşandığı yerler üzerinde kuruluydu. Kentsel genişlemeyi ve deniz seviyesi yükselmesini hesaba kattığımızda, 2030 yılı için bu oranın yüzde 40 civarına ulaşacağı öngörülmektedir. Sadece ABD’de, 123,3 milyon insan, bir başka deyişle toplam nüfusun yüzde 39’u, 2010 yılında kıyı kentlerde yaşamaktaydı ve bu oranın, 2020’ye gelindiğinde yüzde 8 artacağı tahmin edilmişti. 2100 yılı tahminlerine göre, sadece ABD’de 13,1 milyon insanın, 1,8 metre deniz seviyesi artışı nedeniyle yaşanacak sel ve taşkınların vuracağı alanlarda yaşıyor olması muhtemeldir.
“Okyanuslar genişledikçe ve daha önce yaşanabilir halde olan alanları kapsadıkça, bu durumdan etkilenen insanlar (iklim göçmenleri) daha iç kesimlere doğru harekete geçecek ve aşırı hava olayları ile artan sellerin daha az yaşandığı bölgelerde gıda ve barınma ihtiyaçlarını temin etmeye çalışacaklardır. Bu noktada şunu iddia etmekteyiz: Göç durumu hesaba katıldığında deniz seviyesi yükselişinin insan toplulukları üzerine olan kapsamlı etkisi, kıyı bölgelerin çok daha ötesine geçmektedir.”
İklim değişikliği, göç ve epidemi gibi akımlardan nasıl dersler almalıyız? ABD bunlarla başa çıkabilmek için ne derece hazır durumdadır? Kendinize şunu sorun: Önümüzdeki 30 yıl içerisindeki zorlukların üstesinden gelebilmek adına kendi pratiğim, hastaneler, klinikler ve acil tıp teknisyenlerinin pratikleri açısından nasıl bir konumda hareket ediyorum? Yaşadığınız yerde, ister gelen göçmen olsun ister göç yolunda hareket halindeki insanlar veya bulunduğunuz yerden ayrılmakta olanlar; gıda desteği, sağlık hizmeti, barınma ve temizlik önlemleri nasıl gerçekleştirilecek?
Bu noktada argümanım şu şekildedir: Ülkece, daha önce ulusal çapta ve tarihimizde yaşamadığımız bir felakete doğru ilerlemekteyiz. Aynı zamanda bu, Amerika’da sağlık hizmeti olarak bilinen Kar Amaçlı Hastalık Tedavi Sistemi’nin (Illness Profit System) çöktüğü bir zamana denk gelmektedir. Bu bir siyasi ifade midir? Bu duruma bir çare yaratmak amacıyla politikanın çabasına ihtiyaç duyulan bir anlamda evet, öyledir. Partizanlığı (particiliği) bir kenara bırakalım ve sadece, yaşananları deneyimleyecek olan nüfusa dair bilgilerle başlayan ve objektif olarak doğrulanmış verilere odaklanalım.
Yaşlanan bir nüfusumuz var. ABD Nüfus Sayım İdaresi’ne göre Amerika tarihinde ilk kez, yaşlı nüfus genç nüfusu önümüzdeki 20 yıl içerisinde sayıca geçecektir. Bu kurum şunları rapor etmektedir: “Şimdiden orta yaş grubu, çocukların sayısını geçmiş bulunmaktadır, fakat ülke, 2034 yılı içerisinde yeni bir dönüm noktasına ulaşacaktır. 2034 yılında, yaşlı yetişkinlerin sayısı çocukların sayısını kıl payı geride bırakacaktır: 18 yaş altındakilerin 76,5 milyon olması hesap edilirken, 65 yaş ve üzerindekilerin 77 milyon olması beklenmektedir." Böylece, gittikçe yaşlanıyoruz ve daha az yaşamsal öneme sahip oluyoruz. Aynı zamanda, bir yüzyıldan fazladır belli bir oranda artan Amerika’daki yaşam süresi, son üç yıldır azalma eğilimindedir.
