‘Dünya vatandaşı’ müzisyen Vodovozova: Müzikle büyümeye devam edeceğim
Aliya Vodovozova Ukrayna doğumlu Tatar bir flüt virtüözü. Müziğe Türkiye’de başladı, Rusya’da devam etti, Berlin'de çaldı. Kısacası dünya vatandaşı... Vodovozova ilk solo konseri için Ankara'daydı.
ANKARA- Müzik kariyerine beş yaşında piyano çalarak başlayan flüt virtüözü Aliya Vodovozova, Türkiye’deki ilk solo performansını Ankara’daki Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nda (CSO) gerçekleştirecek.
Müzik kariyerini ve eğitimini Rusya - Almanya - Türkiye hattında sürdüren Vodovozova, bu ülkelerin yanı sıra dünyanın farklı noktalarında düzenlenen müzik festivallerinde orkestra üyesi ve solo sanatçı olarak onlarca konsere imza attı.
‘MEMLEKETİMİN NERESİ OLDUĞUNU SÖYLERKEN ZORLANIYORUM’
CSO’da vereceği konser öncesi sohbet ettiğimiz Vodovozova, Ukrayna doğumlu Tatar bir müzisyen. Türkiye, Ukrayna ve Rusya’yı memleketi olarak gördüğünü söyleyen, müziğin evrenselliğine vurgu yapan Vodovozova, “Ben bazen memleketimin neresi olduğunu söylerken zorlanıyorum. Nereyi özlediğimi pek anlamıyorum artık. En çok özlediğim iki yıldır gelemediğim için Türkiye olabilir” diyor.
Vodovozova, pandemi döneminde yaşadıklarını, Avrupa’daki müzisyenlerin bu dönemi nasıl atlattığını, müzik eğitimi için 12 yaşında ailesinden ayrılıp gittiği Moskova'daki yıllarını anlattı...
Söyleşimiz için geçmişe dönük yaptığım araştırmalarda flütle birlikte büyüyen birini gördüm. Ankara’da, Bilkent’te başlayan müzik çalışmalarınız sınırları aşmış ve müzikle büyümüşsünüz. Bu dönemi siz nasıl anlatırsınız?
Küçüklüğüm Ankara’da geçti. Müziğe dair ilk adımlarım burada atıldığı için gelip burada solo çalmam benim için çok önemli. Bilkent’te flütle ilk müziğe adım attım. 12 yaşında da Moskova’ya giderek Gnessin Müzik Okulu’nda eğitimime başladım. Burası, sadece müzik odaklı dünyadaki az sayıda okuldan biriydi. Sonrasında Moskova Çaykovski Konservatuarı’nı kazandım. Bir dönem Paris’te yaşadım ve sonrasında Berlin’deki Hohshule für Music ‘Hanns Esisler’de Profesör Benoit Fromanger yönetiminde master eğitimine başladım. İlk adımlarım Türk öğretmenlerle olduğu için Ankara’da çalmak çok önemli.
Flütle çalışmalarınız nasıl başladı? Tanıklık mı tanışıklık mı?
Annem Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde öğretim görevlisi. Küçükken üniversitenin lojmanında yaşıyorduk. İkinci katta Macar asıllı bir ailenin çocuğu vardı. Onun flüt çalışını duyduğum zaman annemden yılbaşı için flüt hediye etmesini istedim. Hediye etti ve o günden beri flütleyim. Flütün sesini duyduğumda çok etkilendim. Tanıklık sanırım. (Gülüyor)
12 yaşında Moskova’da, ailenizden uzakta eğitim almışsınız. O süreç nasıl gelişti?
Geri dönüp baktığımda 12 yaşında Moskova’ya gitmek... Öğrencilerim de var 12 yaşında, onlara bakıp “Bu yaşta nereye giderler” diye düşünüyorum. Ama o anda, yaşarken anlamıyorsun. Küçük olduğunu hissetmiyorsun. Erken gibi geliyor ama o zamanlarda, çok eskiymiş gibi (gülüyor), internet çok popüler değildi. İnternet işi konsantrasyonu çok etkiledi. İnsanın zihni dağılıyor.
‘CSO’DAKİ ORKESTRADA İLK ADIMLARIMI GÖRENLER VAR’
Müzik serüveniniz Ankara, Moskova ve Berlin hattında ilerliyor. Yıllar sonra bu serüvenin başladığı şehir Ankara’dasınız. Ankara’da olmak nasıl hissettiriyor? Bulunduğunuz şehirlerle müzik arasında bir bağ kuruyor musunuz?
