Bizans'ın mirası: Akraba mı, düşman mı?
Toplumlar tarafından tarih yazımı belli başlı çıkarlarla ilintili fakat günümüzde basit ama keskin çizgilerle tarihi yorumlama çabası üzerinde durmamız gereken bir konu... Örneğin Fatih Sultan Mehmet'in Konstantinopolis'i fethinden sonra gururla 'Kayser-i Rum' yani 'Roma'nın Sezarı' ünvanını alması, bunun oldukça güzel bir örneği olmasına karşın bu yanı bugüne kadar milli eğitim müfredatını hazırlayanların dikkatini çekmiş midir?
Tarihimiz nerede başlar? Ülkümüz ne yöne gider? Ecdadımız kimdir? Ya da daha da önemlisi: 'Biz' kimiz? Tüm bu soruları, aynı toprak parçasına yönelttiğimizde her cenahtan farklı yanıtlar alabiliriz. Ne de olsa tarih, kullanıldığı yere göre eğilip bükülebilir. Öte yandan muktedirler, arzu edilen kimliğin inşası doğrultusunda yukarıdaki sorulara geçmişten beslenerek kendilerince de yanıtlar üretir. Egemenlerin tarih yazımına ne kadar karşı olsanız da bu kimlik anlayışından arınmak pek de kolay iş değildir, nihayetinde herkes belli başlı bir 'biz'in üzerinde mutabık hale gelir. Hal böyle olunca 'ecdadımız' 21. yüzyılda TV prodüksiyonlarıyla yeniden yaratılırken, 'kadim düşman' Doğu Roma İmparatorluğu ile gerçekte nasıl ilişkiler kurduklarını görmüyoruz. Oysa tarihte yeni manzaralar aramak yerine, yeni gözler edinmek gerek ki, üzerinde durduğumuz kara parçasında dahi yeni keşiflere yelken açabilelim.
Tarih yazımının belli başlı güncel çıkarlarla nasıl ilintili olduğunu hepimiz biliyoruz. Dolayısıyla tarihin ne kadar dinamik ve toplumsal kimlik inşasında nasıl önemli bir kaynak olduğunu tekrarlamaya gerek yok. Fakat günümüzde Doğu/Batı, Hıristiyan/Müslüman gibi basit ama keskin çizgilerle tarihi yorumlama çabası, karşılık bulduğu için üzerinde durmamız gereken bir konu. Bu yaklaşımın tezahürü elbette sadece ülkemizde değil, Batı merkezli düşünce anlayışında da kendini gösteriyor. Bundan da bahsedeceğiz bahsetmesine ama önce çuvaldızı kendimize batıralım.
BİZANS DAHA FAZLA 'BİZ'E YAKIN OLMASIN?
Amacımız elbette 'ideal' bir kimliği işaret etmek değil; sadece bugünün keskin yorumlarıyla geçmişi değerlendiremeyeceğimizi vurgulamak ve 'Doğu'nun' sandığından daha fazla 'Batı'; 'Batı'nın' sandığından daha fazla 'Doğu'yu' içinde barındırdığını söylemek. Aslında pek de bir şey ifade etmeyen bu kavramların güncel ihtiyaçlara göre içinin doldurulduğunu unutmadan, dilerseniz şöyle bir bakalım, kabul etmek istemediğimiz yanlarımıza. Daha açık bir şekilde ifade etmek gerekirse, bizim için her zaman üçüncü çoğul kişi olmuş Bizans, sandığımızdan daha fazla 'Biz'e yakın olmasın?