Steven Wolf of Center on Society and Health, Department of Family Medicine and Population Health, Virginia Commonwealth University School of Medicine, Richmond ve Heidi Schoonmaker of Eastern Virginia Medical School, Norfolk, düşüş eğilimindeki bu ortalama yaşam süresine derinlemesine bakmak için bir takım oluşturdular ve JAMA’da yayınlanan raporları zamanı durduran bir niteliğe büründü. Bulgularına göre: "Amerika’daki ortalama yaşam süresi geçtiğimiz 60 yıl içerisinde genellikle yükselmiştir, fakat bu yükseliş oranı zamanla yavaşlamıştır ve 2014’ten itibaren düşüşe geçmiştir. Temel etken, göreceli olarak daha çok Ohio Valley ve New England’da meydana gelen ve 1990’ların başlarında görülmeye başlanan, çeşitli sebepler nedeniyle tüm ırksal gruplar içerisinde genç ve orta yaşlı yetişkinlerde artan ölüm oranlarıdır (örneğin: yüksek dozda uyuşturucu kullanımı, intiharlar, organ sistem hastalıkları). Bu durum, halk sağlığı ve ekonomiyle ilişkili sonuçları açısından ve altında yatan sebeplerini anlamak adına hayati bir öneme sahiptir.”
Tüm bunlar, DSÖ’ye göre sağlık hizmeti açısından dünyada 37. sırada yer alan bir ulusta gerçekleşmektedir. İklim değişikliğine hazır olmaktan çok uzakta; ABD geriye doğru gitmekte ve sahip olduğu kırılgan sistem parçalanmaktadır.
Amerika’da yaşayan nüfusun yüzde 20’si kırsal alan olarak tanımlanan yerlerde yaşamaktadır. Kırsal idari birimler, ABD kara parçasının yaklaşık yüzde 97’sini oluşturmaktadır. Nüfusun yaklaşık yüzde 20’si (sadece 66 milyonun altında bir nüfustan bahsediliyor) bu idari birimlerin birinde yaşamaktadır. Bu nüfus yaşlı bir yapıya doğru yönelse de, yüzde 17,5’i, 65 yaşından büyüktür ve kent odaklı bir kıyaslama yapıldığında bu oran kentlerde yüzde 13,8’dir. Bazı eyaletlerde, yaşlı nüfusun yüzde 50’den fazlası bahsedilen kırsal alanlarda yaşamaktadır.
Bu bilgiler ışığında, ortalama bir duruma kıyasla daha fazla sağlık hizmetine ihtiyaç duyan yaşlı nüfusun yaşadığı kırsal alanlara, iklim değişikliği etkilerinin gelmekte olduğunu biliyoruz. Peki, gerçekten ne olup bitmektedir? ABD sağlık hizmeti sistemi, kârı sağlıktan öncelikli hale getirdiğinden beri pek çok hastane yeterince kârlı olamadığı için kapanmaktadır (bkz. Şekil 2) ve Covid-19 krizi böyle bir sağlık hizmeti sisteminde neler yaşanacağını bizlere gösterecektir.
2016’da, ulusal çapta kırsal hastanelerin yaklaşık yüzde 41’i zararına çalışmıştır, bir başka deyişle, gerçekleştirdikleri işlemler için kazandıklarından daha fazlasını kaybetmişlerdir. Aynı yıl içerisinde Texas ve Mississippi, ekonomik olarak kırılgan durumdaki sağlık birimleri açısından en yüksek sayıya sahipti. 3 yıl sonra, 2019’da, 43 eyaletteki 430 hastane (bir başka deyişle Amerikan ulusundaki kırsal hastanelerin yüzde 20’sinden fazlası) neredeyse batmak üzereydi. 2005’ten itibaren en az 155 kırsal hastane ise tamamen kapanmıştır.
Bu konuyu, 2005’ten beri bu sayfalarda belgeliyorum. Sağlık hizmetinin, sağlıktan ziyade kâr amacıyla verilmesi gerçeğiyle yüzleştiğimiz zaman; kâr amacı güden bir şirket gibi çalışan hastanelerin, kırsal hastanelerin kapanmasına neden olduğunu kolayca görebiliyoruz. Güncel olarak, ona en çok ihtiyaç duyulacak zamanda, sağlık hizmetinin dağılmakta olduğu bir durum yaşıyoruz.
