Zamanda yolculuk yapsanız Spartaküs'e silah götürür müydünüz?
Tanrı Olmaz Zor İş kitabındaki gibi 'insanın kendine münhasır yöntemlere sahip olması' toplumların etkilenmesinde ne kadar etkilidir, tartışılması gereken bir konu. Fakat eser, kültürlere yaklaşımına, toplumsal mücadelenin tarihselliğine ve kavramların göreceliğine dair oldukça dikkat çekici bir yön gösteriyor. Tutulan saflar 'çamurluklarda tıkınan planktonları uyandırmak isteyen zıpkın gibi insanların' safı da olsa, onlara 'iyinin' değil, gerçeğin yolunu çizmeyi de anlatıyor...
İyilik ve kötülük, ilericilik ve gericilik, dostlar ve düşmanlar... Yaşam bize bazen bu kadar keskin sınırlarla çizilmiş gibi gelir. Hatta toplumsal mücadelenin içerisindeysek bile, yer yer tarihin ya da çağın değil, kötülere karşı 'iyiliğin' bayrağını elimizde buluruz. İşler sarpa sardığında kötülere karşı savaş da belirginleşir. Bilimkurgu romanlarına baktığımızda da çoğu zaman böylesi katı sınırlarla karşılaşırız.
Mesela, sınıfların, sınırların ve sömürünün olmadığı; emek ve bilginin hayatın biricik anlamı olduğu komünist bir geleceği hayal edelim. Ve diyelim ki bu ileri uygarlığımız, dünyaya tıpatıp benzeyen bir gezegenle karşılaşıyor. Fakat o da ne? Bu gezegenin insanları, bizden yüzlerce, binlerce yıl geride! Bu durumda uzay gemilerinizi kolonicilerle doldurup kendi ideal düzeninizi dayattığınız bir işgale mi kalkışırsınız yoksa o çağın 'Spartaküsler'ini bulup, onların ellerine lazer silahları mı tutuşturursunuz? Sovyet bilimkurgu yazarları Arkadi ve Boris Strugatski kardeşler ise, Tanrı Olmak Zor İş isimli romanlarında daha farklı bir yaklaşımdan söz ediyor...
Hikaye, böylesi bir gezegene gönderilen komünist tarihçiler etrafında şekilleniyor. Dünyalılar tüccar ya da baron gibi unvanlar altında o gezegenden biri gibi davranır, amaçları merkezin araştırmaları için bilgi toplamaktır. 'Casuslar' saçlarındaki toka görünümlü objektiflerle olan bitenleri canlı olarak Dünya'ya aktarır. Tabii asıl amaç bu geri toplumun ilerleyişine yardım etmektir. Fakat bunu, o gezegenin koşullarının gerektirdiği biçimde, tarihsel işleyişe zarar vermeden yapmak zorundadırlar.Kendilerinin ağzından aktarmak gerekirse, “Biz fizikçi değil, tarihçiyiz. bizim için zaman birimi saniye değil, asır; burada yaptığımız da ekin ekmek değil, sadece toprağı ekin için hazırlamak.” Bu sırada girdikleri kılığın gerekliliklerini de yerine getirmeleri gerekir. Başka bir deyişle tarihçiler, bu çürümüş gezegende sahip oldukları teknoloji ve bilgi birikimi dolayısıyla tanrı olduklarını gizleyen 'tanrılardan' farksızdır.
Fakat komünist dünyanın ahlaki ve insani değerlerini benimsemişler için bu dünyada var olmak pek de kolay değildir: “Orada dünyadayken gerçek birer hümanisttik biz, hümanizm insan doğamızın omurgasıydı, insana olan hayranlığımızdı, insana karşı hissettiğimiz sevgi öyle bir raddeye varmıştı ki, neredeyse insan-merkezci olmuştuk; burada ise gerçekte insanları değil, komünarları ama sadece komünarları, bizimle aynı türden dünyalıları sevmiş olduğumuzu anlıyoruz dehşet içinde.”
Çünkü bu gezegen, hakikaten bize karanlık bir Ortaçağ'ı sunar. Üstelik işler hiç de 'ileriye' doğru gitmez. Eskinin aristokratik düzeni, toplumun en gerici tabakaları tarafından çiğnenmiştr. Kokuşmuş sokaklar, pis bir toplum düzeni: Bir tarafta geçmişe sünger çekip sultanın sofrasında bir iki lokma yemek ve kellesini kurtarmak için şoven şiirler okuyan, üretmeyen sanatçılar, diğer taraftaysa bacaklarından asılmış, bilgiyi egemenlerin aleyhin kullananların cezalandırması, suç teşkil eden müphem anlamlı şeyler söyleyen ve alt sınıfların zevklerini temsil etmekten hüküm giyenler...