Mesela bizim, ismi güncel anlamda "Yunan çağrışımı yapabilir" korkusuyla 'Anadolu Selçuklu Devleti' olarak andığımız, oysa kurucularının kendilerini 'Rum Selçukluları' diye tanımladığı devleti ne kadar iyi tanıyoruz? (Roma ile özdeşleşen 'Rum' terimi, daha sonraları hem Hintliler hem de Portekizlilerce Osmanlılardan bahsederken 'Rumi' ya da 'Rumlar' şekillerinde kullanılmıştır.) Örnek vermek gerekirse Rum Selçukluları'nın kuruluşunun Bizans imparatoru Aleksios'un himayesi altında gerçekleştiğini neden hazmedemiyoruz? Üstelik Bizans'ın Hıristiyan hısımlarına karşı savaşması için... Daha sonra verdiği kararın kendisi açısından kötü sonuçlandığını gören Aleksios'un 'gerçek' Selçuklu Sultanı Melikşah ile birlikte giriştiği, Anadolu'daki Süleyman Şah'a karşı ittifak çabalarına ne demeli? Tarihi 'dinler savaşı' olarak gösterenlerin verecek cevapları var mı? Geçmişte 'Türkleri Anadolu'dan atmak için Türk-Yunan ittifakı' kurulmasını hatırlamak, karşıtıyla kendini var eden makamların işine gelmiyor anlaşılan.
Elbette bu işin bir tarafı. Tarih yazımı belli bir ülkeye ya da coğrafyaya has değil. Aynı şekilde Haçlı seferlerine de Hıristiyan-Müslüman çatışması deyip geçmek, korkunç bir hataya düşmek olur. Konstantinopolis'e en büyük zararı veren, onun ruhuna saygıyla yaklaşan ve kente yeniden görkem kazandıran Fatih Sultan Mehmet midir? Yoksa onu karanlık bir örtüye saran, yağmacı Latin güçler midir? Ya da Hıristiyanlar Müslümanlara karşı savaşırken ticari avantajların 'kokusunu alan' Venediklilerin aceleyle Selçuklulara bir ticari anlaşma götürmesi, 'din savaşları' anlatımına nasıl oturtulur?
YUSUF 'DEMETRİOS', KONSTANTİNOS'UN YEĞENİ 'MESİH PAŞA' OLDU
Gerek dünün Yeşilçamı, gerek bugünün televizyon yapımları sağ olsun, Anadolu'da Türkler ve Bizanslılar arasında daimi bir çatışma olduğuna dair korkunç derecede yanlış bir algıya sahibiz. İşin acı tarafı, kimsenin bundan gocunduğu da yok. O dönemi düşündüğümüzde aklımıza Diriliş Ertuğrul şapkalarıyla uzaklardan gelen Engin Altan Düzyatanların durmaksızın Hıristiyanlarla savaştığı bir manzara getiriyoruz. İşin ironik yanı, Batı merkezli düşünce anlayışları da hemen hemen aynı görüşe sahip. Oysa bu iki güç, birbirine kılıç salladığı er meydanları kadar, çıkarları örtüştüğü vakit düğün sofralarında ya da anlaşma masalarında da uzun yıllar bir araya geldi. Böylece hanedanlar da birbirlerine karıştı: Bayezid'in en küçük oğlu Yusuf'un 'Demetrios' adıyla vaftiz edilip Bizans İmparatoru Manuel'in hizmetine girmesi; diğer taraftan son imparator XI. Konstantinos'un yeğeninin Müslümanlığı kabul edip, manidar bir isim seçerek 'Mesih Paşa' olması ve Fatih'in onu 'Kaptanı Derya' olarak görevlendirmesi sadece birer örnek... (Mesih Paşa, Sadrazamlık gibi önemli görevler de üstlenirken, Konstantinos'un diğer bir yeğeni Murad Paşa, 1472'de bir sefer sırasında öldüğü tarihe kadar Rumeli Beylerbeyi olarak görev aldı.)
Özellikle Doğu ile Batı arasındaki ilişkilerin simbiyotik bir şekilde geliştiğini öne sürdüğü görüşleriyle bilinen Arkeolog Warwick Ball, bir başka ilişkiye dair şöyle diyor: “1130'da İmparator II. İoannes Komnenos'un kardeşi İsaakios Komnenos, Konstantinopolis'ten kaçıp Türklere sığınmıştı. Oğluysa Müslümanlığı benimsemiş, Sultan I. Mesut'un kızıyla nikahlanıp Selçuklu ve Komnenos ailelerini evlilik yoluyla birleştirmişti. Böylece on ikinci yüzyılda iki 'Roma İmparatoru' peydahlanmıştı: İkisi de Anadolu'da hüküm sürmüştü; birbirleriyle evlilik yoluyla akrabaydılar; biri imparator, diğeri sultandı; biri Hıristiyan, diğeri Müslüman'dı; ikisi de kimi vakit birbirleriyle savaşmış, kimi vakit ittifak etmişti; ikisi de Roma adına (en azından mirasına) sahip çıkmıştı.”