Ankara’da olduğum için çok duygulandım. Uçaktan inince, “Burada çok küçükken çalıyordum, şimdi de gelmişim solo çalacağım” dedim kendi kendime. CSO’da çalacağım orkestrada ilk adımlarımı görenler var. Her konserde heyecan oluyor ama burada ilk provadan önce bile çok heyecanlandım. Şehirlere dair özel bir his sanırım yok ama bazı şehirler çalıştığım eserleri hatırlatıyor. Ankara’da ilk flüt çalmaya başladığım günlerle bugün zor bir eseri çaldığım günleri düşününce ilginç geliyor. Türk değilim ama Türkiye’yi memleketim gibi görüyorum. Geriye dönüp baktığımda Türkiye’de olduğum için iyi anlamda bir baskı oluyor. İlk öğretmenlerim konsere geliyor, iyi çalmam gerekiyor. (Gülüyor)
‘NAZIM HİKMET BENİM İÇİN ÇOK ÖZEL BİR İSİM’
Arte TV’de katıldığınız bir programda Nazım Hikmet’in “Yaşamak” şiirini, “Sarı gelin” türküsünü seslendiriyorsunuz. Türkiye ezgileri sanatınızı nasıl etkiledi ya da etkiliyor? Ya da tersten soralım, yaşadığınız farklı yerlerden ayrı ayrı besleniyor musunuz?
Kesinlikle evet. Nazım Hikmet’in hem Türkiye ile ilişkisi var hem de Rusya’yla. Benim için çok özel bir isim. Hayat hikayesi de öyle. Öyle bir bağ kurdum. Arte’deki programda bana 'kendin seçebilirsin' dediler. Ben de hem Türkiye’yi hem Ukrayna’yı hem de Rusya’yı temsil ediyorum gibi düşünüyorum. O nedenle Nazım Hikmet’i seçtim. Türkiye motiflerini çaldım. Hem Türkiye hem Rusya hem de Ukrayna’yı temsil edebildiğim için mutluyum. Üç ülke de memleketim sayılıyor.
‘SANAT İLE MÜZİK İNSANI GÜZELLEŞTİRİYOR’
Eski söyleşilerinizdeki “Dünya vatandaşıyım” ifadeleriniz dikkat çekiciydi. Türkiye’de milliyetçiliğin her geçen gün yükseldiği, bu politikaların ekseninde söylemlerin üretildiği bir ortamda yaşıyoruz. Keza Avrupa’da da bazı ülkelerdeki siyasetçilerin söylemleri milliyetçilikten besleniyor. Siyaset çoğu zaman müziğin önüne geçiyor. Siz müziğin evrenselliğine sığınarak mı dünya vatandaşı olduğunuzu ifade ediyorsunuz?
Kesinlikle. Biraz klişe olacak ama müzik evrensel bir şey. Bugün Ankara’daki konserimde Ermeni bir besteciyi çalıyorum. (Aram Haçaturyan) Müzik müziktir. Şu anki politikanın içine girmek istemiyorum. Sanat ile müzik evrensel ve bunlar insanı güzelleştiriyor. Kalbini de yumuşatıyor. Politikada birkaç kişi birbiriyle çekişiyor ve toplum maalesef bedelini ödüyor.
‘GÖÇ EĞİTİMLE İLGİLİ’
Türkiye’de şu an gençler arasında ciddi bir beyin göçü durumu söz konusu. Yurt dışına gitmek, orada farklı işler yapmak ya da bir şekilde kendi yeteneklerini göstermek gençlerin hayallerini süslüyor. Buna dair siz ne söylersiniz?
Türkiye’den Almanya’ya gelen çok müzisyen arkadaşım var. Güzel kadroları kazandılar. Gençler oranın (Almanya) değerlerini daha çok bildiğini hissediyorlar. O yüzden böyle bir göç söz konusu olabiliyor. Öte yandan dinamik ve güzel bir gelişiminin olduğunu da görüyorum. Almanya’da birlikte okuduğum arkadaşlarım Türkiye’ye geri gelip CSO’da çalıyor. Güzel bir eğitim alıp burada devam etmeye çalışıyorlar. Bu göçün nedeni daha çok eğitimle ilgili. Yurt dışında gençlerin değeri biliniyor. İnsan değerini nerede görüyorsa orada kalmak istiyor. Tabii ki memleketlerini özlüyorlar ama işte…
Sizin de özlediğiniz birçok memleketiniz var…
Ben bazen memleketimin neresi olduğunu söylerken zorlanıyorum. Nereyi özlediğimi pek anlamıyorum artık. En çok özlediğim iki yıldır gelmediğim için Türkiye olabilir.