İsyancılar da yok değildir. Ne de olsa 'Bazen evrim tarihi böyle zıpkın gibi insanları da doğurur ve onları, diplerdeki çamurun içinde tıkanan planktonları eyleme geçirsinler diye toplumun denizlerine salar.' Fakat bu karakterler de zaferlerini siyasi ve toplumsal bir altyapıyla dolduramadıkları için düşmanına dönüşmekten ve kendini tekrar etmekten kaçamaz. Hikayemizin ana kahramanı Don Rumata -ya da Dünyalı ismiyle Anton- da hem değerli sanatçılara hem de bazı isyancılara ölçülü düzeyde yardım etmektedir. Ancak sokaklarda yakılan cesetlerin kokusunu alan bir tanrı için, 'ölçüyü' belirlemek hiç de kolay bir iş değildir. Bu nedenle Don Rumata da sonu gelmez bir ikilemde bulur kendini:
“Onlara acımıyorum, nefret ediyorum, onlardan iğreniyorum: Daha demin önünden geçtiğim şu delikanlının ahmaklığının ve hayvanlığının, sosyal şartların, rezil eğitimin ve her şeyin maddi şartlarını ortaya koyabilirim ama apaçık görüyorum ki, bu benim düşmanım, sevdiğim her şeyin düşmanı, dostlarımın düşmanı, en kutsal saydığım bütün şeylerin düşmanı. Ve ben ondan teorik olarak değil, 'bu durumun tipik bir temsilcisi' olduğu için değil, kişi olarak, insan olarak nefret ediyorum (...) Ben buraya insanları sevmek, onların doğruları bulmasına, gökyüzünü görmesine yardım etmek için geldim. Hayır, kötü bir gözlemciyim ben, diye düşündü umutsuzluk içinde. Tarihçi olarak da beş para etmem. (...) Bir tanrının merhametten başka bir şey hissetmeye hakkı var mıdır.” ya da 'Aklın ateş böceklerini avuçları içine almış bir tanrı olmadığını, sadece kardeşine yardım eden, babasını kurtaran biri olduğunu' düşünür...
Hikayenin sonunu söylemeyelim ancak tarihçiler 'Bunun uzun acımasız ve zaferle bitecek bir savaş olduğunu sanıyorduk. İyi ve kötü, dost ve düşman kavrayışımızın daima billur gibi berrak olacağını düşünüyorduk' yorumuyla analizlerinin oldukça sağlam ancak öngörülerinin zayıf olduğu sonucuna varır. Yöntemdeyse pasif kaldıkları anların eleştirisini yaparlar. Çünkü onlara göre 'insanın kendine münhasır yöntemlere sahip olması' nedeniyle iktidarın o anki uygunluğa göre de gelişebilir. Dolayısıyla böylesi bir zorba, “Bütün ömrü boyunca komşularına şeytanlık yapan biri de olabilir. Başkalarının tasına tüküren, kırık camları başkasının samanına süpüren biri de olabilir. Nihayetinde tarih sahnesinden sileceklerdir onu ama bu sürede her şeyin içine tükürebilir, yıkabilir, keyfine bakabilir...”
İyi de kötü de, erdem de çürümüşlük de değişkendir. Tanrıların erdemi Olimpos'ta gerçektir, oysa aşağıya indiklerinde fani bir erdemle karşılaşırlar. Zaman yolculuğumuzda tekrar Spartaküs ile karşılaştığımızı düşünelim. 'İyiler'den olan Spartaküs'ün ve köle yoldaşlarının Appian Yolu'nda çarmıha gerilmesini engellemek için kendisine yüklü miktarda modern silah verebilir miyiz? Böylece kötüleri temsil eden köleci Romalılar karşısında tek sıyrık almadan zafer kazanabilirler. Fakat Spartaküs eğer kazanırsa, bugünkü 'Spartaküs' olabilir mi? Belki de -Bülent Uluer'in dediği gibi- uyduruk bir Roma İmparatoru olarak adını ya hatırlarız ya hatırlamayız. O silahları kapmak için girişecekleri iç rekabetler, siyasi hattın eksikliğiyle eski düzenin yeniden inşası ve nihayet Spartaküs'ün ölümünden sonra belki de daha korkunç bir ülke de mümkün değil mi? Spartaküs'ü biraz da yenildiği için tanımıyor muyuz?
Bu, yenilgiyi kutsamak değildir, aksine yenilginin inşasını mümkün kılmak, tarihin ritmini anlamaya çalışmaktır. Çünkü mutlak zafer, zorlu günlerde sık sık başvurulan 'iyi' ile 'kötü' arasındaki mücadeleden geçmiyor. Tarihin bir gün soracağı, öznesi meçhul 'hesaptan' hiç mi hiç geçmiyor. Yani 'güneş, gecenin en karanlık olduğu anda doğar' mantığına bazı ekler yapmak gerekiyor. Birincisi, güneş, onu doğru yönde itenler olmadan kendi kendine doğmaz. İkincisi, yerküredeki çoğunluk için gece aşağı yukarı 12 saat sürüyor olabilir, fakat Kuzey Kutbundakilere sorarsanız 6 ay boyunca güneşi beklemeleri gerekecektir.
Tanrı Olmaz Zor İş kitabındaki gibi 'insanın kendine münhasır yöntemlere sahip olması' toplumların etkilenmesinde ne kadar etkilidir, tartışılması gereken bir konu. Fakat eser, kültürlere yaklaşımına, toplumsal mücadelenin tarihselliğine ve kavramların göreceliğine dair oldukça dikkat çekici bir yön gösteriyor. Tutulan saflar 'çamurluklarda tıkınan planktonları uyandırmak isteyen zıpkın gibi insanların' safı da olsa, onlara 'iyinin' değil, gerçeğin yolunu çizmeyi de anlatıyor...