Birilerinin gündelik çıkarları uğruna dillerine pelesenk ettiği ve böylece basitleştirdiği bu isimler, sandığımızdan çok farklı ve bir o kadar da merak uyandıran özelliklere sahip. Mesela günümüzde çoğu tarihçi, 1453'ün bir fethi değil, bir sentezi ifade ettiğini belirtir. Nitekim Fatih Sultan Mehmet'in Konstantinopolis'i fethinden sonra gururla 'Kayser-i Rum' yani 'Roma'nın Sezarı' ünvanını alması, bunun oldukça güzel bir örneği olmasına karşın bu yanı bugüne kadar milli eğitim müfredatını hazırlayanların dikkatini çekmiş midir? Fatih, dünya için hep bir 'hayalet' olmuş Roma'nın ne anlama geldiğini enikonu biliyor, onu yok etmek değil kendi anlayışıyla yeni bir ihtişam kazandırmak istiyordu. Zaten şehri ele geçirdikten sonra Roma'nın tozlanmış yıkıntıları arasında gezerken şöyle mırıldanmamış mıdır:
“[Nasıl] Efrasiyab'ın kubbelerinde baykuş nevbet vuruyor[sa]; Kayser'lerin kasrında [da] örümcek perdedarlık yapıyor.”
YOK ETTİĞİNİZ NEYSE ONA DÖNÜŞÜRSÜNÜZ
Tarih ve kimlik ilişkisine dair tekrar Ball'a dönecek olursak, Romanın Sultanları isimli kitabında, “Yerli nüfusun kendini daha önce Romalılarla veya Yunanlarla veya Hititlerle bir tutması gibi, gitgide hâkim Türk azınlıkla özdeşleştirmesiyle meydana gelen, esasen bir kimlik dönüşümüydü. Nitekim sosyal antropolog Fredrik Barth şu kelimeleriyle grup kimliğinin nasıl geçici -ve genellikle de bir kazanç uğruna benimsenen- bir elverişlilik olduğunun ve değişebileceğinin üzerinde durmaktadır: 'Duruma bağlı gelip geçici bir kavramdır, sürüp giden esaslı bir olgu değildir” diyor ve Bulgarların geçmişte bir 'Türk boyu' olarak kendilerini tanımladıklarını fakat artık tamamen gayrı Türk bir kimliğe sahip olduklarını hatırlatıyor.
Bu bilimsel gerçek, kimilerini kızdıracak olsa da aksine, zenginlikten dolayı mutlu olunması gereken, hatta çok isteniyorsa 'gurur duyulabilecek' bir şeydir. Bugün mutlaka 'biz'in soy ağacını çıkaracaksak eğer, Anadolu'ya ayak basmış her bir insanın acı ya da tatlı hikayesi elimizdeki yegane mirastır. Son yüzyıllarında ulus devlet kavramıyla yoğrulmuş bir dünya için çok gerçekçi bir kimlik anlayışı değil belki bu. Ama istediğiniz kadar reddedin, görmezden gelin, hatta aşağılayın... Yarattığınız 'düşmanınız' her zaman kendinden bir şeyler bırakır ve yok ettiğiniz neyse biraz ona dönüşürsünüz. Farklı bir deyişle hiçbir şey tam anlamıyla yok olmaz, eriyip karışır. Neyin nasıl ne zaman karıştığı hep biraz muğlak bir yerin ruhunu böyle görürüz. Bu nedenle şovenizm bezeli büyük laflar, büyük hareketler uygarlığa yaralar açıyor.
Kaynaklar:
Avrupa'daki Asya ve Batı'nın Şekillenişi Cilt: 3, Roma'nın Sultanları, Türklerin Dünyaya Yayılışı – Warwick Ball (Ayrıntı Yayınları)