Doğu Akdeniz’de üç yanlış bir doğruyu götürür mü?
"Üç yanlış bir doğruyu götürür" sözü, son günlerde yüksek tansiyonun hakim olduğu Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin karşı karşıya geldiği gerçekliği akıllara getiriyor. Peki, Doğu Akdeniz'de yaşanan gerilimde doğru ve yanlışlar nedir?
"Üç yanlış bir doğruyu götürür" sözü Türkiye’de öğrenim gören, üniversiteye giriş heyecanı yaşan tüm gençlerin yakından tanıdığı bir uyarıdır. Cevabı bilinmeyen sorulara 'sallama' yoluyla verilecek olan yanıtların yaratabileceği soruna işaret eden uyarı, son günlerde yüksek tansiyonun hakim olduğu Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin karşı karşıya geldiği gerçekliği akıllara getiriyor.
Mevcut gergin atmosferi Atina-Ankara hattında takip edenler açısından Türkiye’nin Doğu Akdeniz özelinde izlediği seyir 'üç yanlış bir doğruyu götürür' kuralını diplomasi ekseninde de güncel kılıyor.
Hali hazırda gelişmelerin baş döndürücü bir hızla aktığı ve arka planda 'karmaşık' dirsek temaslarının, hesapların ve restleşmelerin öne çıktığı bir ortamda, okuyucunun işini fazla zorlaştırmamak adına kısa değerlendirme yazımıza 'bir doğrudan' başlamak iyi bir başlangıç noktası olabilir. Türkiye’nin hesabına, Doğu Akdeniz’de karşımıza 'doğru' olarak çıkan nedir?
Aslında bu sorunun yanıtı oldukça basit ve mantıklı. Ege ve Doğu Akdeniz’de uzun bir kıyısı olan, 21'inci yüzyıl başlarında tüm sorunlara rağmen, gelişen, dinamik ve genç nüfusu ve ekonomisi olan Türkiye’nin gerek kıta sahanlığı gerekse de münhasır ekonomik alan tartışmaları temelinde kendi kıyılarına 'kapatılması' fikrinin savunulacak bir yanı yok. Hem Ege’de hem de de Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin deniz seyir güvenliğinin ve çıkarlarının uluslararası hukuk temelinde, ilgili devletlerle diyalog yolu ile garanti altına alınması seçeneğine mantıki açıdan şerh koymak imkansız. Bu bağlamda Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de dillendirdiği temel tez olan 'kıyılarımın açıklarında rahat nefes almak istiyorum' mesajı tartışılmaz bir 'doğru' olarak karşımıza çıkmakta. Aynı şekilde, Türkiye’nin bölgede bulunan enerji rezervleri ve denklemine eklemlenmesi de mantıklı bir seçenek olarak karşımızda durmakta.
Şayet Türkiye’nin Doğu Akdeniz özelindeki temel tezi 'doğru' ise o zaman bölgede başımızı ağrıtan üç 'yanlış' nedir?
Bu sorunun Ankara’nın son on yıl boyunca izlediği dış politika ve komşuları ile olan ilişkileri ile birebir bağlantılı. Mavi Marmara krizi ve özellikle 'Arap Baharı' sonrasında Ankara’nın dış politikada yaşadığı yalpalamalar için son yıllarda oldukça zengin bir literatür ortaya çıkmış durumda. ‘Şam’da namaz kılmak’ hezeyanından, bölgedeki birçok devletin iç işlerine karışmak manasına gelen adımlar, Kürt sorununda kurucu devlet paradigmasına dönüş ile ilgili başta dost Fehim Taştekin olmak üzere birçok uzman ve yazar son yıllarda hatalı dış politikanın açmazlarını masaya yatırdı. Bu açmazlara girmeksizin, konumuza temas etmek açısından, diplomasi kulvarındaki yalpalamaların ister istemez Doğu Akdeniz’deki 'bir doğruyu' olumsuz yönde etkilediği notunu bırakalım. Bu gerçekliğin en büyük kanıtı bugün Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin karşı karşıya olduğu diplomatik yalnızlık olsa gerek.