‘SPORCU GİBİ HER GÜN ÇALIŞMAMIZ GEREKİYOR’
Pandemi döneminde neler yaşadınız? Bu süreçte neler yaptınız? Sahnelerden uzak kalmak sizi nasıl etkiledi? Sahneleri özlediniz mi?
2020 yılı herkes için zor geçti. Sahnesiz, seyircisiz kaldık. Motivasyonu sağlamak çok zor oluyor. Konserin olacak mı olmayacak mı bilmiyorsun ve müzik devam edecek mi diye endişeleniyorsun. Bizim sporcu gibi her gün çalışmamız gerekiyor ve bu çok zor oldu. Hele yeni başlayanlar için, müzik için üniversiteye başlayanlar açısından süreç çok daha zor geçti.
Evimize kapalı olduğumuz dönemde online konserler organize edildi ama onun da çok zevki olmuyor. Kameranın önünde çalıyorsun ve seyirci olmadığında o kimya tutmuyor gibi. Birkaç kez televizyona konuk oldum ve nefes almış gibi oldum. Almanya’da şu an geri açılmaya başladı ama Avrupa’da zorluk devam ediyor.
‘TÜRKİYE’DE MÜZİSYENLER DAHA ÇOK ZORLANDI’
Türkiye’de korona virüsü nedeniyle yaşanan kapanma sürecinde binlerce müzisyen işsiz kaldı. Bazı müzisyenler enstrümanlarını satmak zorunda kaldıklarını açıkladı. Avrupa’da müzisyenler bu süreçten nasıl etkilendi?
Orada durum finansal olarak çok daha iyiydi. Avrupa’da freelance müzisyen çok fazla. Her bir freelance müzisyene para ödendi. Örneğin konserlerinin takvimini gösteriyorsun, bunlar iptal oldu diyorsun ve parasını gönderiyorlar. Zor durumda bırakmamaya çalıştılar. Sadece müzisyenler için değil oyuncular için de destekler oldu. Bu destek olmasa çok zor olurdu. Türkiye’de müzisyenler daha çok zorlandı. Tanığım arkadaşlarımın anlatımından biliyorum.
‘EN İYİ ODAKLANMA YAŞI 10 İLE 25 YAŞ ARASI’
2002’de 10’lu yaşlarınızın başında bir televizyon kanalında katıldığınız bir söyleşiyi izledim. Günde iki saat çalışmanın önemli olduğunu söylüyorsunuz ve bu durumu “kafayla çalışmak” olarak tarif ediyorsunuz. 20 yıl sonra yetişkin Aliya Vodovozova müziğe yeni başlayanlara ne mesaj vermek ister? Özellikle çocuklara?
Hala kafayla çalışmak gerekiyor. Bir de yaş ilerledikçe zamanın kısıtlanıyor. Ne bileyim başka işlerin çıkıyor. Büyüyorsun. En iyi odaklanma ve kafayla çalışma yaşı 10 ile 25 yaş arası. Bu dönemlerde maksimum ilgi göstermek gerekiyor. Sonrasında hayat ritmin değişiyor.
‘ÇOCUKLUĞUMU PAYLAŞTIĞIM İNSANLARLA ORTAKLAŞACAĞIM’
10’lu yaşların başında konuk olduğunuz programda Pembe Panter şarkınızı çocukluk arkadaşınız Dirimcan’a adıyorsunuz. Ankara’ya gelince tekrar görüştünüz mü? CSO’daki konserdeki birilerine adıyor musunuz?
Dirimcan’ı çok uzun zamandır görmedim. Küçükken yakın arkadaşımdı. Keman çalıyor Ankara’da, hala da devam ediyor. Umarım konserime gelecek. Birisine adamıyorum konserimi ama küçüklüğüm burada geçtiği için konserime gelecek öğretmenlerimin, annemin benimle gurur duymasını istiyorum. Çocukluğumu paylaştığım insanlarla ortaklaşacağım. İlk adımlarımın tanıklıkları umarım mutlu olur.
Genç yaşınıza çok sayıda uluslararası başarı sığdırdınız. Bundan sonraki hedefleriniz, hayalleriniz neler? Müziğinizle büyümeye devam mı edeceksiniz?
Müzisyenlik öyle bir meslek ki her zaman full tempoda çalışmaya devam etmek gerekiyor. Spor gibi, bir iki gün çalışmadığınız zaman formunuzu çok çabuk kaybediyorsunuz. Aynı şekilde devam etmek istiyorum. Umarım daha fazla konser verebilirim. Sahne bu emeğin ödülü gibi. Müzikle büyümeye devam edeceğim.