Şimdi kapanan ve kapanmakta olan o hastaneleri bir düşünün. Ne zamanki bir kırsal hastane kapanıyor, o bölgedeki yerli topluluk ve çevresindeki idari birimler trajik sonuçlarla karşılaşmaya mahkum hale geliyor. Tıbbi sonuçları çok açık bir şekilde ortadayken, satış vergisi kazançlarındaki kayıp ve eczane ya da klinik gibi destekleyen işletmelerdeki azalış ortaya çıkmaktadır. Ayrıca, doktorlar, hemşireler ve eczacılar gibi profesyoneller ile yerel okullardaki öğrencilerin de daha az sayıda olması durumu söz konusudur.
Tıp doktorları David Mosley ve Daniel DeBehnke, tam olarak bu konuyu çalışmaktadır ve bu konu başka bir kaynakta şu şekilde raporlanmıştır (***): “Kırsal bir hastanenin kapanması, sıklıkla idari birimlerin ve küçük kırsal merkezlerdeki durumun daha kötüye gidiyor olmasını ve ilerleyen bir düşüşün başlangıcını haber vermektedir. Hastaneler genellikle kırsaldaki ufak toplulukların gururu olduğu kadar, bu toplulukların finansal ve profesyonel dayanak noktası olarak da hizmet vermektedir. Bu aynı zamanda, yakın lokasyonlardaki sağlık hizmetinin eksikliği nedeniyle, diğer işverenlerin kaybı ve yeni işverenlere sahip olamama durumu anlamına denk düşer. Bir kırsal hastane kapandığı zaman, işsizlik çoğu zaman yükselir ve ortalama gelir düşüşe geçer.”
Amerika’nın geniş kırsal bölgelerinde yaşamayı ve çalışmayı seven üretici pek çok insan, çiftlikte yaşayanlar ve yerli çiftçi için yeterince hemşire, doktor ve eczacı yoktur. Kırsal toplulukların ve kırsal bölgede yaşayan vatandaşların çoğu zaman, rutin temel bakım, anne sağlığı hizmetleri ya da acil sağlık servisi için seçenekleri yoktur. Hatta en temel tıbbi ilaç ve malzemeleri bulmak da genellikle zordur. Sadece bir örnek düşünün: 13 milyon Amerikalı çaresizce yollara düşmüş göç etmek zorunda kalsaydı, o zaman ne olurdu? Diyabet hastalarını aklınıza getirin.
ABD Hastalık Kontrol ve Koruma Merkezleri’ne göre 2017’de, “100 milyondan fazla ABD’li yetişkin diyabet ve diyabet-öncesi durumlarıyla yaşamaktadır”. Raporun bulgularına göre, 2015’te ABD nüfusunun yüzde 9,4’ü olan 30,3 milyon Amerikalı diyabetti. Diğer 84,1 milyon ise diyabet-öncesi duruma sahipti (eğer tedavi edilmezse genellikle 5 yıl içinde “Tip 2 diyabet” meydana gelmektedir). 2020’deki sayılar ise daha fazladır çünkü bu grafik o zamandan beri yukarı doğru gelişen bir eğime sahiptir.
İç göçmenler arasında diyabet hastalarının eşit bir şekilde dağıldığı, gerçekte ise böyle olmayacak bir an varsayalım. İklim değişikliğinin özellikle iç göçe sebep olacağı güneydeki kıyı eyaletlerde diyabet olma oranı ülke çapında birinci sıradadır. Fakat sadece eşit dağılımı varsayalım. Eğer 13 milyon iç göçmen varsa, bunların yüzde 9,4’ü, 1 milyondan fazla insan diyabetli olacaktı. Eğer 10 yıldan fazladır insülin alıyor olsaydınız, insülinsiz muhtemelen 10 günden fazla yaşayamayacaktınız. Tüm bu göçmenlerin, ihtiyaçları olduğunda yeterli sayıda insüline sahip olacaklarını mı düşünüyorsunuz? Hayır, ben düşünmüyorum.
