İnsanlar 'normale' dönmek istemiyor, peki ya politikacılar?

Boris Johnson’ın ‘normale dönüş’ kararı yalnızca gezegenin zararına olacaktır; buna direnmemiz gerekiyor. Çeşitli kuruluşlar tarafından yapılan anketler, insanların, ‘normal’ diye pazarlanan hayata dönmek istemediklerini gösteriyor. İnsanlar artık çevreyi önemseyen ve yıkıcı olmayan bir hayat talep ediyorlar.

Google Haberlere Abone ol

George Monbiot

Orada bir yerlerde, haritada işaretlenmemiş ama umut verici biçimde yakın ve bir gün geri dönebileceğimiz ‘normal’ adında vaat edilmiş bir yer var. Bu, Boris Johnson gibi politikacılar tarafından bizlere 'normale doğru dikkate değer bir dönüş' sözleriyle öğretilen büyülü coğrafya. Bu, bir sonraki düşünceyle çelişkiye düşsek bile, kendimize anlattığımız bir hikaye.

Normalin asla geri dönemeyeceğimiz bir periler diyarı olduğuna inanmak için somut nedenler mevcut. Virüs ortadan kalkmadı ve dalgalar halinde tekrarlanmaya devam etmesi muhtemel görünüyor. Ancak biz başka bir soruya odaklanalım: Eğer böyle bir yer olsaydı, orada yaşamak ister miydik?

BÜYÜK ÇOĞUNLUK ‘NORMALE’ DÖNMEK İSTEMİYOR

Anketler sürekli biçimde bunu yapmayacağımızı gösteriyor. BritainThinks adlı kuruluş tarafından iki hafta önce gerçekleştirilen bir araştırma, insanların yalnızca yüzde 12’sinin hayatın ‘eskisi gibi’ olmasını istediğini ortaya koydu. Bakım hizmetleri veren Bright Horizons kurumu tarafından haziran ayı sonunda yapılan bir ankette, insanların yalnızca yüzde 13’ü karantinadan önceki koşullarda çalışmaya dönmek istediğini dile getirdi. Aynı hafta içinde YouGov tarafından yapılan bir araştırma, insanların yalnızca yüzde altısının salgından önceki ekonomik sistemin aynısını istediğini ortaya koydu. Aynı anket kuruluşlarının nisan ayında gerçekleştirdiği bir başka araştırmada, katılımcıların yalnızca yüzde dokuzunun ‘normale’ dönmek istediği tespit edildi. Herhangi bir önemli konuda bu kadar güçlü ve tutarlı sonuçlar görmek nadiren gerçekleşen bir durum.

Elbette, hepimiz bedensel ve zihinsel sağlığımız üzerindeki yıkıcı etkileri, yalnızlığı şiddetlendirmesi, eğitimin yapılamaması ve istihdamda yaşanan çöküş gibi yol açtığı etkileriyle birlikte salgını ardımızda bırakmak istiyoruz. Ancak bu, hükümetin ‘normal’ diye tanımladığı garip ve ürkütücü dünyaya geri dönmek istediğimiz anlamına gelmiyor. Bizimki yitirilmiş memnuniyetlerden oluşan bir yerden ziyade, salgından çok daha önce ölümcül krizlerin toplandığı bir yerdi. Pek çok politik ve ekonomik işlev bozukluğumuzun yanı sıra, normallik, insanlığın karşılaştığı en tuhaf ve en derin çıkmazı hızlandırmak anlamına geliyordu: Yaşam destek sistemlerimiz çöküyordu.

Geçen ay, evlerimize hapsolmuş durumdayken, Kuzey Kutbu’ndan yükselen dumanları izledik; sıcaklıklar son derece anormal biçimde 38 dereceye ulaştı. Bu tür kıyamet görüntüleri hayatımızın olağan arka planı haline geliyor. Avustralya, Kaliforniya, Brezilya ve Endonezya’yı yakıp bitiren yangın görüntülerini hatalı biçimde es geçip normalleştiriyoruz. Yazar Mark O’Connell, bu yılın başında yayınlanan dikkat çekici makalesinde, bu süreci 'ahlaki hayal gücümüzün yavaşça körelmesi' diye nitelendirdi. Kendimizi varoluşsal krizimize alıştırıyoruz.