İkinci 'yanlışımızın' adresi Atina. İktidar döneminin ilk on yılında proaktif bir siyaset izleyen Ak Parti iktidarının Türk-Yunan ilişkilerindeki karnesi oldukça zayıf. 2002-2010 döneminde diyalog arayışları ile başlayan Türk-Yunan ilişkilerindeki Recep Tayyip Erdoğan dönemi 2010’dan sonra yerini zıtlaşmalara, restleşmelere ve 15 Temmuz 2016’dan sonra kademeli olarak ilişkilerin kopmasına kadar ilerledi ve kötüleşti. Bu dönem zarfında gündeme gelen tüm sorunların faturası doğal olarak tek taraflı olarak Erdoğan yönetimine kesilemez. Sorunların keskinleşmesinde Türkiye’yi bir türlü anlamak istemeyen Atina’daki iktidarların da mesuliyeti bulunmakta. Ancak Ankara’nın perspektifinden bakılacak olursa Türk-Yunan ilişkilerindeki kötüleşmenin özellikle 2016 yılından sonra diplomasinin 'askerleştirilmesi', milliyetçi söylemin öne çıkarılması ile yakından alakadar olduğu gerçeği karşımıza çıkmakta. Bu seçimi yapanın kendisi de 2015’teki ilk seçimi kaybeden ve sonrasında milliyetçi oylara sarılan Erdoğan’dan başkası değil.
Lafı fazla uzatmadan sözü üçüncü 'yanlışa' getirip bağlayalım. Bu yanlışın adresi Lefkoşa. Hatırlanacağı üzere 2006’dan 2017’ye kadar adada çözüm süreci canlı kaldı. Kıbrıs Türk ve Rum liderlikler müzakere masasında federasyon üzerinde kafa yordu. Bu arayış 2017’de İsviçre’de yarım kaldı. Ankara’nın bu gelişme ile ilgili tezi ‘siyasi eşitlik istemeyen Kıbrıs Rum tarafı çözüm kapısını kapattı’ şeklinde. Şayet bu resmi tezi kabul edecek olursak ortaya, şu ana dek Türkiye ve Kıbrıs Türk basınının sormaya çekindiği bir dizi önemli sorular çıkıyor: Ankara, Kıbrıs Rumlarının siyasi eşitlik istemediğini 2017 yılında mı kavradı? Şayet bu dönem öncesinde Lefkoşa’dan farklı yönde 'sinyaller' Ankara’ya ulaştıysa müzakereler 2017’ye dek neden sürdü? Crans Montana’nın son gecesinde müzakereler güvenlik ve garanti kısmına takıldığında Ankara’nın tavrı ne idi? 2003 yılında müzakere sürecine rağmen doğal gaz arama faaliyetlerini resmen başlatan Kıbrıs Rum tarafı karşısında Ankara’nın stratejisi neydi? 2000’li yıllar ile 2010’lu yıllarda Türkiye’nin bu konuda tepki göstermek dışında başka adımları oldu mu? Bu soruların adedi arttırılabilir. Ancak okuyucuyu fazla yormadan bu noktaya şu notu bırakalım: Muhataplarla beraber Ankara’nın Kıbrıs meselesindeki yalpalamaları olmasa bugün Doğu Akdeniz’de çok farklı bir gerçeklik tartışıyor olacaktık.
Toparlayalım. Ak Parti’nin iktidar yıllarında Türkiye açısından ne yazık ki Doğu Akdeniz’de 'üç yanlış bir doğruyu' götürdü. İlkin ideolojileştirilen, sonrasındaysa militerleştirilen diplomasi ülkemizi bölgede yalnız bıraktı. Aynı süreçte Türk-Yunan ilişkileri doğru şekilde yönetilemedi. Tüm bunlar yetmezmiş gibi de Kıbrıs sorunu çözümsüzlüğe mahkum kılındı.