Eğer 100 binlerin yaşadığı bir kentte ya da 50 bin nüfusa sahip bir yerleşim alanında yaşıyor ve iş görüyorsan, acil servis odalarınız muhtemelen günlük insülinlerine paraları yetmeyen ilaveten 10 bin ya da 5 bin çaresiz diyabet hastasıyla ilgilenebilecek mi? İnsülin bir seçenek değildir. Kentiniz ya da yerleşim alanınızdaki idari birim bu talebi karşılayabilmek için nasıl bir sistem organize edecektir? Eczaneleriniz yeterli sayıda malzemeye sahip olabilecek mi?
Ve bu sadece diyabetle ilgili olan bir şey değildir; insanlar ilaçlarını düzenli dozda alamadıklarında, kalp ve damar hastalıklarına ilişkin veya böbrek hastalıkları gibi tüm ciddi sağlık komplikasyonları artacaktır ve bakıma ihtiyaçları olacaktır.
Bu makalede, insanlığın karşılaştığı krizin sadece üç bölümüne odaklandım: küresel salgınlar, iklim değişikliği ve diyabet hastalığı. Fakat bu çok kısmi bir listedir. Gerçekten tüm resme hakim olabilmek, bir makaleden fazlasını istemektedir. Ayrıca bunlar da eklenmek zorundadır: Kasırgalardan sıcaklık dalgalarına tüm aşırı hava olayları, yaşamı mümkün kılan ekosistemlerin zayıflaması, gıda güvenliği ve azalan temiz su kaynakları… Bunlardan her biri tek başına, 21. yüzyılda insanlığın önüne büyük bir mücadele alanı getirmektedir. Tüm bunların bir arada gerçeklemesi muhtemel olan (ki olasılığı oldukça yüksek) bir senaryoda durum, çok şiddetli bir şekilde yıkıcı hale gelecektir.
Amerika bunların hiçbirine ne hazırdır, ne de hazır olma durumuna yakındır. Durum daha ne kadar kötü bir hale gelebilir? Boston Massachusetts Üniversitesi, Yönetişim ve Sürdürülebilirlik Merkezi’ndeki ekibe liderlik eden Prof. Maria Ivanova, bu soruyu sormaktadır. Peki ya, bu soruya verdikleri cevap? Dünyayı etkileyen farklı faktörlerin bir araya gelmesine bakarak, bu faktörlerin “küresel sistemik çöküşü yaratma noktasında birbirlerini etkilediklerini ve birinin diğerinin etkisini arttırdığını” ifade etmişlerdir.
Hawaii Üniversitesi Deniz Biyolojisi Enstitüsü’nde araştırmacı Erik Franklin, aynı fikirdedir: “İnsan toplumu, birbirleriyle ilişki içerisinde olan iklim risklerinin kombine haline gelmiş yıkıcı etkileriyle yüz yüze kalacaktır. Bunlar şu an yaşanmaktadır ve daha kötü bir hale gelme yolunda gerçekleşmeye devam edecektir”.
Eğer herhangi bir grup bizi hazır hale getirmek için verilecek mücadeleye önderlik edecekse, bence bu grup sağlık hizmeti profesyonelleri olmalı; yani, gerçekten risk altında olan insanlar. Fakat siz konforlusunuz. Bu krizler zincirinin size dokunmayacağı veya bunların üstesinden gelebileceğiniz hakkında ne kadar ikna olup olmadığınız önemli değil, yapmayacaksınız veya yapamayacaksınız. Bugün sahip olduğumuz kar amaçlı hastalık tedavi sistemi ve altyapısı ile bu iş olmayacak.
Bence, bütçenin askeri harcamalara giden önemli bir kısmı, evrenselliğe ve hastanın sağlık durumunu yüceltmeye dayalı yeni bir sistem inşa etmek için kullanılmalı. Bu, farklı bir bilinç gerektirecek: Farklı bir düşünce tarzı… Farklı bir dünya görüşü… Ve söylendiği gibi, ya problemin bir parçası olacaksınız ya da çözümün.
*Bu yazının orijinali Elsevier Inc.' de yayınlamıştır. (Çeviri: Barış Can Sever)
**Bilim İnsanı, Fütürist, Ödüllü Roman Yazarı
***Çevirmen, orijinal metnin bu noktasındaki kaynak yanlışlığını çeviri metninde düzeltmiştir.