ARTIK ESKİSİ GİBİ DEVAM EDEMEYİZ

İşler her zamanki gibi devam ettiğinde, her yıl Covid-19’dan daha fazla insanı öldüren ve virüsün etkilerini şiddetlendiren hava kirliliği de devam ediyor. İklimsel çöküş ve hava kirliliği, daha geniş bir ‘disbiyozis’in iki yüzüdür. Disbiyozis, ekosistemlerin çözülmesi anlamına gelir. Bu terim, doktorlar tarafından bağırsak biyomlarımızın çöküşünü tanımlamak için kullanılır fakat yağmur ormanları, mercan resifleri, nehirler ve toprak gibi tüm canlı sistemler için de eşit derecede geçerlidir. Tüketimin sürekli genişlemesini gerektiren ‘normalliğin’ birikerek artan etkisi sebebiyle şok edici bir hızda çöküyorlar.

Bu ay, her yıl 10 milyar dolarlık altın ve platin gibi değerli metallerin elektronik atık şeklinde on milyonlarca ton daha önemsiz malzemelere gömülü biçimde çöpe atıldığını öğrendik. Dünyanın elektronik atık üretimi her yıl yüzde dört oranında artıyor. Bu durum, ‘planlanmış eskime’ adı verilen başka bir tuhaf kural tarafından yönlendiriliyor.

Araçlarımız, kasıtlı olarak bozulacak ve tamir edilemeyecek biçimde tasarlanıyor. Bu gerçek, büyük bir çevresel maliyetle elde edilen değerli malzemeleri barındıran ortalama bir akıllı telefonun yalnızca iki ilâ üç yıl çalışmasının, ayrıca ortalama bir masaüstü yazıcısının atıldığı güne dek toplam beş saat dört dakika boyunca belge yazdırmasının nedenlerinden biridir.

Yaşayan dünya ve beslediği insanlar bu tüketim seviyesini devam ettiremez ama ‘normal’ dedikleri yaşam buna bağlıdır. Disbiyozis’in karmaşık ve aşamalı etkileri, bizi bazı bilim insanlarının küresel bir sistem çöküşü yaşanabileceği konusunda uyardığı noktaya doğru itiyor.

ZENGİNLER PARA, HALK İSE SAĞLIK VE REFAH İSTİYOR

Bu konudaki anketler de gayet açık: Biz bu çılgınlığa geri dönmek istemiyoruz. YouGov tarafından yapılan bir anket, 10 kişiden sekizinin hükümetin salgın sırasında ekonomik büyümeden ziyade toplumsal sağlık ve refaha öncelik vermesini istediğini ve 10 kişiden altısının virüs salgını yatıştığında (veya yatışırsa) durumun sağlık ve refah öncelikli haliyle kalmasını istediğini gösteriyor. Ipsos tarafından gerçekleştirilen bir ankette de benzer bir sonuç ortaya çıktı: İngiliz halkının yüzde 58’i çevreci bir ekonomik gelişme isterken, yüzde 31’i buna katılmıyor. Tüm bu anketlerde görüldüğü üzere, İngiltere, oransal aralığın en uçlarında bir yerlerde duruyor. Genel olarak, bir ülke ne kadar yoksulsa, halkının çevresel sorunlara verdiği tepkinin oranlarındaki aralık da o kadar büyük olur. Aynı ankette, Çin’deki oranlar yüzde 80’e yüzde 16, Hindistan’da ise yüzde 81’e yüzde 13 olarak belirlendi. Ne kadar çok tüketirsek, ahlaki hayal gücümüzdeki körelme de o kadar büyük olur.

Buna karşın, isteklerimiz ne yönde olursa olsun Westminster hükümeti bizi hipernormalliğe geri itmeye kararlı görünüyor. Bu hafta Çevre bakanı George Eustice, çevresel değerlendirme sistemimizi parçalamak niyetinde olduğunun işaretini verdi. Hükümetin vergi ve yönetmeliklerin askıya alınacağı serbest liman önerisi, yalnızca dolandırıcılık ve kara para aklamayı şiddetlendirmekle kalmayacak, aynı zamanda çevredeki sulak alanları, bataklıkları ve barındırdıkları zengin yaban hayatını da yıkım ve kirliliğe maruz bırakacak. Hükümetin ABD ile yapmayı planladığı ticaret anlaşması, parlamentonun egemenliğini geçersiz kılabilir ve halkın rızası olmadan çevre standartlarımızı yok edebilir.

Dünyada asla ‘normal’ bir insan olmadığı gibi, ‘normal’ bir zaman da olmadı. Normallik, ahlaki hayal gücümüzün sınırlandırılması için kullanılan bir kavramdır. Geri dönebileceğimiz veya geri dönmek isteyeceğimiz normal bir şey yok. Anormal zamanlarda yaşıyoruz. Anormal bir tepkiyi hak ediyorlar.


Yazının aslı The Guardian sitesinden alınmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)